RSS

8 Mart 2011 Salı

ENİS BATUR

FÜRUZAN

28 Haziran 1997 / Cumhuriyet Dergi


Enis Batur, Fransa’ da geçirdiği altı aylık bir çalışma süresinin sonunda yine fırtına gibi girdi yazın ve düşün dünyamıza. “İki Deniz Arası Kara Topraklar” Batur’un gezi günlükleri ve izlenimlerinden “Seyrüsefer Defteri” ise şiirlerinin yazılma süreçlerinden oluşuyor.

Son zamanlarda üzerinde çok tartışılan ve neredeyse şiir dünyamız gündeminin birinci sırasına yerleşen “Opera 1-4004” ve “Doğu-Batı Dîvanı”Batur’un şiir serüvenin doruk noktaları olarak görülüyor. Önceki baskısına oranla çok fazla genişletilmiş olan “Modernizmin Serüveni” ise Batur yıllar süren bir çalışmasının ürünü.

Bu kitaplardan Doğu-Batı Dîvanı üzerine edebiyatımızın bir başka önemli adı Füruzan, Enis Batur’la görüştü.




- Puşkin’e tüm Rus soyluları gibi ilk dili sayılıp çocukluğunda öğretilen (bir anlamda anadili) Fransızcayla, sonradan dönüp dikkatle yoğunlaştığı edebiyat hayatı boyunca, birlikte olduğu Rus dili arasındaki ilişkisini düşündürdü bana Doğu-Batı Dîvanı. Enis Batur bu son çalışmasında bence Batı’ya tümüyle Doğu’ dan bakıyor.

Doğu-Batı Dîvanı şaşırtıcı, etkileyici bir okuma oldu benim için. Şiirler, şiir-öyküler; roman bölümleri; sinemasal görüntüler; geçmiş yüzyılın, bitmekte olan yaşadığımız yüzyılın kişileri … kısa bir sürede kesintisiz okuyup bitirdim kitabı.

Bir yazarın doğum yerinden Batı’ya bakarken aidiyetin reddi yolunda yaptığı tartışmasının yoğunlukla yansıdığı bir kitap bu bence. Puşkin’in Evgeni Onegin’ i hangi yabancı dile aktarılırsa aktarılsın, kim çevirirse çevirsin bu çevirmen Nabokov olsa bile her zaman çok şey yitirirmiş. Doğu-Batı Dîvanı da aynı zorlukları taşıyor. Dil öyle katmanlı bir anlatıma ulaşmış ki hangi dile çevrilirse çevrilsin bu onu zayıflatacaktır, yanılıyor muyum?


- Bu karartıcı, kanatıcı, çetrefil soruyu, tam da onun içeriğinin bana; gelip yaşadığım günlerin içinden çarptığı bir anda yöneltmiş olmanız; Füruzan, rastlantıysa ürpertici rastlantı!!! Yazı adamı, anadilinde yarattığı, yarattığını umduğu ya da sandığı iletişim serabına inanmak üzereyken; harflerin tanıdığı tanımadığı bambaşka dillerde karşılığını bulma olanaksızlığını keşfedince yeni bir çöl açılıyor önünde. Herkes gibi ben de deneyimden, deneyimlerimden söz etmiş olsam gerektir; oysa deneyime inanmıyorum: Her yeni deneyim bizi ilk oluşu ile zedeliyor, öncekilerin geçerliğini siliyor, deneyim depomuz olsa olsa her seferinde yanıldığımızı göstermeye yarıyor. “Doğu-Batı Dîvanı” onu yayını açısından önceleyen “Opera 1-4004” ile birlikte, son on yılımı kaplayan iki ana kitaptan biri oldu: Mahut “Otuzbeş Yaş” dönemecinden başlayarak 45’ine çıkan (ya da inen) merdivenin basamaklarından birlikte geçtik.

Genişçe bir zaman dilimine yayılıyorsa bir yapıt, onu kuran kişinin ağır ağır kanını kurutuyor, gövdesindeki her organın neredeyse öz suyundan az ya da çok çekiyor. Böyle koyacak olursam, artılarıyla eksileri iç içe geçiyor “Dîvan”ın: Orda benim iş, ustalık, beceri kazanışımın izleriyle ehlileşişimin, bir tür yabanıllık yitiminin izleri kaynaşmış olabilir, diye düşünüyorum.

Yaş alırken; iyi çalışmış, işimize kendimizi gereğince vermişsek kazanımlarımız olur; aynı anda, elimizde olmaz ki: Tazeliğimiz sıvışır gider, onu tutamayız. Bu on yıl bana böyle bir deneyim kazandırdı, bir sonraki deneyimim yalanlayana dek onunla oyalanacağım demektir.

Şiirin, hiçbir vakit olmadığı kadar uçlara çekildiği bir çağın son demlerini yaşıyoruz: Rilke’nin “Duino Ağıtları”nı yazdığı, Valéry’nin ya da Yahya Kemal’in neo- klasik çizgide elmas kestikleri yıllarda Dada’cılar, Hlebnikov, makinalaşmak isteyen Nâzım, kalemin öbür ucunu sivriltmişlerdi. Bu dönemi izleyen yarım yüzyıl, her iki ucun programlarını genişlettiklerini kanıtlıyor.

Bizim dilimizde de irili ufaklı şiir depremleri yaşandı aynı süre içinde: Lirik, epik, deneysel, gelenekçi, atonal tohumlar serpildi tarlamıza. Ben şiire 1970’lerin başında başladım sayılır, ardımda pek çok gözüpek kuralkırıcı, bir o kadar kuralkoyucu gördüm.


“Doğu-Batı Dîvanı”, şiire çizilmek istenen kimi sınırlara baştan boyun eğmeyi yadsımış bir toplam: Sizin de söylediğiniz gibi türler, farklı ifade olanakları arasında belli risklere dokunuyor, zaman zaman onları sımsıkı tuttuğu bile ileri sürülebilir. Dilin katmanlılığı bu pervasız gibi görün eb ile cek, oysa on yıl boyunca beni bir terazinin önünde dikili tutan safkan tedirginliğe bağlanabilir mi -soruyorum ya, yapıtını bildiğimden değil.

Kalıyor, kitabın nereye ait olduğu sorunu. Bu şiirler değilse bile onları hazırlayan başkaları daha önce Batı’da ve Doğu’da yayımlandığında, Roma’daki ve Tahran’daki okurlardan duyduklarım şaşırttı beni... Tıpatıp aynı cümlelerdi: Batı’nın şiir tekniklerini özümsemiş bir Doğulunun dünyası. Anlaşılan, bir tek kendi ülkemde yabancı sayılıyorum, sayıldım bugüne dek. Ama kimler tarafından diyecekseniz, onu biliyorum işte.

“Doğu - Batı Dîvanı”, biraz da tamamlanması uzun sürdüğü için olmalı, hem genişçe bir coğrafyaya, hem geniş bir zaman alanına yayılan şiirler içeriyor. Zaman, coğrafyanın içinde büyük kültür göçleri yaratmış, yaşlı kıtalarda her şey iç içe geçmiştir. Kültür ortaklığı, dilin yaratabileceği çeviri olanaksızlığını biraz olsun hafifletmez mi? Sizin de ilgilendiğiniz “Pasaport”un üç yabancı dile çevrilmiş olması umut verici bir işaret olarak görülebilir belki.


- Son yıllardaki şiirlerinizde özellikle felsefeyle olan yakınlığınız düşünülürse, derin ama aynı zamanda berrak bir anlatım oluşturuyorsunuz. Oysa erken çalışmalarınızdan okuduklarım için aynı değerlendirmeyi yapamıyorum. Bu duruluk ve derinlik yolunda neler geçti?


- Bu soru, bana açıkçası birden fazla pencere açıyor. Öğrencilik yıllarımdan sonra felsefeyle aramdaki mesafe gitgide büyür oldu. Erken dönem çalışmalarımın sis kalınlığına biraz o mesafenin darlığı, biraz da o dönemi yurtdışında, anadil çarpışmalarından uzakta geçirmiş olmam yol açtı sanıyorum. Şiirin ayrı, özel, yapılmış bir dile dayandığı görüşü, işin bir yüzüdür; öbür yüzünde bambaşka bir gerçek bekler: İçinde yaşamadığımız bir dilde, tırmandığımız yokuş ciğerimizi tıkar. “Doğu-Batı Dîvanı”, hayata çentikler atan bir kitap. Gündelik hayatın dile attığı sayısız köprüden gelip geçiyor şiirler.

Duruluk ölçüsünde borcum sokaklara ait, kitaplara değil.

Ama diyebilirsiniz, kitabımın içinde büyük bir kütüphane de bekliyor. “Dîvan”ın geniş bir kadrosu var, oyuncuların bir kısmı yaşamış, yaşayan ‘sahici’ insanlar; bir kısmı kurulmuş, düşlenmiş, kurmaca figürler; bir de şehirler, kitaplar, gerçek ve düzmece olaylar çıkıyor karşımıza, onları da birer kişi, birer şahıs zamiri sayıyorum ben.

Felsefe ile mesafe konusuna dönmek isterim burada. Başlangıçta, 1970’lerde diyelim, daha entelektüel bir zeminde gelişmişti ilişkim, felsefeyle, insan bilimleriyle. Zamanla, gitgide daha yaşamsal bir düzeye dönüş başladı bende, ilk temasta olduğu gibi. Lise yıllarımda Schopenhauer ve Nietzsche okurken ilgi duymuştum düşünce dünyasına, belli bir dönemeçten sonra aynı noktada buldum kendimi. Bugün Pre-sokratikler, Sokrates ve sonrası Yunan düşünürleri, bazı Latinler ve Erasmus, Bruno gibi hümanistler, Nietzsche ve Wittgenstein daha fazla sarıyor beni. Hayat ile, dil ile yakın buluşmalar getiren düşünürler kısacası. Kavramlarla, şiirin başdüşmanı bazı somutlama yolları ile şiirin arasında bir duvar örmek gerektiğine inanıyorum.

Dîvan’ın bir de “Tarihle Boy Ölçüşme” sıkıntısı var tabii. Şairin bakışında Tarihçiyi, Tarih Felsefesini kızdıracak bazı özellikler barınıyor, biliyorum. Her durumun arşivlere geçmeyen boyutları olsa gerek, imgelemimi çalıştıran bu yazılmamış, yazılamamış kesitlerdir.

İskender’in, Julianus’un ölümleri hakkında yüzlerce sayfa okudum sözgelimi, benim şiirimde yazılı olup hiçbir yerde rastlayamayacağınız şeylerdir. Ama bunu yaza¬bilmek için onları okumuş olmam gerekiyordu, böyle bir zorunlu ilişki de söz konusu sizin anlayacağınız. Tarih zeminli şiirde, şairin nereyi boş kılmayı seçeceği belirgin önem taşıyor. Gençlik şiirlerimde gövdenin içine yerleştirirdim boşlukları, şimdi başı ucu açık bırakmayı, buna karşılık gövdeye ışık tutmayı yeğliyorum, bilmem farklılık böyle açıklanabilir mi?


- “Gri Dîvan”, “Bir Başka Acı Hikâye” (sayfa 34). Tam bir roman yoğunluğu taşıyor. 34 satır ve bir roman. Ama kesinlikle bir taslak değil. “Doğu-Batı Dîvanı” nda okurun çıkacağı içsel yolculukta bir romanı yaşayabileceği olanca imge ona yetkinlikle sunuluyor. Okura aktarılan bu zenginlik, onun hayattaki duruşuyla da sürüp gitmez mi?

- Bunu sizin gibi bir anlatı ustasından duymak beni hem gönendiriyor, hem de kışkırtıyor. Soru, bir kere daha iki ayrı noktaya götürecek söylemek istediklerimi.

Yıllardır kapalı kapılar arkasında romancı dostlarımla aramda kanlı tartışmalar geçti. Derdimi birkaç cümlede anlatmak istemem, bu nedenle de bu konuda küçük bir kitap yazmaya, yazılmış, yazılmakta olan romanların ezici çoğunluğunu yazındışı ürünler sayışımın altındaki gerekçeleri ortaya koymaya karar verdim.

Şunu söyleyebilirim hemen: Roman büyük geçmişi olmayan bir yazın türü ya, büyük bir geleceği olduğunu da sanmıyorum. Ama dediğim gibi, bu savı temellendirmek gerekir, elimden geldiği ölçüde yapmaya çalışacağıma söz veriyorum. Anlatmak, hikâye söylemek, öykü kurmak en az şiir kadar eskilere uzanan bir gereksinme. Öykünün, hikâye etme sanatının kılı kırk yaran ölçüler yarattığını, roman sanatının bazı uç örnekler dışında ölçüsüzlükten sıyrılmadığına inanıyorum. Bir üst konumdan konuşma, yargılama edâsına dayandığımı lütfen düşünmeyin: Öyle olsa, hala roman okuru olmayı, hatta roman yazma isteği duymayı sürdürmezdim.

Bütün bunlar, gelip beni “ölçü” sorununda düğümlüyor. Bir ölçü sanatı şiir; az önce sözünü ettiğim modern söz çözücülerle sağlam ölçüler kullanmamışlardır. Öykü, bir başka ölçü sanatı, titiz dengeler isteyen bir ekonomisi, tek sözcüğü tartmamızı gerektiren bir örme, dokuma tekniği olduğunu size ben söyleyecek değilim.

Dîvan şiirleri, 1990’ da “Gri Dîvan” önce bağımsız bir kitap olarak yayımlandığında, bazı tepkiler doğurdu. Şiirin öyküleme geleneğinden büsbütün habersiz kimi okurların başkaldırdığını hatırlıyorum: “Ne kadarı şiir bunların”, der gibiydiler, ne kadarı anlatı va da deneme? Türler arası bir özelliği olduğu doğru Dîvan’ın, ama özünde bir şiir toplamı olduğu ortada. Ölçüleri devreye soktuğumuz an bunu kestirmek kolaylaşacaktır. Şurası gerçek: “Bir Başka Acı Hikâye”de örneğin, zaten Halid Ziya’ya açık gönderme yapıyorum, bir anlatının tohumunu da barındırıyor içinde: “Bu kadarıyla” bir öykü, bir novella, bir roman pekâlâ yazılabilir; o türlerin ölçülerini kullanmak şartıyla.

Bir de “okura aktarılan zenginlik”ten söz ediyorsunuz. Benim şiirlerim; okura verdiği ölçüde onlardan katkı, katılım bekleyen şiirler sanıyorum. Zaman zaman güç anlaşıldıklarının vurgulanmasının bir nedeni de bu olmalı.


- Gri Dîvan / Pasaport s. 42. Orda sözcüklerin alabildiğine sessizleştirilmiş olduğunu görüyorum. Sesler bu suskunun arkasındaki gölgelerde... bir kentin sepya fotoğrafının ağır hüznünde bekliyor. Tomtom Sokaktaki Vahan Beyin Portresi; sözcüklerin özyurdu olan ülkeyi de düşündürüyor. Türkiye’yi ve asıl odakta duran İstanbul’u işaret ediyor. Doğumlusu olunan toprakların kutsanmasında, lânetlenmesinde hayat gerçeğinin trajik ağırlığını, hüznünü duyumsamamak orda olanaksız.

"Doğu-Batı Dîvanı" okuması bana Tarkovsky’nin hiç unutmadığım, sorguladığım bir konuşmasını yeniden anımsattı. Son filmi Kurban’ dan sonra ve ölümünden kısa bir süre önce Londra’da sinema öğrencilerine yaptığı bir konuşmada Tarkovsky; filmlerinin Batı’da gördüğü bu olağanüstü ilgiyi yadırgadığını belirtiyor.Konuşmasını sürdürürken anadilinde kendini anlatan bir film hiçbir zaman özyurdunda bulduğu karşılığı yabancı dilde bulamaz, diyor ve devam ediyor: “Moskova’ da I. Dünya Savaşı’ndan kalma çok katlı eski yapının iç avlusuna bir akşamüstü açık bir pencereden taşan bir “Yukarı Volga” türküsünün Rus insanında yarattığı çağrışımları bir Fransız, İtalyan, İngiliz ya da başka milletten birilerinde biliyorum ki asla yaratamaz.

Nostalgia’ dan beri filmlerime Batı’da gösterilen bu ilgiyi; yaptıklarımın anlaşılması olarak kabul ediyorum. Çünkü dil benim için sanatların asıl özüdür. Bu çok tartışılabilir saptamasıyla Tarkovsky’yi yeniden konuşurken “Doğu-Batı Dîvan”ına bir de bu açıdan yaklaşılabilir mi diyorum?



- Bazı şehirler ne çok şeyin simgesidir. Onlarda kat kat, katman katman birikmiş olanlar, girenlerin haklı olarak içinden çıkılmaz, dışında kalanların haklı olarak içine girilemez, nüfuz edilemez saydıkları bir alaşım ortaya koyar. İstanbul, pek az klâsik şehirle (Roma’yla, Paris’le) kıyaslanabilecek bir tortuya, pek az çıldırmış metropolle (Meksiko, Kahire, Moskova) kıyaslanabilecek bir şimdiki zaman cehennemine sahip. Bütün yazılar üzerinden üst üste geçerek bulanık bir derinlik oluşturmuş. Bu ağır havayı küçük şişelere kapatıp başkalarına iletebilir miyiz, bilirsiniz ünlü dünya kentlerinde gezmenlere yarı şaka yarı ciddi şehir havası satılır. Hele şiir, o havayı en yoğun haliyle toplar bünyesinde, iyicene yoğunlaşmış, derişmiş bir birim halinde.

Füruzan; beni asıl yaralayan, bu iletişimin hemşeriler katında gitgide olanaksızlaşmasıdır. Hayattan, hayatından yorgun insanlar bir de şehirlerini okumaya, onun zamanla çetrefil cümlelere dönüşen gerçekliğini kavramaya katlanamıyorlar. Eleştiri dünyamız suçu ürünün yoğunluğuna yüklemeye yatkındır, gerçeğin yoğunluğundan yüz çevirdiği için böyledir.

Öte yandan, Tarkovsky’nin yanıldığını düşündüğüm bir nokta var. Mealen anlaşıldığı, anlaşılabileceği konusu. İletişim bir yerde elbette olanaksızdır; bir yerde ama her yerde değil. İkide bir gönderme yapmadan edemediğim, Kafka’nın o küçümen metinlerinden biri, “Büyük Yüzücü”, kişinin, sözünün ana yurdunda, anadilinde bile Çin Seddi örebileceğine dikkat çeker. Buna karşılık, Yukarı Volga türküsünün Rus insanında yarattığı çağrışımların nabzını bir Sicilyalı, bir Arjantinli, bir Yemenli kendi topografi metafiziği ve gamlanma ritüeli içinde dosdoğru tutabilir de.

Şiir ya da film, ezgi ya da figür, yaratma ediminin dibinde çalkalanan, pek çok öğe, farklı kültürlerin çarpışma noktalarında ortak duyarlık ve algı bölgeleri keşfedilmesine yol açıyor bence. iletişim yasası bu galiba: Bir olanaksızlık koşuluyla bir olabilirlik durumu arasında köprü kurması.

Onun için de en sıradan simgelerden biri olsa bile, ben şu şişe örneğini seviyorum. Seçtiğiniz, tutup sıkıştırmaya çalıştığınız hava, şişedeki mektup, geniş sulara açılıyor. Bir kıyıdan bir el toplar mı onu, açıklarda yitip gider mi, el mi daha doğrudur, kayboluş mu? Bütün bunları bilmesek de olur gibi geliyor bana.


“Seferî Dîvan” s.56 Yokuşaşağı “bana anlatılanları yanlış anlamadıysam siz de burada yerli sayılmıyorsunuz” Doğu Batı Dîvanı’nın en çelişkili dizesini oluşturuyor bu satırlar. Bir şairin arasız tartıştığı, anayurdun nasıl yabancısı sayılabileceği sorusunu. Bilinir ki en yabancısı olduğunuzda bulunulan coğrafyayla yakın çekişmede, sorgulama da çoğunlukla olmaz. Dilinin yerlisi sayılmak sizce nasıl bir saptamadır?

- Proust’un “En güçlü yapıtlar, bir tür yabancı dilde yazılmış olanlardır” sözünü bir tutanak olarak seçebilir miyiz? Konu edebiyata, sanata geldiğinde ben yerlileri, bu bağlamda muhafazakârlarla özdeşleştiriyorum. Kültürel tutuculuğu uzun süre siyasal tutuculukla bir tutma yanlışını paylaştık sanıyorum. Kaldı ki siyasal düzlemde de öyle olmadı mı... kendilerini devrimci sayan, gösteren pek çok anlayışın sahici yüzü nice zaman geçti de öyle göründü.

Dilin egemen kullanımı yazın adamı için başlı başına bir tehlikedir. Bunun yerine yapay, zorlama bir deformasyon taktiğini geçirmeyi önerecek değilim elbette, zorla güzellik olmayacağını öğrenecek yaşa geldim artık. Sözdizimi, üslûp, hatta noktalama tercihleri düpedüz siyasal tercihlerdir. Hlebnikov’un şiir, Thomas Bernhard’ın anlatı, Paz’ın deneme, Derrida’nın düşünce yazısı düzleminde kendi dillerinde yaşadıkları kavgayı dilimizdeki karşılıklarına oturtalım: Ece Ayhan, Vüsat O. Bener, Salâh Birsel, Nermi Uygur. Burada yaşanan yabancılaşma, yabancılaşmayı bütün felsefî yükünden arındırarak kullanıyorum, toplumda egemenleşmiş, kireçlenme yaratmış değerlerle uzlaşmaya yanaşılmadığının açık göstergesidir.

Şüphesiz, çarpışmayı tek yönlü görmüyorum, görmemem de gerekir, Türkçe, klasik gizilgücü açısından hor kullanılmış bir dil. Düşünün ki Yunus Emre’yle Karacaoğlan’ın bugün bakıldığında hâlâ çok yüksektir çıtaları; bu hesaplaşmayı yapacak yürekliliği bulamıyoruz kendimizde. Onlar gibi yazacak değiliz, bundan söz ediyor değilim elbette. Onlar kadar kurabilmeliydik.

Modern Türk şairinin dramı bu belki de: Bütünüyle hâkim olamadığı bir dili çözmeye çalışıyor. Kaç Necatigil var arkamızda?

Öte yandan, çelişkili gelebilir ama, iki zıt yönde ilerleme kaygısı da yabancılığın önemli kaynakları arasında yer alıyor. Ortalama bir dil mayası, ortalama bir ifade hizası istiyor yerliler. Her türlü arayışa çifte kilitliler. Şairin işi zor, diyebiliriz: Derinlik hem çok yalındır, yalınlaşma, arınma, arındırma ister; hem karmaşık, bulanıktır, algı prizmamızı farklı yönlere doğru yontmak kaçınılmazdır.

Bir gün, ileride bir gün, Dîvan şiirlerinden bazılarının bütün versiyonlarını peşpeşe dizmek isterim bir kitapta. Neyi nasıl aradığımız, bulduğumuz, yitirdiğimiz bana kalırsa birinci derece yanıklarla gösterilebilir.


- Doğu-Batı Dîvanı bütünlüğü tam bir çalışma. Ana başlıktan fazlası gerekir miydi, bilmiyorum. Çünkü sayfalar boyu sözcüklerin sürdürdüğü iletişimi kesilmeyen bir anlatı. Yazarın ülkesinin zengin bir geleneğinde olduğu gibi Dîvan’ında kaside, tevhid, tarih düşme vb. kalıplarını gözardı etmeden fakat tüm bu kalıpları çok başka noktalarda veniden kurarak ortaya koyduğu Doğu-Batı Dîvanı edebiyatımıza getirdiği bu özgünlükle de çok dikkat çekici. İlk sorumdan beri yinelediğim gibi ben çalışmanızı bu topraklara ait ve yerli buluyorum. Bu değerlendirmemi nasıl karşılıyorsunuz?

- Bütünlük düşüncesi, ereği, adını nasıl koyarsak koyalım, her yapıtın asal boyutu: Şiir sanatında en büyük zorluk, parçalarla bütünün arasındaki oynak ilişkiyi bir noktada tutmaktan geçiyor. Benzetmek şartsa, ben en çok ip cambazlığına benzetiyorum bu uğraşı; Denge noktasını bulamaz, onu koruyamazsanız düşersiniz, üstelik bir kere “koruyamamış olmak yeterlidir.

Bu bütünlük endişesi Dîvan’dan pek çok şiirin düşmesine, birkaç şiirin de salt bu nedenle kitapta ver almasına neden oldu. Dîvan edebiyatının en güçlü yanını, son derece sağlam bir kitap felsefesine dayanmasında görüyorum. Bir gövde, kendi organ dağılımının yetkinliği oranında fizik ve metafizik dengesine kavuşma olanağına sahiptir, yoksa sakat kalır. Dîvan geleneği ile kültürel bağlar kurma tasası taşımadım açıkçası. Biz, doğru dürüst Osmanlı şiirinin trigonometrisini bile keşfetmiş sayılmayız, köhne filologlarla olacak şey değildir bu, bırakalım Goethe, Lorca, Ekelöf gibi büyük Batı şairlerinin ‘Dîvan’ başlığı altında neler düşündüklerini anlamayı.

Hiç yorum yok: