RSS

28 Mart 2011 Pazartesi

GÜLTEN AKIN

sözcükler bumerang gibi
döner yaralarsa seni,
ağzın dilin gereksiz.
susarsın...






ŞİİRİN SÜRECİ,
TOPLUMUN DEĞİŞME SÜRECİ,
BUĞDAYIN YETME SÜRECİ. ..
BUNLAR HEP BİRBİRİNE BENZER. ÜRÜN GERÇEKLEŞİNCE KAYNAĞINA, HALKIN YAŞAMINA DÖNER.


Yeditepe Şiir Armağanı, geçen sayımızdaki haberde belirtildiği gibi, bu yıl “Ağıtlar ve Türküler” adlı kitabı için Gülten Akın'a verildi. Aşağıda sanatçıyla yapılan konuşmayı bulacaksınız.



Şiir yazmaya hangi yıl, nasıl bir gerekseme ile başladınız?

Konuşmaya başladığımda, kendimi küçük küçük şiirler okur buldum. Dedelerimden biri, dayım, amcam şiir yazıyorlardı. Evde herkes, onların bu uğraşından saygıyla söz ederdi. Çevremde hep şiirsel bir ağıntı vardı. Yakınlarım arasında beyler vardı. Bildiğiniz derebeyi. Asılmışlar vardı. Atatürkçüler vardı. İyice halktan kişiler vardı. Siyasaya hiç aldırmayanlar vardı. Din vardı. Dinsel kurallara aldırmayan vardı. Konak vardı. Küçük ev vardı (en çok yaşadığım). Ölmek üzere olan haremlik selâmlık vardı. Söz, dil, söyleşi vardı. İkinci Dünya Savaşı sırasında yokluk vardı. Bunların hepsini Yozgat'ta bırakıp Ankara'ya taşındığımızda ilkokul son sınıf taydım. Sanırdım ki okuyup yazan herkesin varacağı son erginlik aşaması ozanlıktır. O yıl ilk şiirimi yazdım. Öğretmenimin verdiği “Güzel yazım” ödevinden dört dizeyle kurtulmak yürekliliğini gösterdim. Sınıfta etkisi gerçekten çarpıcı oldu. O gün bu gündür, az sözcük kullanarak çok şey anlatmaya bayılırım.


“Ağıtlar ve Türküler” in arka kapak yazısında yer alan 'halkla bütünleşmek' sözünü biraz daha açıklığa kavuşturur musunuz? 1971 sonrası şiirimiz bu açıdan bakılınca hangi aşamada bulunuyor?

Halkla bütünleşmek, salt kültür, yazın, şiir kesimlerinde değil, yaşamın her kesiminde etkin olma gücünü kendinde bulan herkesin uyması gereken ilk kuraldır. Kişinin yeteneği doğuştan var olmaz. Eksikli değilse, bu yeter. Yaşadıkça birikir. Bu birikime göre kendini dışa vurur ve toplumda varolur. Ozan olarak, hele halkçı, toplumcu bir ozan olarak varolmak, bu birikime raslanstısalın dışında bir bilinci katmayı gerektirir. Hep söylüyorum, bıkmıyorum söylemekten, halktan biri, onun bir parçası olmadıkça ozan eksiktir. Halk derken biz, egemen anapara çevreleri dışında, emeğiyle yaşayanları anlarız.

Eytişim, yolunu seçenin ışığıdır. Kim ki uyar ona, davranışı çelişkiden, kafası karışıklıktan kurtulur. Dili durulanır.

Nasıl olur bu?

Halkın, hayatın içinden gelmişsin. Senden önce gelenlerin yaşamları yani tarihleri, deneyleri yani toplum bilgileri, kuramları var. Zamana ve yere göre tutarlı, uygulanmış. Onları da bilince, hazırsın demektir, birikenleri kendinden geçirip, vermeye. Özverilisin. Bilgini, deneyini halk için kullanmak istiyorsun. Dilin, şiirin kurallarını, ikisinin de kendi içlerinde eytişimsel gelişimini biliyorsun, dili seçmede, şiir dili yapısını kurmada tamamsın, öyleyse alışveriş başlayabilir.

Bu mekanik, şematik anlatım elbette kağıt üstünde kalacak bir anlatım. Sinemada ağır çekime benzer bir yöntem uyguluyoruz, söylediklerimizi açık, anlaşılır kılmak için. Oysa, yaşamda iç içe geçmiş, yan yana, karşı karşıyadır her bir şey. Bu bir karmaşa değil, bir gelişim, oluşum düzenidir. Hani şimşek çakar, gök gürler, yağmur yağar karşıt elektrik yüklü bulutların çarpışmasından. Doğa da, toplum da, şiir de budur. Bitmez tükenmez bir karşılaşma, alışveriş, dirimi taşıyanın üstünlüğü ve sıçrama. Hem kendi tarihi içinde, hem dışarıyla alışverişinde. Şiirin süreci, buğdayın yetme süreci, toplumun değişme süreci. Bunlar hep biribirine benzer. Ürün, gerçekleşince, kaynağına döner, halka, halkın yaşamına. İşte, halkla bütünleşmek budur.

1971 sonrası şiirimiz, her zamankinden daha çok bu çabanın içindedir. Öyle olması da gerekir. Ülkemiz, siyasal yaşamında demokratikleşme sürecine girme sancılarındadır. Halk kendi kendini yönetebileceğine inanmıştır. Bunun yolları, 1960'tan sonraki açılımla kuramsal olarak da öğrenilrneye girişilmiştir. 1971 provası da, onun bugüne dek süren uzantıları da başarısızdır. Kan, yaş, zulüm,geciktirir ama kesmez.

Bütün bu olanlar şiiri etkilemesin, olacak şey mi? Şiir, bir ozanın dediği gibi, acıyla da olgunlaşır. Halk içinde devinme hızı artar.

Bu günler, o günler.

Birkaç şairimizinki ayrı tutulursa, ülkemizde okurların en az ilgi gösterdiği yapıtlar şiir kitaplarıdır. Nedenini açıklar mısınız?

Saptama yerinde. Ülkemizde şiir kitapları genellikle az basılır, az satılır. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Yayıncı açısından, ozan açısından, okur açısından.

Bizde, iyi denilebilecek yayınevi yeni yeni çoğalmaktadır. Ülkemiz, dış ve iç anaparanın etkinliğinde, gelişmekte olan bir ülke görünümündedir. Anapara, en çok kazançlı işten, en az kazançlı işe doğru bir sıra gözeterek el atıyor. Yayınevlerimizde uzmanlaşma yeni yeni başlamaktadır.

“Bebeğin Diş Çıkarma Sorunu” kitabını tüketen, “izahlı ve şerhli ... usulü ... kanunu” basımını bitiren yayınevi, o arada “ Sevginin Üç Gözü” şiir kitabının da düzeltmelerini yapmaktadır. Yalnız edebiyatla uğraşan belki var bir iki, ama yalnız şiir basan yok. Anaparacı ülkelerde, onlara özenenle de hiç bir nesne hatta canlı, kendini tecim kurallarının dışında tutamaz. Şiir bile. Ozan beş yıl çalışır, otuz şiir yazar. Birkaç formalık bir kitap oluşturur. Kitabın üstüne konulan fiyat hiç de iştah çekici değildir. Kazanç bırakmaz. Dağıtımı önemsenmez, satımı önemsenmez, tanıtımı, duyurusu önemsenmez. Engeller aşılmaz mı? Aşılır bazen.

Kısır döngünün üçüncü ayağındaki okur, görünürde özgür, gerçekte bağımlıdır. Eğitiminde şiir yoktur, bağımlıdır. Yaşamında şiir yoktur, bağımlıdır. Yasasında, yasağında, gazetesinde, televizyonunda şiir yoktur, bağımlıdır (şiirin hasıdır muradımız).

Şiir bir yandan edebiyatın türleri içinde gözükürken, öte yandan plastik sanatların kurallarına bağlıdır. Yoğundur. En yalın olanı bile okurdan çaba ister. Vermeden önce ister. Dış elverişlilikle birlikte ve daha çok bir iç yetkinliğini gerektirir (şiir kitabı okuma).

Çok insan, kısa bir tad süresini imgelemde çoğaltma yerine, koca bir romandan seçerek almayı yeğler.

Geniş kitleler şiir severler, iletirler onları ama bu şiirlerin sayısı az azdır. Üstelik, kitaplardan önce dergilerden çoğaltır onları birileri dağıtıverirler. Bir örnek vereyim:

“Ağıtlar ve Türküler”den, “Kırmızı Karanfil” den bazı parçalar sevildi. Bestelendi genç ustalarca. Şimdi onlar çok yerde var. Gençler söylüyor, evlerde, yollarda söyleniyor. Kimilerini basmışlar kartlara, görüyorum kitapçılarda ve çok yerde. Binlerce satılıyor. Tek şiirler, şiir parçaları.
Kitaba gelince durum biraz değişiyor.

Burda sahneye ikinci ayağı getirelim. O ozandır. Yaşamıyla, düşüncesiyle halktansa, onu iyi biliyor, tanıyorsa, folklorunu, geleneğini biliyorsa, dilini, dil yapısını iyi seçebiliyorsa aşıp gitmeye hazırdır. Ama kaçı?

Türkiye'de öykü ve romanda başarıya ulaşmış çok sayıda kadın sanatçı var. Şiir dalında ise sizden sonra, en iyimser tutumla bir iki kişinin adı anılabilir. Sanırız, dünyanın öbür ülkelerinde de durum değişik değil. Bu konu üzerine düşünceleriniz?

Ben işi ciddiye ilk alanım ülkemizde, bu doğru. Ama ben olmasam başkası olacaktı. Elimizin hamuruyla erkek işine karışıyoruz artık. Şiir edebiyatın en zor dalıdır. «Herkes kaşık yapar ama sapını doğru getiremez» denir Anadolu'da. Şiir, sapının doğru gelip gelmediği en çabuk görülen kaşıktır. Bal gibidir de. Hile kaldırmaz gözünü sevdiğim.

Bir, olanca yeteneğini, sabrını, emeğini verip yapacaksın onu. Bir de engelleri aşıp okura ulaştıracaksın. Sonuçta bir parça alkış, biraz iç doygunluğu. Buna, “benim” diyen erkek katlanamaz. Nerde kaldı, bir de özel, öznel sorunlarının baskısına uğrayan kadın. Hızlı ün derseniz romanda, öyküde. Para derseniz onlarda. Dert derseniz, gözlem yeteneği, gözlediğini ayrıntılı anlatma yeteneği derseniz, kadında. “Anlatsam bir roman olur” diyen erkek görmedim ben. Anlatıyorlar roman oluyor (sözüm herkese değil).

Şiir gerçekten zordur. İştahsız çocuk gibidir. Çıldırtır adamı. Binbir gereç bulursunuz, ne kadar azını kullanırsınız. Roman olsun derseniz, çoğunu kullanacaksınız. Roman seçerek çoğaltır, şiir seçerek azaltır.

Sözü şöyle bağlamalıyım. Türkiye'mizde yükselen bilinç, direnç düzeyiyle birlikte, gerçek kadın-erkek eşitliğinde hızla yol alınıyor.

Evinin dışında, kadın olduğunu ve her yerde, bunun bir sakıncalı durum Olduğunu yaşayarak yetişmemeli kadın.

Bin yasa çıkarılsa sağlanamaz da, bir toplumsal yapı değişimi işi bitirir. Süreç o süreç.

Ben bu konuda da doğuştan şanslıyım. Dört kızkardeşten en büyüğü, Anadolulu babanın erkek evlat yerine koyarak “yatağımı satar okuturum” diye özendiğiyim. Sonrası kendiliğinden geliyor. Ezilmiyor insan.

«Kırmızı Karanfil»deki bir şiirimde dediğim gibi:

O, ateşten kara, kardan ateşe!
Donup yanmadı mı!
Çeliğe dönüştü dilindeki demir.


Şiire başlamak isteyenlere bir şeyler söylemek ister misiniz?

Hayatın denek taşına!
Sabrın bileği taşına!
Bilginin kesin taşına!
Direncin esnek taşına!
Biraz ferhat, biraz şirin


Olsunlar derim.




MUSTAFA ÖNEŞ (*) Milliyet Sanat - Haziran 1977'de yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok: