ÇİRKİN ÖRDEK YAVRUSU
Çeviren : Tahsin Yücel
Kendi küçük çevresini tüm dünya…
Tanıdık yüzleri tüm insanlık bellemeyenlere…
Tüm Çirkin Ördek Yavruları’na…
Tanrım, ne hoş havaydı o öyle, kırlar ne güzeldi! Mevsim yazdı.
Buğdaylar sarıydı, yulaflar yeşil. Yeşil çayırlara demet demet kuru
otlar yığılmıştı. Bizim leylek baba uzun, kırmızı ayaklarının üzerinde
ağır ağır yürüyor, Mısırlıların dilini konuşuyordu, anasından öğrenmişti
bu dili. Tarlaların çevresinde büyük ormanlar, ormanların ortasında
derin göller vardı; evet, kırlar gerçekten çok güzeldi. Bir eski şato
yükseliyordu güneşin altında, derin hendeklerle çevriliydi, hendeklerde
sular vardı. Dip duvarlarından suya kadar, dulkadın otları uzanıyordu.
Dulkadın otları öyle bir boyatmışlar, öyle bir boyatmışlardı ki,
çocuklar en büyüklerinin ardında görünmeden saklanabilirlerdi: sık
ormanlar kadar yabanıl bir yerdi burası, bir ördek
buraya yuva yapmıştı; yumurtalardan çıkacak yavrularının üzerinde
kuluçkaya yatıyordu, ama artık bıkmaya başlamıştı doğrusu; haksız da
sayılmazdı, ne zamandır sürüp gidiyordu bu iş, kendisini görmeye
gelenler de çok azdı; öteki ördekler, kendisiyle
konuşmak için tırmana tırmana gelip bir dulkadın otunun altında
kalmaktansa, hendek sularında dolaşmayı yeğ tutuyorlardı.
En sonunda yumurtalar birer birer çatlamaya başladı, "çıt! çıt!"
diye bir ses duyuldu. Hay Allah, bütün yumurta sarıları
canlanıvermişler, başlarını çıkarıyorlardı.
"Vak! vak!" diyordu bizim ördek ana, yavru ördekler
de ellerinden geldiğince çırpınıyor, dört bir yana bakıyorlardı yeşil
yapraklar altından; anaları hiç sesini çıkarmıyordu, gönüllerince
baskınlardı… ne diye ses çıkaracaktı, yeşil çok iyi gelirdi gözlere.
"Dünya ne kadar da büyük!" diyordu bütün yavrular; haksız da
sayılmazlardı doğrusu, yumurta içinde kaldıkları zamana göre çok daha
geniş bir yerdeydiler.
"Siz dünyayı burası mı sanıyorsunuz!"
diyordu anaları. "Bahçenin ötelerine, bahçenin ötelerinden de öteye,
buğday tarlasına kadar uzanır gider bu dünya, aman ben hiç gitmedim o
buğday tarlasına ... Neyse, söyleyin bakalım, hepiniz tamam mısınız
bari'!" Kalktı baktı.
"Hayır, tamam değilsiniz daha", diye söylendi.
"En büyük yumurta duruyor; ne kadar sürer acaba'! Bıktım doğrusu!" dedi, gene yattı.
Kocamış bir dişi ördek bir merhaba demeye gelmişti:
"Ne var ne yok?" diye sordu.
"Bir yumurta için yatıyoruz işte", dedi ana ördek;
"yavru yumurtayı delmiyor bir türlü; ama öbür yavruları göreceksin,
gördüğüm ördeklerin en güzelleri bunlar; hepsi de babalarına, şu hiç
yanıma uğramayan serseriye benziyor."
"Çatlamayan yumurtayı bir göreyim", dedi kocamış ördek.
"Aaaa ! Bir hindi yumurtası bu yumurta, inan bana! O tuzağa bir kez de ben düşmüştüm; çok çekmiştim ufaklıklar yüzünden, onlar sudan çok korkarlar. Tanrı inandırsın seni, bir türlü suya girmeye razı edemiyordum; ne kadar homurdansam, ne kadar sürüklesem boşunaydı, sözümü dinletemiyordum ... Dur da bir bakayım şöyle ... evet, canım, evet, hindi yumurtası bu yumurta; onu bırak beni dinlersen, bırak da öteki çocuklarına yüzme öğretmeye bak."
"Olsun varsın, biraz daha yatarım, dedi ana ördek, çoktandır yatıyorum nasıl olsa, daha da yatabilirim."
"İyi, iyi, sen bilirsin!" dedi kocamış ördek, çekip gitti.
Bir gün iri yumurta da çatladı. Yavru "cik! cik!" deyip çıktı; hem iri, hem de çirkindi. Ana ördek baktı, baktı:
"Koskocaman bir ördek yavrusu işte", dedi;
"ötekilerin hiçbirine benzemiyor, gene de hindi yavrusu olmasa gerek;
her neyse, az sonra anlaşılır; ayaklarımla itince suya girerse,
tamamdır."
Ertesi gün hava çok güzeldi; yeşil dulkadın otları üzerinde güneş parlıyordu. Ana ördek çoluğunu çocuğunu topladı, hendeğin kıyısına geldi. Cup diye atlayıverdi suya. "Vak! vak!" dedi, birbirleri ardından yavru ördekler
de daldılar; başlarının üzerinden sular geçiyordu, ama hemen yüzeye
geliyor, güzel güzel yüzüyorlardı; nasıl oynamak gerekirse öyle
oynuyordu ayakları, hepsi de sudaydı şimdi, o çok çirkin, çok kocaman, külrengi yavru da onlarla birlikte yüzüyordu.
"Yok, canım, yok, hindi mindi değil", dedi ördek;
"bak, ne güzel kullanıyor ayaklarını, hem de nasıl dik duruyor! Bu
yavru benim türümden! Ne olursa olsun, iyice bakınca görülüyor, çok
güzel bir yavru! Vak, vak!. .. benimle gelin şimdi, gelin de dünyayı
gezdireyim size, sizi ördek avlusuna götüreyim, tanıştırayım sizi, ama yanımda durun da ayaklarınıza basmasınlar, kediden de sakının."
Ördek avlusuna geldiler. Korkunç bir gürültü
vardı burada, iki aile kavga ediyordu, bir yılanbalığı başını
paylaşamıyorlardı, sonunda bir kedi kaptı bu başı.
"Dünya böyledir işte," dedi ördek ana, gagasını oynattı, bu başa kendisi konmak isterdi. "Hadi bakalım, oynatın şu ayaklarınızı", diye seslendi, "hem de biraz çabuk olun, oraya, kocamış ördeğin önüne gelince boynunuzu eğin; en üstün ördeği odur buranın; İspanyol kanındandır, bunun için de şişmandır, görüyorsunuz, ayağında da bir kırmızı kurdele var; hoş şeydir kurdele, bir ördeğin erişebileceği seçkinliklerin en yükseğidir, bu im ondan vazgeçilemeyeceğini, hayvanların da, insanların da bunu bilmeleri gerektiğini gösterir. Hadi yallah! Ayaklarımın altına girmeyin, görgülü bir ördek yavrusu, anası babası gibi, ayaklarını aça aça yürür. Güzel! Hadi şimdi boynunuzu eğin de “vak, vak” deyin bakalım."
Her sözünü yerine getiriyordu yavruları. Öteki ördekler, çevrelerinde toplanmış, onlara bakıyorlardı:
"Bak
şu işe!" diyorlardı yüksek sesle. "Eski kalabalıklığımız yetmiyormuş
gibi, bir aile daha çıktı başımıza. Aman Tanrım! Biri de ne kadar çirkin bunların! Yok, biz bunu istemeyiz doğrusu!"
İçlerinden biri havalandı, geldi, çirkin yavrucuğun boynunu ısırdı.
"Dokunma", dedi ana ördek, "kimseye bir şey yapmadı." Yavruyu ısıran dişi ördek:
"Öyle, ama hem çok iri, hem çok çirkin, böylelerini alaya almak gerekir", diye yanıtladı.
Ayağı kırmızı kurdeleyle süslü, kocamış ördek de söze karıştı:
"Çok
güzel çocuklarınız var doğrusu, ana hanım", dedi. "Hepsi de güzel ya şu
yavru hiç güzel değil; onu yeniden yapasınız isterdim."
"Olanaksız, efendim", dedi ana ördek. "Güzel değil, ama huyu çok iyi, ötekiler kadar güzel yüzüyor. Hem zamanla güzelleşir bana kalırsa… Ya da biraz küçülür.
Yumurtasının içinde fazla kaldı da ondan böyle uygunsuz oldu boyu." Tüylerini düzeltti. "Nasıl olsa bir ördek hem de", dedi, "iriliğinin önemi yok. Herhalde güçlü bir ördek olacak, bu da kendince bir yol tutturacak işte."
"Öteki yavrular pek sevimli doğrusu", dedi kocamış dişi ördek; "kendi evinizdeymiş gibi davranabilirsiniz burada, bir yılanbalığı başı bulursanız, bana getirebilirsiniz."
Onlar da kendi evlerindeymiş gibi davrandılar.
Ama yumurtadan en son çıkan, öylesine çirkin
olan zavallı yavru, ısırıldı, itildi, kakıldı, alaya alındı, dişi
ördeklerle tavuklar yaptı bu işi. "Çok büyük, canım!" diyordu hepsi de.
Hindi de huysuzun biriydi, mahmuzlarla doğdu diye imparator sanırdı
kendini, yelken açmış gemiler gibi kabardı, zavallı yavrunun üzerine
atıldı, boğuk boğuk sesler çıkardı, kafası kıpkırmızı kesildi. Zavallı ördek yavrusu, nereye sokulacağını bilemiyordu, böylesine çirkin göründüğü, herkesin maskarası olduğu için çok üzgündü.
İlk gün böyle geçti işte, sonra durum günden güne büsbütün kötüleşti. Herkes kovdu zavallı ördeği, kardeşleri bile çok kötü davranıyorlardı.
"Seni gidi çirkin ördek, iğrenç ördek, seni!" diyorlardı, "Seni bir kedi kapsa da alsa götürse ne iyi olur!"
Annesi de:
"Çok uzaklarda olmanı isterdim!", diye söyleniyordu.
Ördekler ısırıyor, tavuklar gagalıyorlardı zavallıyı, hayvanlara yem veren kız da onu ayağıyla itiyordu.
En
sonunda, dayanamadı, çitin üzerinden uçtu; çalılıklar içindeki küçük
kuşlar ürktüler bunu görünce, havalanıp kaçıştılar. "Çirkinim de ondan",
diye düşündü yavru ördek, gözlerini yumdu, koşa koşa uzaklaştı. Sonra büyük bir bataklığa geldi, yaban ördekleri yaşardı burada. Geceyi bu bataklıkta geçirdi, çok yorgundu, üstelik kederliydi de.
Sabah oldu, yaban ördekleri uçmaya başladılar, yeni arkadaşlarını görünce de:
"Sen hangi tür kuşlardansın?", dediler.
Yavru ördek dört bir yana döndü, elinden geldiğince güzel selamlar vermeye çalıştı.
"Doğrusu çok çirkinmişin", dedi yaban ördekleri, "ama bizim aileden biriyle evlenmeye kalkmazsan, bizim için farketmez."
Zavallıcık!
Evlenmek usundan bile geçmiyordu, sazlar arasında yatıp kalkmasına,
birazcık bataklık suyu içmesine izin versinlerdi de ne olursa olsundu,
bu kadarına razıydı.
Bataklıkta iki gün kaldı, sonra iki yaban kazı geldi yanına, ikisi
de erkekti, ikisi de çok gençti daha, bunun için kaba konuşuyorlardı.
"Bizi
dinle, arkadaş, dediler, öylesine çirkinsin ki senden hoşlandık;
bizimle birlikte gelmek, bizimle birlikte gelip göçmen kuş olmak ister
misin? Şuracıkta bir bataklık var, bizim güzel kazlar orada, çiçeği
burnunda genç kız hepsi de, 'vak, vak!' demesini de bilirler. Bu
çirkinlik sende olduktan sonra, orada çok gönüller kazanırsın!"
Birden "bom! bom!" diye bir ses duyuldu. Yaban kazları sazlıklar
içine cansız düştüler, sular kandan kıpkırmızı kesildi; "bom bom" sesi
yeniden çınladı, sazlıklardan yaban kazları havalandı; tüfekler yeniden
patladı. Büyük bir av vardı; küçük gölün çevresinde avcılar
toplanmışlardı, kimileri de kamışların üzerine doğru eğilen ağaç
dallarına çıkmıştı; koyu renkli ağaçlar arasında mavi dumanlar,
bulutları andırıyordu, asılmış gibi duruyordu suyun üzerinde. Köpekler
şapur şupur suya girdiler! Kamışlar, sazlar dört bir yana eğiliyordu;
zavallı yavru ördek için çok korkunç bir şeydi
doğrusu, kanadının altına saklanmak için başını çevirdi, bu sırada
kocaman, hem de korkunç bir köpek dikildi karşısına; upuzun bir dili
vardı köpeğin; başını ördeğe yaklaştırdı, sivri dişlerini gösterdi, ama
sonra dokunmadan uzaklaştı.
"Tanrıya bin şükür", dedi yavru ördek, içini çekti. "Öylesine çirkinim ki, köpek bile ısırmadı beni."
Kamışlar arasında yağmur gibi kurşunlar yağıp tüfekler gümbürderken kımıldamadan durdu.
Derken gün epeyce ilerledi, ortalık yatıştı, gene de kalkmayı göze
alamadı zavallı yavru, çevresine bakmadan önce saatlerce bekledi, sonra
bu bataklıktan elden geldiğince çabuk uzaklaşmak istedi; tarlalar,
çayırlar içinde koştu, koştu, yel de öyle zorlu esiyordu ki, güçlükle
ilerliyordu.
Akşama doğru, ufak, yoksul bir köylü kulübesine vardı, bu kulübe
öyle eski, öyle bakımsızdı ki, hangi yana devrileceğini bilemiyor,
ayakta duruyorsa hangi yana devrileceğini bilemediği için duruyordu.
Fırtına da zorlu mu zorluydu. Yavru ördek,
fırtınaya karşı direnebilmek için, kuyruğunun üstüne oturmak zorunda
kaldı; gittikçe kötüleşiyordu durumu; ama kapı menteşelerinden biri yok
olmuştu, bir aralık vardı, bu aralıktan kulübeye girebilirdi; öyle
yaptı.
Kocamış bir kadın yaşıyordu burada, bir kedisi, bir de tavuğu
vardı. Kedinin adı Fiston'du, sırtını kabartmasını da, “mırmırlanma”sını
da biliyordu, kıvılcımlar bile sıçratırdı ya bunun için tüylerini ters
yanından okşamak gerekirdi. Tavuğun da küçük, bodur ayakları vardı,
bunun için Bastıbacak Kikeli derlerdi adına; iyi yumurtlardı doğrusu,
kadın da onu öz kızı gibi severdi.
Sabah oldu, yabancı yavru ördeği hemen gördüler, kedi mırmırlanmaya başladı, tavuk da gıtgıdak etmeye.
"Ne var? Ne oluyor?" diye sordu kadın, çevresine baktı, gözleri iyi görmezdi, yolunu şaşırmış, yağlı, şişman bir dişi ördek sandı yeni geleni. "İşler tıkırında", dedi, "ördek yumurtası da yiyeceğim; yeter ki, bir erkek ördek olmasın! Her neyse, yakında anlarız durumu!"
Üç hafta konuk etti yavru ördeği, ama bir
yumurta bile geçmedi eline. Kedi evin efendisiydi, tavuk da hanımı, "Biz
ve dünya", deyip duruyorlardı hep, dünyanın yarısını, hem de en iyi
bölümünü kendilerinin oluşturduklarını sanıyorlardı.
Yavru ördek başka türlü de düşünebileceğini söylüyordu ya tavuk hiç beğenmiyordu bu düşünceyi.
"Yumurta yumurtlamasını bilir misin?" diye soruyordu. "Hayır."
"Öyleyse kapat gaganı, otur oturduğun yerde."
Kedi de:
"Sırtını kabartmasını, mırmır etmesini, kıvılcımlar sıçratmasını bilir misin?" diye soruyordu.
"Hayır, bilmem."
"Öyleyse kapat gaganı, aklı başında kişiler konuşurken sana söz düşmez."
Yavru ördek bir köşede kalıyordu.
Keyifsizdi, bu yüzden açık havayı, güneşin parıltısını düşünmeye
başladı; sular üzerinde yüzmek için görülmedik bir istek duydu; en
sonunda dayanamadı, tavuğa da açtı konuyu.
"Sana ne oluyor böyle?" dedi tavuk. Hiçbir şey yaptığın yok da ondan böyle saçma, böyle delice isteklere kapılıyorsun. Yumurtla, ya da mırmırla, sıkıntın geçer o zaman!"
"Ama su üstünde yüzmek çok güzeldir", dedi ördek yavrusu. "Başımızın üzerinden sular sıçratmak, dibe kadar dalmak da çok güzeldir!"
"Beğeniye bak!" dedi tavuk. "Delisin sen. Ben kediden daha akıllı hayvan tanımıyorum, ona sor bakalım, su üzerinde yüzmeyi, ya da diplere dalmayı seviyor mu? Hadi, ben kendimi karıştırmayayım ya, hanımımızdan, kocamış kadından daha akıllı kimse bulunmaz bu dünyada, istersen bir de ona sor.
Yüzmek, ya da başının üstünden sular sıçratmak ister mi acaba?"
"Siz beni anlamıyorsunuz", dedi yavru ördek.
"O ne biçim sözmüş öyle? Biz de anlamazsak kim anlar seni?
Hadi biraz alçakgönüllü davranayım, kendimi karıştırmayayım, ama kediyle kocamış kadından daha akıllı olduğunu da ileri sürecek değilsin ya! Delilik etme, yavrum, bırak bu delilikleri de sana yaptığı iyilikler için ulu Tanrı'ya şükret. Sıcacık bir eve kapılandın, bilgini artıracak bir topluluk buldun. Ama ahmağın birisin, seninle arkadaşlık etmek hoş bir şey değil. Ben senin iyiliğini istiyorum, inan bana, tatsız şeyler söylüyorum, ama gerçek dostlar da böyle sözlerden anlaşılır, dost acı söyler, bilirsin; yumurtlamaya, mırmırlamasını, kıvılcım sıçratmasını öğrenmeye çalış, yapacağın en iyi şey budur."
Küçük ördek içini çekti:
"Anlaşılan ben uçsuz bucaksız dünyaya gideceğim", dedi.
"İyi ya, öyle yap", dedi tavuk.
Yavru ördek yola çıktı böylece; sular üzerinde yüzdü, diplere daldı, ama çirkinliği yüzünden bütün hayvanlar onu küçümsüyordu.
Sonra güz gelip çattı. Ormanda yapraklar sarardı, bozardı. Yel de tuttu kopardı bu yaprakları. Kuru yapraklar dört bir yanda dansetti. Havalar soğudu; bulutlar, dolularla, karlarla yüklenip ağırlaştı. Karga, çitin üzerinde, "vay! vay!" diye bağırmaya başladı, öylesine üşüyordu zavallı, donmak işten bile değildi, zavallı ördeğin durumu çok acıklıydı.
Bir akşam, güneş batarken, bir güzel, bir büyük kuş sürüsü geldi.
Çalılıklardan çıkıyorlardı, tepeden tırnağa ak, tepeden tırnağa pırıl pırıldılar, yavru ördek
böylesine güzel kuşlar görmemişti hiç. Ne kadar hoştular! kolayca
bükülüveren, uzun uzun boyunları vardı. Duyulmadık bir çığlık
kopardılar, büyük güzel kanatları açıldı, göğe yükseldiler, denizlerin
ötesine, sıcak ülkelere gidiyorlardı; yükseklerden, çok ama çok
yükseklerden uçuyorlardı.
Küçük, çirkin ördek,
çok tuhaf bir duygu duydu, bir çark gibi dönmeye başladı suyun içinde,
başını havaya, bu kuşlara doğru uzattı, öyle güçlü, öyle tuhaf bir
çığlık kopardı ki, kendisi de korktu. Tanrım! bu canım kuşları, bu mutlu
kuşları hiçbir zaman unutmayacaktı.
Kuşlar görünmez olunca, çirkin ördek
dibe kadar daldı, yeniden yüzeye geldiği zaman kendinden geçmiş
gibiydi. Bu kuşların adını bilmiyordu, nereye gittiklerini de
bilmiyordu, ama çok seviyordu onları, hiç kimseyi böylesine sevmemişti.
Kıskançlık da duymuyordu, böyle eşsiz bir güzelliğe, inceliğin böylesine
erişmeyi nasıl geçirebilirdi usundan. Ördekler aralarında kalmasına izin verseler, bütün dilekleri gerçekleşmiş olurdu, başka bir dileği yoktu zavallı hayvanın!
Kış alabildiğine soğuk geçti; yavru ördek
büsbütün donmamak için durmadan yüzmek zorunda kaldı; içinde yüzdüğü
çevre günden güne daralıyordu; bir kabuk oluşuyor, çatırdıyordu; yavru ördek
hiç durmadan ayaklarını oynatmak zorundaydı, yoksa suyun üstü
kapanacaktı. En sonunda bitkin düştü, kımıldayamadı, buzların içinde
donup kaldı.
Sabah erkenden bir köylü geldi, çirkin ördeği gördü, postalıyla buzları kırdı, evine götürüp karısına verdi çirkin ördeği. Çirkin ördek burada yeniden canlandı.
Çocuklar
onunla oynamak istediler, ama o kötülük edecekler sandı, ürküp kaçtı,
dosdoğru süt çanağına vardı, sütler odaya saçıldı, kadın bağırdı, el
çırptı, ördek yayığa uçtu, yayıkta tereyağı
vardı, onu da döktü, sonra un fıçısına sıçradı, un fıçısından çıkarken
durumunu bir görmeliydi! Kadın hep bağırıyordu; maşayla dövmek istiyordu
zavallıyı, çocuklar koşuyor, ördeği yakalayacağım derken her şeyi deviriyorlardı, gülmeler, çığlıklar gırla gidiyordu!
Bereket versin, kapı açıktı, yavru ördek dışarıya fırlayıp kaçtı; yeni yağmış karlarla örtülü çalılıkların içinde saklandı, donmuş gibi kalakaldı orada.
Zorlu
kış gününde neler çektiğini anlatmaya yürek mi dayanır? Hiç
anlatmayalım daha iyi... Güneş yeniden ısınıp parlamaya başladığı zaman,
çirkin ördek bir bataklıktaydı. Tarla kuşları şarkı söylüyorlardı. Çok güzel bir ilkbahardı.
Yavru ördek kanatlarını açtı birdenbire, kanatları eskisinden daha çok hışırdadılar, alıp götürdüler yavru ördeği; ördek
hemen bir bahçede buldu kendini. Elma ağaçları çiçekteydi, leylaklar
çok güzel kokular saçıyor, uzun, yeşil kollarını kıvrıntılı hendeklere
doğru sarkıtıyorlardı.
Tanrım, ne kadar güzeldi burası, ilkbaharın tatlılığı ne kadar
güzelleştirmişti burayı! Tam önünde üç kuğu ilerliyordu, az önce sık
dallar arasından dışarı çıkmışlardı. Kanat çırpıyor, ağır ağır uçar gibi
yüzüyorlardı. Çirkin ördek bu çok güzel hayvanları tanıdı, tuhaf bir keder sardı içini.
"Size doğru uçacağım, soylu kuşlar, siz de, bu çirkinliğimle
yanınıza yaklaşmayı göze aldığım için, beni öldüreceksiniz! Ama zararı
yok; ördeklere ısırılmaktan, tavuklara dövülmektense, kümesteki kirli
kazın ayağıyla itilmektense, sizin elinizden ölmek daha iyi!" dedi
içinden. Suya uçtu, eşsiz kuğulara doğru yüzdü. Kuğular onu gördüler,
kanat çırpa çırpa yanına koştular.
"İsterseniz beni öldürün!" dedi zavallı hayvancık, ölümünü
bekleyerek suya doğru eğdi başını. Ama duru suda bir de ne görsün! Duru
suda kendi imgesini gördü, ama o kül rengi, beceriksiz, çirkin, iğrenç kuşun imgesi değildi bu imge. Kuşkuya yer yoktu, kendisi de kuğuydu.
Kuğu yumurtasından çıktıktan sonra, ördekler arasında doğmanın ne önemi vardı!
Geçirdiği
acıların büyüsüyle büyülenmiş gibiydi; mutluluğun, kendisini karşılayan
görkemliliğin değerini daha iyi biliyordu. Büyük kuğular çevresinde
yüzüyor, gagalarıyla okşuyorlardı onu.
Küçük çocuklar bahçeye geldiler, ekmek attılar, taneler attılar
suya, en küçükleri: "Yeni bir kuğu mu gelmiş?" diye haykırdı. Öteki
çocuklar çok sevindiler: "Evet, yeni bir kuğu var!" dediler. El
çırptılar, halka olup dansettiler, koştular, ana babalarını çağırdılar,
güzel yemler atıldı suya.
"Kuğuların en güzeli yeni gelen!" dedi herkes. "Öyle genç ki, öyle güzel ki!"
Yaşlı kuğular genç kuğuyu selamladı.
Genç
kuğu şaşırıp kalmıştı, başını kanadının altına sakladı. Çok mutluydu
ama hiç de kibirli değildi, iyi yürekliler kibirli olmazdı ki! Kaç kez
alaya alındığını, koyulduğunu düşünüyordu, şimdi de güzel kuğuların en
güzeli olduğunu söylüyorlardı! Leylaklar dallarını suya, onun üzerine
kadar eğiyorlardı, güneş parlıyor, ısıtıyordu. Tüyleri kabardı o zaman,
yüreği mutlulukla çarptı, incecik boynu doğruldu:
"Ufak, çirkin bir ördekken, böyle bir mutluluğu usumdan bile geçirmemiştim!" diye haykırdı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder