RSS

28 Mayıs 2011 Cumartesi

INGEBORG BACHMANN

1963 OCAĞI


(Söyleşi, Kuno Raeber tarafından Münih’te yayımlanan bir dergi için yapılmıştır.)


( ... )




Onu son defa Roma’da gördüm ve ilk defa olmak üzere, sistemli bir söyleşi yapmaya çalıştım, Bachmann’a sorular sordum, o da bana yanıtlar verdi. Aramızdaki ilişkinin üslûbuna uymadığından, bu iş pek kolay olmadı.



RAEBER: Nerede yaşadığınız önemli mi sizin için?

BACHMANN: Hayır, bunun benim için artık hiçbir önemi yok. Önem verdiğim tek şey, içinde mümkünse iki masanın, duvarlarında da bir sürü kitabın bulunduğu, sakin bir oda. Sürekli yeni yerler aramak, benim için ansızın son buldu. Biliyorum, söylemek istediğiniz, hep taşınmış, bazen orada, bazen burada yaşamış olmamın, çoğunlukla nerede olduğumun hemen hiç bilinmeyişinin çok kimseyi şaşırtması. Ama yerleşik olanlar gezgincilere hep hayret ederler; gezginciler de hep yerlerinde oturanlara hayretle bakarlar. Yerler konusunda gerekçe verebilmek kolay değildir ve bir insan neden belli bir yerde yaşamakta olduğunu bir başkasına nasıl olsa hiçbir zaman açıklayamaz. İleri sürebileceği nedenler, kendisi için de yeterli değildir: Berlin’in havası çok iyi. Roma’ya gelince, mimarîsi ve göğünden on ay süreyle eksilmeyen güneşi. Münih’te en iyi konserler dinlenebilir. Hintertupfing’de insan özlediği yalnızlığa tam anlamıyla kavuşur. Paris hâlâ en hareketli kenttir. - Bütün bunları biliyoruz. Ama bütün bunlar, yakından bakıldığında, nedenler değil; insanın kendi yarattığı kaçış noktalarını veya ağırlık noktalarını açıklamaktan kaçınmasına yarayan gevezelikler ya da resmi açıklamalar.

RAEBER: Ancak görünüşe bakılırsa İtalya’nın sizin yaşamınızda özel bir rolü var. En çok İtalya’da yaşamayı seviyorsunuz ve bir mıknatıs tarafından çekilircesine hep oraya dönüyorsunuz.

BACHMANN: O zaman tartışma götürür gerekçelerden birini denemeye çalışalım. İtalya’da daha neşeli olduğumu söyleyebilirim, burada gözlerimi kullanmayı öğrendim, bakmayı öğrendim. İtalya’da yemek yemeyi, bir caddeden geçmeyi, insanları görmeyi seviyorum. (Ve yedi günden altısı için bu söylediklerim, gerçekten doğru.) Ama bir ülkeyle yıllar sürmüş bir tanışıklığın ardından bütün bunlar, insanı oraya bağlamak için elbette yeterli değil. Burada politikada, edebiyatta, sinemada olup bitenleri birlikte düşünebilmek ve birlikte duyabilrnek, insanın kendini rahat duyumsamasından gittikçe daha önemli oluyor.

RAEBER: Sizin için üretiminizde en önemlisi nedir, şiirleriniz mi, radyo oyunlarınız mı, yoksa düz yazılarınız mı?

BACHMANN: Bana göre bunların hepsi bir bütün, değişik yönlerden ve değişik araçlarla aynı noktaya yöneltilmiş saldırılar ve keşif yolculukları. Benim için önemli olan tek şey, doğru bir zamanda yazmayı kesmem ve bir başka yerde yeniden yazmaya başlamam. Artık içimden şiir yazmaya zorlanmasam bile şiir “yazabileceğim” kuşkusu içime girdiği anda şiir yazmayı bıraktım. Ve yeniden şiir yazmak zorunda olduğuma, bu şiirlerin o zamandan bu yana edinilmiş deneyimlere uyacak kadar yeni olacaklarına inanıncaya kadar da şiir yazmayacağım. -Rizikosuz yazmak- bu, edebiyat diye adlandırmaya değmeyecek bir edebiyatla yapılmış bir sigorta sözleşmesinden ibarettir.

RAEBER: Şu anda ne yazıyorsunuz ve bundan sonra ilk yayımlamak istediğiniz nedir?

BACHMANN: En iyisi bunu söylemeyeyim, aksi takdirde çalışmaya devam edemem. Ama bu kış ve gelecek ilkbahar başlamış olduklarım zaten yarıda kalacak, çünkü ilk filmimi yapıyorum. Yalnızca senaryoyu yazıyor değilim; başından sonuna kadar işin içinde olmak, detaylara varıncaya kadar yapıma kamak istiyorum. Bunu, üzerinde çok konuşulmuş olan “auteur sineması”nı gerçekleştirmenin tek yolu olarak görüyorum; her şeyden önce de bir yazarın sinemayla ilgilenmesinin tek koşulu sayıyorum. Benimle çalışan yönetmen, Egon Monk. Film Viyana’da çevrilecek ve pahallıya çıkmayacak.

RAEBER: Okurların sizi birinci planda hala şair saymaları, size rahatsızlık veriyor mu?

BACHMANN: Hayır. Hangi kavramın çatısı altına sokulduğuma aldırmıyorum. Ama bu sınıflandırma çılgınlığı, bizi şairler, epik yazarlar ve oyun yazarları diye ayıran, sonra bir asıl alan tanıyan bu tutku; örneğin benim asıl alanım şiir diye kabul ediliyor, seçimlik alan olarak da düzyazı tanınıyor... Bilemiyorum. Ben bu tür nitelendirmelerin pek işe yaradığını sanmıyorum. Bir yazara ilişkin olarak bazılarının onun şiirlerini, bazılarının radyo oyunlarını, başkalarının da düzyazılarını okumaktan hoşlanmaları doğal; ancak bence sanılandan çok daha fazla sayıda insan bir yazara bir bütün olarak ilgi duyuyor, onun sürekli etkin olma isteğiyle, her çalışmasında kendini ortaya koyan kişiliğiyle ilgileniyor. Eleştirmenlere gelince, onlar sınıflandırma konusunda çok daha hırslı.

RAEBER: Okurlarınızın en çok hangi çevrelerden geldikleri konusunda bir düşünceniz var mı?

BACHMANN: Bana söylendiğine göre çoğunlukla gençler, üniversite öğrencileri ve bundan daha iyisini düşünemem. Gençlik, kitaplarla ilgilenmek için en iyi zamandır, insan henüz kesin biçimde toplumla kaynaşmamıştır, kitapların çağrıları ve itirazları karşısında gittikçe duyarsız olmaya başlamamıştır.

RAEBER: Çok okuduğunuzu, bir yazarın okuması gereken ölçüyü çok geride bıraktığınızı biliyorum. Bu konuda bir şey söyleyebilir misiniz?

BACHMANN: Okumak hiç kuşkusuz, tıpkı müzik dinlemek gibi, onsuz asla olamayacağı m bir şey. Yazmadığım zamanlar kitapların, basılı her türlü kağıt parçasının öylesine tiryakisiyimdir ki, zaman olur, keşke bu tür bir alışkanlığı bırakmaya yarayan kürler olsa derim. - Ne okuduğuma gelince, son savaşa ve yakın tarihe ilişkin incelemeler, belgesel kitaplar; genelolarak bütün okuduklarım tarihi kavrama amacına, tarih felsefesine ve tarihçiliğe yönelik. Bunun yanı sıra olabildiğince (olabildiğince diyorum, çünkü bu iş sürekli çalışma olmadan hiçbir zaman aksaksız yürümüyor) ilk tutkumun, felsefeye olan tutkumun bütünüyle sönmemesine çalışıyorum. Hatta şu anda tarihi maddecilik konusunda, Marx ve Lenin’den başlayarak çeşitli aşamalardan geçen ve Emst Bloch ile Kolakowski’ye kadar uzanan bir çizgide bayağı sistemli çalıştığımı söyleyebilirim.

RAEBER: Doktora teziniz neydi?

BACHMANN: Viyana’da 1950 yılında doktoramı verdiğim tezin “Martin Heidegger’in Varoluşçuluk Felsefesinin Eleştirel İncelemesi” gibi koskoca bir başlığı vardı. O zamanlar doktora adayları şanslıydılar; tezleri yayınlanamazdı. O çalışmamdan bugün de bütünüyle memnun olduğumu belirtebilirim, ama o acınası, tutuk akademik söylemi bugün bile anımsamak istemiyorum. Viyana’daki Ulusal Kitaplığın elindeki tek nüshayı ödünç vermekte, imparatorluk tacını bekleyen bir mezar bekçisi gibi cimri davranması, aslında iyi birşey.

RAEBER: Edebiyat alanında en sevdiğiniz yazarlar hangileri?

BACHMANN: En sevdiğim yazarlar diye bir şey yok; insanlar çok az tanıdıkları veya hiç tanımadıkları adları duymaktan hoşlandıkları için gürültü çıkarabilecek, çizgidışı adlar arasında da böyle nitelendirebileceklerim yok. Tolstoy, Balzac, Leopardi vb. gibi yazarlarla kimsenin canını sıkmak istemem. Bu “vb.” ile devam edip giden listeyi, her yüzyıldan herkesin bildiği pek çok adı içeren çok uzun bir liste olarak düşünmelisiniz. Çağdaşlar ve benimle aynı yaşta olanlar mı? Burada bir bakış farkı söz konusu. Sempati ve ilginin kaynağı tek tek kitaplardan ve ilk bakışta elde edilen sonuçlardan çok, başkalarının potansiyelinde ve olanaklarında yatar; bir başka kaynak da başvurulmasından hoşlanılan, yaşayan birine ilişkin olduğundan biraz da önlem niteliği taşıyan eleştiridir.

RAEBER: Politikayla her zaman ilgilendiniz. Bu ilginiz sürüyor mu?

BACHMANN: İlgim eskisinden çok. Ve bu ilginin yazdıklarımın, söylediklerimin, davranışlarımın çoğunda belirgin olduğunu düşünüyorum. Evimde dağlar gibi yığılı dergileri gördünüz. Ayrıca italyan basını, Alman basınından daha iyi haber veriyor; genellikle Alman basını kadar at gözlükleri de takmış değil. Politikaya ilgi duyma meselesine gelince -bu kulağa biraz “arkeolojiye ilgi duymak” veya “astrolojiye ilgi duymak” gibi geliyor, oysa bundan çok başka bir şey olmak durumunda; düşünce alanında ayrıcalıklara inanmayan, sanatın sanat, politikanın politika, ekonominin de ekonomi olduğuna inanmayan biri için ise politikaya ilgi duymak, zaten böyle. İlerde bu konuda daha ayrıntıya girmek, bu bütün üzerine daha çok konuşmak isterim - bu, analitik bir çalışma olabilir, ya da mutlaka “politik” bir kitap olması gerekmeyen bir kitaba girebilir.

Hiç yorum yok: