RSS

28 Mart 2011 Pazartesi

GÜLTEN AKIN

YAŞAM VE ŞİİR



Bir şiirin yazılışında tutulan yol, yöntem şiirin türüne göre değişir. Benim şiirimde de, başka, ozanlarınkinde de bu böyledir.

Konuyu somutlayarak daha iyi açıklayabiliriz.

«Destan» türünde bir şiirin hazırlanışı için “Maraş'ın ve Ökkeş'in Destanı”nı örnek vereyim:

1970'li yılların başında bir görevli ailesi olarak Maraş yaşamına katılmıştık. Kurtuluş Savaşı'mızın şiirine girmeyi yıllar öncesinden düşünüyordum. Düşünüyordum ama, doğrusu kendimi yazmaya hazır bulamıyordum bir türlü. Bir konu üstüne pek çok bilginiz olabilir; bütün duyarlığınız, Coşkunuz onun üstünde olabilir. Üstelik kurtuluş savaşı vermiş bir ulusun ozanı olarak, onu şiirde kalıcı kılmaya görevli de sayarsınız kendinizi. Ama, yetmeyebilir bütün bunlar.

Maraş direnişi, bilinir ki, Kurtuluş Savaşı'mızın ilk direnişi, ilk yengisidir.

“Bozmak için düşmanın yuvasını
Bazen kendi evlerini yakarak ... “


Orda oturmaya başladıktan kısa bir süre sonra ilk gereçleri toplamaya başladım. Toplamamak elimde değildi. Kimle konuşulsa söz dönüp dolaşıp oraya geliyordu. Tıpkı Erzincan'da hala her birçok evde “büyük deprem” in sözünün edildiği gibi. Kurtuluş Savaşı'mızın yiğit gazilerinden yaşayanlar vardı. Onlardan biri komşumuzdu. Konuşuyorduk. Doyulmaz söyleşilerimiz oldu. Notlar aldım. Öyküler'in yaşayan izlerini sordum. Savaşın gezdiği yerleri ben de ev ev, sokak sokak gezip gördüm. Narlı yöresinden Maraş'a doğru akıp gelen suyu, Aksu'yu, köprülerini tanıdım. Tarihi incelemiyor, izlemiyor, yaşıyordum. Maraş çarşısına gittim birçok kez. Sevinerek gördüm ki özelliğini henüz yitirmemiş iğreti duruyor naylon .. Kilimin, keçenin, at koşum takımının yağ ve pekmez küleğinin üretimini, bakırın ve gümüşün insanla ilişkisini iz1edim. Ev içlerine girdim. Oradaki yaşamı, evlere yansıyan geleneksel beğeniyi tanıdım. Maraş insanının yapısını, konuşma ve davranışını izledim. Kentin coğrafyası, ekonomisi, tarihi... derken, birinci evre bitti. Bitti değil, “yetti” demek gerek. Bitesi değildi çünkü.

İkinci evre bu derlenen gereçlerin seçilip düzenlenmesi evresiydi. Neyi, niye seçip, neyi, niçin bırakacaktım. Bu soruların yanıtlanmasında denektaşı dünyaya bakışım, yazma amacım oldu.

Amacım, ülkemin yoksul halkının bir koca kurtuluşun üstesinden nasıl gelebildiğini, onca devlete, topa tüfeğe karşı verdiği savaşta direnç kaynağının ne olduğunu tarihsel bağlamı içinde destanlaştırmaktı.

Peki, dil kaynağı?

Dadaloğlu'nun “Kalktı göç eyledi avşar illeri” dediğinde Çukurova, Antep, Maraş yöresinden Bozok yaylasına “iskan” olmuşların taşıdığı dil, benim doğum yerim Yozgat'ta da konuşuluyordu. Bu ağzı iyi tanırdım. Sorun yoktu. Oturup, zaman diziyi de gözeterek yazdım Maraş'ın ve Ökkeş'in Destanı'nı. Başarılı mıydım? Bu ayrı bir konu. Ama, yazma yöntemimin doğru olduğuna şimdi de inanıyorum.

Ağıt mı yazıyorum, türkü mü?

Ağıtların, türkülerin konuları beni yüreğimden vuran konular oluyor. Bir durulma döneminden sonra kişileri, olayı yine titizce inceliyorum. Duygularım beni ne denli zorlarsa zorlasın, bir kez bile, ağıtın, türkünün konu kişisini ya da olayını, onu yetiştiren, oluşturan toprağıyla, tarihiyle öğrenmeden, doğrudan yazmaya geçmedim. Dedim ya, ilk duygusal algılamamı, tepkimi soğuttuktan sonra. Konumu, yaşamın doğasından çıkarıp sanatın doğasına almaya çalışıyordum.

Şiir yazmanın bence en önemli noktası yaşamın sanata dönüştürüldüğü noktadır. Sanat için, yaşamın olayları birer niceliktir. Onun sanatsal niteliğe dönüştürümü bir bakıma dirimini yok etmektir. Sanata dönüştürme sürecinin uzunluğu, kısalığı ozanın öznel durumuna göre değişir.

Bu noktada “güncellik” konusuna birkaç tümceyle değinmek isterim. Çoğu kişiler güncelin şiirleştirilmesine karşı çıkarlar sanki “olayın şiirleştirilmesinde mutlaka uygun bir süre geçmesi gerektiği” nedenine dayanıyorlarmış gibi. Oysa başka şeydir “güncellik”. Süre ile süreç'i biribirine karıştırmamak gerekir.

Daha zor da olsa, yaşanılan günün olaylarını, kişilerini sanata aktarabiliriz. Bu aktarma süreci daha az, daha çok zaman alabilir. Bu sorun, bizim “konu-olay'ın yaşayanı, kişinin tanıyanı olma durumunda boğulup kalacak mıyız, kalmayıp sanatçı benliğimizi de bağımsızca alana sokabilecek miyiz” e varır dayanır. Kendimizden, çevremizden, ülkemiz ve dünyamızdan güncel konuları işleyebiliriz. İşlemek bizim hem kaçınılmaz yazgımız, hem görevimizdir. Demem o ki, dışımızda geçen zaman bizi o kadar ırgalamaz.

Başta verdiğim “destan” örneğinde, tarihsel olayın nasıl şiir alanına aktarıldığını da ansıyarak konuyu toparlarsak, şöyle diyebiliriz: Yaşam var, şiir var. Yaşamın niteliği ve niceliği var. Sanatın da. Bunlar birbirine dönüşürken yer değiştirerek dönüşürler ve yükselirler. Yaşamın niteliği sanat için dönüştürülebilecek bir nicelik olur. Bir sıçramayla sanatsal niteliğe dönüşür. Sanatın niteliği de yaşam için bir niceliktir. Yaşam kendini dönüştürürken, yükseltirken bu sanatsal ürünü, niteliği kullanır, nicelik olarak. Sanatın yaşamda yerini bulması budur işte. Sanatın, şiirin yaşamın bir parçası, kendisi olması budur. O yüzden şiirin hası bu kadar etkendir. Ve ozanların çektiği çile bundandır.


Türk Dili / Ağustos 1981

Hiç yorum yok: