RSS

28 Mart 2011 Pazartesi

GÜLTEN AKIN

GELENEKTE VAR OLANIMIZI YOK SAYIP BATIDAN TEMELLENMEYE ÇALIŞTIK


Bütün şiirlerinizi SEYRAN adıyla topluca yayınladınız şu günlerde. Rüzgâr Saatı'ndan Seyran Destanı'na gelen bir şiir serüveniniz var. 1952'den, 1982'ye uzanan yoğun bir süreç bu. Sayın Gülten Akın, bu sürecin dönemeçleri sizce nerelerde? Her dönemeç nasıl bir değişimi vurguluyor? Dönüp geriye baktığınız. zaman, geçmişte bırakılan ve bugüne, yarına aşıp gelen nelerle karşılaşıyorsunuz?

Evet Ali İhsan, doğru. Şiirimde bazı dönemeçler var. İlk dönemeç Kırmızı Karanfil. Rüzgâr Saatı bir ilk kitap olmanın özelliklerini taşır. Kestim Kara Saçlarımı ve onu izleyen Sığda belki daha usta işi. Ama, her üçü de odağı «ben» olan bir hayatın çeşitli görünümlerini yansıtır. Aşk, sevgi, ayrılık, özlem, yalnızlık, çeşitli acılar, sevinçler. Bu yalnızlık, o günlerde sanatçı kişiliğimin bir parçasıydı. Koca bir kalabalığın ortasında bile, kendi içime kaçıp saklandığımı, bunu sık sık yaptığımı ansıyorum. İletişimimi kesiyordum ya da en aza indiriyordum, isteye isteye. Şiirle birlikte olabilmek isteğiyleydi bu. Ama hep orda kalamıyordum. Kalabalığa, ya da başkalarına döndüğümdeyse, kendimi dışlanmış buluyordum. Orda, yalnızlığın hiç istemediğim faslı başlıyordu. Bu durumla nasıl baş edeceğimi bilemiyordum. Çocuklarım doğuyordu. İstiyordum, seviyordum onları. Onlar hayatıma girince, kaçıp saklandığım yalnızlığı yitirdim. Ama sonradan, kendimi istemeden buluverdiğimden de kurtuldum. Murat, Can, Aksu ... Birer tansıktılar. (Onur ve Deniz sonraki şiir döneminde doğdular.) Değişmemi sağlayan nedenlerden biriydiler. Evlendiğim 1956 ile 1959 arasında Ankara'daydık. Sonra, her yılı ya da her iki yılı bir Anadolu ilçesinde geçirerek 1973'lere değin dolaştık.

Biraz geriye alsak da tarihi, Kırmızı Karanfil'e dönsek olur mu?

Ah, evet. Onu atlayıp geçemeyiz. Kırmızı Karanfil'in basıldığı yıl 1971 ama, içindeki şiirler 1964-71 arasında Haymana, Kumru, Gerze, Saray'da yazıldı. Bu yıllar artık 1960' ların geride 'kaldığı, ülkece. beklentilerin gerçekleşme umudunun yeniden yitirilmeye başlandığı, toplumsal muhalefetin yoğunlaştığı yıllar. Bir yanda güzelim Anayasamız, öte yanda ona masalsı bir uzaklıktan bakan, yokun yoksulluğun burgacında, köylü kentli insanımız.

Ordu ilçesi Kumru'nun bir dağ köyüne (Adı Çavdar olacak.) toprak bir yol açılabilmişti. Görülmemiş diklikte bir yoldan çıkıp gitmiştik. Yıl 1965 ve ilk kez bir motorlu araç görüyordu köyün çocukları. Bizi alıp bakımlıca bir eve buyur ettiler; Öteki evleri görmek, insanları tanımak istiyordum. Bin dereden su getirip engelliyorlardı. Üsteleyince, gezdirmek zorunda kaldılar. Her gittiğim evde hasta vardı. Birinde dört kişi yatıyordu. Hepsi verem. Ocaklarında, İç Anadolu'da sitil dediğimiz bakır kaplarda pancar (Kara lahana) kaynıyordu. İçine mısır kırması katılmış. Yağsız, etsiz, yoksulluğun çaresizliğin böylesini başka yerde görmedim, diyemem. Gerze'nin uzak köylerinde, Gevaş'ta ...

Yaz, Güz, İlkyaz, Kış ve öteki şiirler, ardarda yazıldılar. Acılarla dolu ama, coşkuyla, sevgiyle. Kendi çocukluğuma da ilmikler atarak. Kırmızı Karanfil'i bir ara dönem sayabiliriz. Sonra,Ağıtlar, Türküler ve Destanlar dönemi.

Bu döneme biraz sonra yeniden değinmek üzere, sorumuzdaki değerlendirmeyi yapsak?

İlk şiirlerden Kırmızı Karanfil'e taşınan ve taşınmayan neler vardı? Bunu sormuştunuz. Peki, söyleyeyim. Yeni bir nitelik oluşturacak her şey taşınmıştı. “Ben” bile. Ama o da nitelik değiştirip, halk içinde yerini alarak. Şiirde sanatta, sanatçının istemine bağlı olmadan hep bir değişme vardır ama her yeni oluşumda eskinin içinden seçilmiş taşlar kullanılır. Yeni'nin niteliğini belirleyici ögelerden biri bu eski taşların seçimidir.

Şiirlerinizde yer yer çocukluğa özgü duyarlıkların, yaşantıların izine rastlıyoruz. Bu saptamadan çıkarak, şiirinizin oluşumundaki belirleyici etkenler arasında, çocukluk çağınızın yerini anlatabilir misiniz?

Müziğe, resme yetenekli çocuklar vardır. Şiire yetenek pek kabul edilmez ama, ben öylesi bir çocuktum. Kendimi bildim bileli şiir söylemeye çalışırım. Bu yeteneğin raslantısal olmadığını sanıyorum. Aile içinde, şiire büyük değer verilmesinin sonucudur. Manileri, koşmaları, ilahileriyle, şiirli dinsel öyküleriyle, Anadolu halk edebiyatının ortasında kendimi tanıdım. Daha okuma yazma öğrendiğim yıllarda, seçkinci edebiyatın ürünleriyle tanıştım. Bir çok kişinin lise sıralarında bile okuma olanağı bulamadığını ben çok küçükken okudum. Okuma tutkunuydum çünkü. Bir yerleri kurcalıyordum boyuna. Ankara'ya okumaya giden ya da öğrenimini bitirmiş dayılarım vardı. Eski, bırakılmış bavulları hazine değerindeydi. Yirmilerden, otuzlardan, kırklardan sararmış ya da yeni kalmış kitaplar. Divan edebiyatı antolojisi, yeni şiirimizin ilk antolojisi. Nazım şiirleri.

Kulağımın dibinde top patlasa duymazdım. Dalıp giderdim. İyiyi kötüden ayırabilmeyi erken öğrendim. Uyaklı, uyaksız şiirler yazdım. Ancak üniversiteye başladığım yıl yayımladım. Hayatı, başkalarından değişik olduğunu sandığım bir ilgi ve dikkatle gözlüyordum. İnsanların erkek-kadın, genç-yaşlı, varsıl-yoksul olmalarının ilişkilerini belirlediğini görüyordum. Haksızlık yapılıyorsa dayanamıyordum. Bir yakınıma, bir arkadaşıma yapılan, beni, bana yapılandan daha çok üzüyordu, pek çok sonra, birileri bunun ayrımına varıp, cezalandırma yöntemi olarak kullandılar.

Doğan Hızlan'ın ermiş, abdal filan demesine neden de buralardan gelir. Kendime yapılanı sabırla karşılamayı öğrenmiştim. Onur vardı bir de. Duyurmaz, saklardım. Ama kötüleri bağışlamadım.

Büyüklerin konuşmalarını, ilişki inceliklerini büyük bir dikkatle izlerdim. Pat diye söze dalıverdiğim olurdu. İlgim yakalanırdı böylece.

Doğaya tutkundum. Kentin evlerinin bittiği yerlere, dağ eteklerine kaçardım. Dalıp geciktiğimde, işte orda, yine yakalanırdım. Uzak gözetime alınıyordum. Feodal ilişkilerin sürdüğü evimizde dedemin sevgisi ve lwruyuculuğu, öteki söz sahiplerinin kişiliğime saldırısını önlüyordu. O koşullar içinde özgürce geliştiğimi söyleyebilirim.

Şiirimizde, geleneğin kalıplarını kırıp yeni yapılar oluşturma süreci, tanzimatla başlayarak günümüze değin ulaşan karmaşık bir ilişkiler bütünüdür. Siz bir sanatçı olarak, içinde yer aldığınız bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yanıt sorunun içinde. Bulunduğum süreç geleneksel divan ve halk şiiri kalıplarının kırıldığı süreç. Divan şiiri olsun, halk şiiri olsun, kendi kalıpları içinde, kendi dönemlerinin yaşam izdüşümünü taşıyorlardı. Güne yanıt veremezlerdi (O biçimleriyle). Cumhuriyete değin ağır ağır bozulan kalıplar, Cumhuriyetle birlikte kırıldı. Bu olumlu bir durumdu. Burda yapılan yanlışlık şuydu: Kalıpların kırılmasıyla birlikte geleneğimiz yok sayıldı. Gelenekte var olanımızı yok sayıp batıdan temellenmeye çalıştık. Bu bir tepkiydi, denilebilir. Çağdaşlaşma için gerekliydi de belki. Ama sürmemeli. Çünkü, bu boşluk yabancı bir kültürün egemenliğinin artmasına yarıyor.

Çağdaş duyarlıkların yansıtılmasında geleneğin lwllanılması hangi bağlamda olmalıdır? Yapıtlarınızda geleneksel ögeleri kullanışınızda egemen olan tavır nedir?

Burda, bilerek çarpıtma ya da bilmeyerek yapılan bir yanlış anlamanın önüne geçmek için açıklıyorum ki, benim şiirim halk şiirinin bir uzantısı değildir. Ama şiirimizin yaslanması gereken geleneğin öncelikle kendi geleneğimiz, kendi yaşam değerlerimiz olması gerektiğini vurgulamak istiyorum. Batının birikim ve kullanımlarını şiirimize temel kılmak yanlış bir tutumdur. Böyle üretilmiş şiir karşılığını yaşamımızda bulamadığı için yapma çiçekler gibidir. Bu ne kadar yanlışsa, halk şiirimizin biçim ögeleriyle iç ve dış kalıplarıyla çalışmak da o kadar yanlıştır. O da hayatımız da karşılığını bulamıyacaktır. Dahası, kullanılabilirlik alanlarının hızla yozlaşmasına, güncel gereç toplamından düşülmesine neden olur. Geçmiş toplumsal, tarihsel alanın kullanımı da, bir bol keseden harcama biçimine dönüştürülmemelidir. Günün açıklamasında, kendi kendini değiştirip yükseltmesinde yararlanılmalıdır. Sık sık yapılmakta olan iki yanlış var. Bir kısım genç ozan içi güncel özle doldurulmamış halk biçiminin kalıplarıyla yazıyorlar. Mekanik şematik, işlevsiz ürünler çıkıyor ortaya. Örnek vermek istemiyorum. İkinci yanlış da, tarihin, geçmiş toplumsal yaşamın kullanımında görülüyor, tarihsel birikimler, söz ve söz yapıları, ses değerleriyle şiire sokuluyor. Yine içeriği boşaltılıyor. Çok çok bir çağrışıın değeri öne çıkarılarak. Cülus, zından şir-i pençe, bizans, zehir, hançer, pranga, kul, divan ... Elbette kullanılır bu sözcükler, kullanılmalıdır ama güncele paralel bir özü taşıyarak, ağıntısıyla birlikte.

Maraş'ın ve Ökkeş'in Destanı'ndan başlayarak, çağdaş destan yaratımına yöneldiniz. Ulusal kurtuluş mücadelesini ele alan bu destanı, Türk halkının tarihten süzül'Üp gelen yaşamını güncele bağlayan Seyran Destanı ile sürdürdünüz. Bu yapıtlarınızda tarihsel bilgi ve kuramsal yaklaşım ile yaşanmışlığı nasıl bağdaştırdığınızı anlatır mısınız?

Bir ozan için bilgilenmenin çok önemli olduğunu söylemek gerekmez. Bu bilgilenme, hayatın kendisinden, denemeden, sınamadan, gelenekten, geçmiş dünya yazınından, çağdaş yazından, ülkenin tarihinden ve tarihsel yazınından ve başka sanatlardan, her şeyden olur .. Kısaca hayatın kendisinden. Yaşadığım güne bir açıklama getirebilmek ve geleceği aydınlatmak amacıyla tarihseli kullanıyorum.

Ozan toplumbilimci değildir, tarihçi de değildir. Bu kesin. Şiirin doğrudan gereci bilimsel ve kuramsal bilgi değildir. Bir var ki şiir de kendine özgü bir bilgi türü, hatta bir iletişim biçimidir. Bilimsel bilgiden de, tarihten de yararlanılır.

Bu bilgilenme olayı içiçe geçmiş, birbirini doğuran süreçlerle oluşup gider. Ozan, bir döneminde hayata, ötekinde tarihe, bir başkasında bilime yönelmez. Şiir yazmaya başlamadan çok önce, az ya da çok bir birikme, bilgilenme sözkonusudur. Birikme derken, bunun duruk donuk, niceliksel olmadığını bir kez daha vurgulamalıyım. Bilgi gelir bir bireşim yeni bilgilerle başka bireşimlere ulaşır. Ve sürekli bir seçme. Sürekli bir değişim ve nitel sıçrama. Şiiriniz bu oluşumu izleyebiliyorsa, o da evrilip değişip geleceğe aktarılarak birikiyorsa ozanlığınız diridir. Değilse, yaz bir kalıbı sürükleyip götürüyorsunuz demektir. İnsanın kendi ölüsünü sürükleyip götürmesi kadar saçmadır bu.

Destanlarınıza dönersek?

Evet, onlar birer seçilmiştir. Konuları Türk halkının yaşamının nirengileridir. Kurtuluş Savaşımız ve göç olgusu. Halkımızın destanını yazma istemim, seçimim nasıl kendi önceki birikimimin sonucuysa, bunu yazmak için bu nirengilerden başlamak, tarihten, toplum bilimden yararlanmak o denli gerekliydi.

Birinci destan bölgesel bir ilk direnmeyi vermeye çalışıyordu. Seyran'ın özelliğiyse, tarihseli ve günceli bazan geçişmeli, bazan paralellikler kurarak birlikte taşımaktır.

Destan çalışmanız sürüyor mu?

Sürüyor. Şimdi daha geriden bir tarihsel kesitin anlatımıyla. Yazmakta olduğum “Celâliler” destanı, bana öyle geliyor ki daha iyi olacak.

Edebiyat dile dayanan bir sanat, şiirse, dili yoğun kullanmanın en çetin alanıdır. Bu nedenle dil konusunda yaklaşımınızı öğrenmek istiyorum?

Şiirimin dil kaynağı, halkımızın konuşma dilidir. Şiirim, dramatik ögeleri baskın olarak barındırması nedeniyle de konuşma dilinden kaynaklanır. Kitabîlik taşımaz. Kitabîlik kimi zaman konuşma diline de girmiş olabilir. Slogan biçiminde filan. Onu kullanmaya gereksinme duyuyorsam görünür ya da görünmez bir tırnağa almışımdır mutlaka.

Tarihsel dil konusunda daha önce söylediklerimi ansıtmak isterim.

Halk dilinin bir bölümü genelde kullanılır. Kimi sözcükler, deyimler, dilsel; yapılarsa, yereldir. Ben gerek Türkiye'de genelde kullanılandan, gerekse yerel ağzın gereçleri içinden seçmeler yapıyorum. Doğallıkla, dilsel birikimimden yararlanarak. Sözlüklere sık başvurmam. Onları herkes kadar kullanırım. Seçtiğim dil yapılanmasında yerel sırıtmaz. Anadilimdir bu çünkü. Burda bir üstünkörü bakışın getirdiği yanlışı düzeltmeme izin verir misiniz? “Gülten Akın halk şiirini ve onun gereçlerini iyi kullanıyor” filan.

Ben halk şiirini ne kullanıyorum, ne de yapıyorum. Onun uzandığı kaynağa ben de uzanıyorum. Yoksa, kalıplarını, söylemini almıyorum. Ara sıra bir türkü dizesi belki. O kadar az ki. Üstelik yapı onlardan hem yararlanmış, hem dıştalamıştır. Bile, isteye.

Türkçe yazmaya özen gösteririm. Tarihsel anlatımın gerektirdiği yerde Osmanlıcanın sözcüğü ve yapısal özelliklerine de başvururum... Osmanlıcayı diriltmeye çalışmadan. Ölen bir dili diriltmeye çalışmak ya akılsızlığın, ya gerici özlemlerin simgesi olabilir.




ALİ İHSAN MIHÇI
(*) Gösteri Temmuz 1982'de yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok: