RSS

26 Mart 2011 Cumartesi

GÜLTEN AKIN

HALKIN DAMARINA BAĞLANAN ŞİİR





Özgür İnsan
Mayıs 1977


Şiir dünyayı değiştiremez. Dudaklarının ucunda alaycı bir gülümsemeyle bunu söylüyor birileri. İlk bakışta, gülle gibi bir söz dersiniz. Kimse yerinden kıpırdatamaz. Bunu söyleyenler, ne şiirleriyle, ne yaşamlarıyla, dünyayı değiştirmeye katkıda bulunmak isterler. Dünyayı büyülü değnekle değiştiremeyiz. Şiir büyü değildir, ozan da büyücü. Öyle bir yetimiz yoktur bizim. Yoktur ya, nelerimiz var, görelim bir.

Şiir yaşamdan çıkar. Bu yaşam kişisel yaşamdır, diyemiyorum. Çünkü, toplumla kuşatılmış kişiliklerimizin, toplumdan yalıtılmış ürünler vereceğine inanmıyorum. En yalnız kişinin bile söyleyeceğinde başkaları vardır. Binbir ilişki vardır. “Ben Ruhi Bey Nasılım” adlı kitabıyla çizgisini kalınlaştıran Edip Cansever'in iki dizesi var, severim ben:

Adımızı sorarız birine
O bize adını söyler.


Kısaca, insan yalnızdır. Kimse kimseyi anlamaz, anlamak, istemez, diyen bu dizelerin çağrıştırdığı görüntüleri bir geçirin aklınızdan. Herkeslerin ben ben ben diye dolaştığı, kimselerin kimseleri anlamadığı bir toplumu en özgün biçimde çizmiyor mu?

Diyeceğim o ki, her şiirin doğduğu ortam toplumsal bir ortamdır. Önemli olan, bu mutlu doğumu oluşturan toplum kesitinin ozanla alışverişidir.

Bizim ülkemiz, bizim halkımız kendi uygarlık dönüşümünü gerçekleştirme sancıları içinde bir halktır. Bu ülkenin ozanı, eğer egemen kesitten değilse, suda balık gibi, Behrengi'nin “Küçük Kara Balık” ı gibi gündelik yaşamın, halkın yaşamının içindeyse, neyi yazmalı bile demiyorum, neyi yazacak? Yaşadığını elbette. Elbet dolup taşacak şiirleri gerçeğin yansımasıyla. Elbet dolup taşacak şiirleri yaşanası bir dünyanın özlemiyle, umuduyla.

Bir ozan şiirini, iletişim kurduğu başka insanlar için yazar. Bu insanlar iki kişi de olsa, büyük bir kitle de olsa, şiiri belirlerler. Nasıl ozan birikimiyle yazacağı, sesleneceği kişileri seçiyorsa, ondan da önce ozanları seçen, şiirleri belirleyen okurlardır.

Bizde bir yanlışlık sürekli yapılmaktadır. Açık oturumlar düzenlenmiştir bu uğurda. Dergilere, gazetelere yazılmıştır. Tek tek yakınılmıştır: Şiir kitapları ilgi görmüyor, halk şiiri anlamıyor.

Eytişimin gereğidir bu. Önce ozan kendini bilmeli. Benim birikimim nedir? Konumum nedir? Alışverişim kiminledir? diye düşünmeli. Kendini kitleyle iletişim kurmaya yeterli görüyorsa, yazdıklarının diline bakacak, iç biçimine bakacak. Sen kitleye, halka şiirini vermek, coşku taşımak, umut taşımak, güzellikler taşımak istiyorsun. Öyleyse şiirin halkının yaşamından çıkıp yine halkının yaşamına katılacak. Kısaca, iletişim kuracaksın halkla. Bu iletişimde gelişigüzel bir dili seçemezsin. Halka yabancı gelmemelidir seçtiğin dil ve bu dille kurduğun yapı, biçem.

Ben demiyorum ozan yalnız bir aracıdır. Halktan alır, değiştirmeden verir ona. Der miyim? Ozan, alır özünü halktan, seçer dilini biçemini, aldığını nitelikçe yükseltir, değiştirir. Ama bu değiştirme halkın kendini değiştirme hızına da uygun, yaklaşık olmalıdır.

Halkın sindiremediği, ona yabancı biçimler içinde, yadırgı dil yapısı, sözcükler içinde öz kaynar gider. Türk şiirinin elli yıllık serüveninin altında yatan trajik durum bu yabancılaşmadan, özellikle otuz otuzbeş yıldır batı kültürünün, eğitim dizgesinin, batı edebiyatının baskınına, baskısına uğramaktan kaynaklanmaktadır. Yayılmacılığın kendisidir bu. Yayılmacı batı kültürü, eğitim dizgesi, ona bağlı olarak yeşertilmiş (montaj) kültür, edebiyata, şiire iğreti öykünmeler olarak yansımıştır.

Şiirimizin geleneği batı şiirindeymiş gibi davranılmıştır. Ulusal özlere, biçimlere Türk halk geleneğine bağlanma girişimleri olmuştur ama, siyasal karartmalar yüzünden, bazan da bilinç eksikliği yüzünden, girişimler yetersiz kalmıştır.

Dil, demiştik. Biliyoruz ki hala iki dil var. Genel dil filan diye kendimizi avuttuğumuz yazı dili, resmi dil. Birde halkın halkın konuştuğu dil. Yazı dili, halkı okumuşa yabancı tutan bir dil. O kadar da renksiz, dar, kısır, tıkız. Açın gazeteleri, açın kitapları bakın, yazarlarımız kaç sözcük, kaç kullanış biçimi içinde döneniyorlar. Ya halk? Halk birkaç yüz sözcük içinde döneniyormuş öyle mi? Bu, bizim kuruntumuz. Nedense böyle bellemişiz bunu. Açın bakın Türk Dil Kurumu'nun yayınladığı Derleme Sözlükleri'ni kaç bin sözcük var? (Yaklaşık yüz bin. Bir de derleme dışı kalan var, belki o kadar daha.)

Sözün yeri gelmişken özleştirme konusuna da değinelim biraz. Dilimizden yabancı sözcükleri atıyoruz. “Arı” tıyoruz dilimizi. Bunu yaparken iki yöntem kullanıyoruz:

Ekini köküne denk getirdiğimiz yeni sözcükler türetiyoruz. Bu iyi ve gerekli. Ancak, bundan daha iyi, daha gerekli olan yöntem, asıl tutulması gereken yol, halkın kullandığı sözcüklerin iyice incelenip, kullanılış biçimlerinin araştırılıp, kendi ağıntısı içinde yazı diline yerleştiri1mesidir. Bu yolun yeteri kadar işletildiği kanısında değilim. Üstelik, halkın dilinde öyle sözcükler vardır ki yazı dilinde olanların tek sözcük olarak karşılığı yoktur. Bizim, (iki parçayı biribirine uydurmak, tutturmak olarak yazdığımız kavram), halk dilinde (alıştırmak) olarak söyleniyor. Giyinmeden sırta almak; “eğnenmek”; bulutlu, durgun, çok sıcak hava: “alamık”; sık ağaçlı yer; “basalga” diye karşılanıveriyor. Bazı sözcüklerinse, genel dilde kavram olarak karşılıkları yok. Bunları seçip almak genel dili pek çok zenginleştirir.

Sözcüklerin, kendi ağıntısı içinde genel dile yerleştirilmesinde ise, halk bilgisi (Folklor) gereçlerinin incelenmesi, değerlendirilmesi olağanüstü önem taşımaktadır. Dilin kullanılışı, yapısı bütün özellikleriyle, biçimleriyle orda vardır.
…………………

Bu konuda benim özel bir durumum var. Çocukluğum bir küçük kentte, halk dilimizin çeşitli renklerle kullanıldığı eşraf-halk ilişkisi içinde geçmiştir. Sonra da onbeş yıl Anadolu'da, kasabalarda, kopmamaya önem vererek öğretmenlik, avukatlık yaparak yaşadım. Bu arada okudum, düşündüm dil sorunları üstünde, edebiyatla uğraştım. Şu günlerde görevliyim de.

Şunu iyi öğrendim ki, genel dilin yükselmesi, canlanması, zenginleşmesi yazınla olur ancak. Özellikle de şiirle. Yazın türleri içinde, halkda en hızlı devinen tür şiirdir. Ataktır. Ezgilerden de yararlanarak, her yere girer.

Yeni ozanlar kuşağı, bir elinde derleme sözlükleri ve folklar gereçleri (Üniversitelerimiz yayınları arasında da büyük yer tutuyor bu gereçleri toplayan ve inceleyen eserler.) ötekinde, 1960'ın açtığı aydınlıkta çevrilen, yazılan yayınlarla girdi şiire. Bir de yaşamıyla halkın içindeyse, şiirinin öz damarı halk kaynağına bağlıysa başka ne gerek.

..........................

Gelecekten çok umutluyum ben. Şiir konusunda da, dil konusunda da. Batının kur-tak kültür ve edebiyat etkilerinin yıkılıp gideceğine, bilgilerin iyi özümleneceğine, halkın içinden gelen ozanın şiirinde halkın yaşamının soluk alıp vereceğine inanıyorum. Yanlış benimsenmiş, daha doğrusu benimsenememiş yabancı gelenekten arıtacağız şiirimizi. Kendi geleneğimize onurla sahip çıkacağız.

Halkımızın kendi uygarlığını yükseltme çabalarını artırdığı, direnç topladığı şu günlerde, şiirden kendine yarayanı seçmesine yardımcı olacağız. Pir Sultan'ı, Ruhsati'yi, Dadaloğlu'nu, Karacaoğlan'ı seçip ayıklayarak söyleyen halka bu gelenek doğrultusunda ama onu aşan ürünler vereceğiz.

Halkbilgisi gereçlerimiz, masallar, türküler, maniler, ağıtlar ve ötekiler kaç Anadolu uygarlığından süzülüp gelmişlerdir. Her uygarlık bir öncekinden kaynaklanır, kendisiyle birlikte var olandan güç alır. Halk edebiyatımıza da, halk müziğimize de ilkel demek yanlışın yanlışıdır. Bir dizemde dediğim gibi, “ilkel değil, ilk uygarlıktır”. Bir başka uygarlı, kendi uygarlığımızın ürünüdür. Onu geliştirip değiştirmenin sancıları içindeyiz bu doğru. Çünkü, milattan önce beşinci yüzyılda bu topraklardan geçmiş Heraklitos adlı kişinin de dediği gibi yaşam “hep devinir, hiçbir yerde durmaz”.

Dil de yükselecek, gelenek de, şiir de. Yeni uygarlığını kuracak. Etkileye etkileşe. Batının, doğunun ürünlerini de bilerek, onları seçerek.

Hiç yorum yok: