RSS

2 Şubat 2010 Salı

ALEV ALATLI - SCHRÖDİNGER’İN KEDİSİ'nden

SCHRÖDİNGER’İN KEDİSİ
(Kuantum Fizikçileri, Sufî Tayfasıyla-Birleşik Cephe!)
SAÇAKLI DEVRİM


1

“2000 yılını henüz kutlamamıştık,” diye anlattı Talip İmre Kadızade, “90’lardaydık, ‘Yarı geçirgen bir ayna al, önüne bir ışık kaynağı, mesela, bir ampul koy,’ dedi Erkâni Keyman, bir gün piposunu özenle doldururken.

‘Aynanın arkasında ampulden neşredecek fotonları algılayacak bir dedektör, dedektöre bağlı bir de silâh olsun. Silâhın namlusunun kuruya kapatılmış bir kediye doğrultulmuş olduğunu düşün. Ampulü yak. Foton aynadan sekmeden geçerse, dedektör silâhı tetikler ve kedi ölür. Foton seker de aynadan geçmezse, kedi sağ kalır.’


‘Evet?’

‘Aynaya yüz foton gelirse, ellisi geçer, ellisi seker diyelim. Soru: Peki, tek bir tane foton gelince ne oluyor? O foton ne yapacak? Ya geçecek aynadan, kedi ölecek ya da sekecek, geçmeyecek, kedi yaşayacak. Ne zaman geçecek ne zaman sekecek? Onu fotona soracaksın.’

‘Keyfine göre mi takılacak yani? Onu mu demek istiyorsun?’

‘Evet. Sen ne yaparsan yap. istersen ampulü güçlendir, fotonların sayısını arttır, istersen azalt. ister beş yüz mumluk, bin beş yüz mumluk ampul kullan, ister renkli ampuller tak. Sonucu kontrol edemiyorsun.’

‘Kedinin şansına kalmış?’

‘Şans değil, bilinmezlik,’ dedi Profesör, ‘Şans, yazı tura atarken. Para hileli değilse, yazı veya tura gelme ihtimalinin yüzde elli olduğunu bilirsin. Schrödinger’in Kedisi’nin meselesi farklı. Işık ampulden bölük bölük geliyor ve aynı anda hem dalga hem de parçacık gibi davranıyor. Fotonun ne zaman ne yapacağını olasılık hesaplarıyla kestiremezsin. Asla bilemeyeceğimizi kesin olarak bildiğimiz şeylerden biri.’

‘Daha çok kısmete benziyor,’ diye mırıldandıydım, ‘O foton, Schrödinger’in Kedisi’nin kısmeti gibi. Geçmeyince geçmiyor işte! Öyle mi? Ne dersin?’

‘Bilmem,’ demişti, ama dudaklarında saklamaya çalıştığı belli belirsiz bir gülücük vardı. ‘Heisenberg, kuantum mekaniğinde bazı şeylerin ilkesel olarak bilinemez olduğunu matematik fırınımda kanıtladı. Fiziğin tanımlamaları bile yüzde yüz değil.”

Bunu duyduğuma ne kadar sevindiğimi anlatamam! Âdeta dilim tutulmuştu!

‘Kulaklarıma inanamıyorum,’ dedim, ‘Fiziğin tanımlamalarının bile yüzde yüz olmadığını bir nükleer fizikçiden duyduğuma inanamıyorum! Dostum, bu ‘hem-hem de’ meselesi! ‘Ya o-ya bu’ değil de ‘hem-hem de!’ Ya parçacık ya dalga değil de, hem parçacık hem de dalga! Bu tam bana göre bir iş! Bayıldım buna!’

‘Fizik, doğrusal sistemleri çözüyor ama gerçek dünyada doğrusal sistem yok,’ diye sürdürdü Erkâni, ‘Şunu şöyle etkilersen, bu sonucu alırsın diye kesin bir şey söyleyemiyoruz. Gerçek dünya doğrusal değil. Doğrusal olmayan sistemlerin başlangıç noktalarında meydana gelen en ufak bir değişiklik beklenmedik sonuçlar doğurabiliyor.’

‘Ben bunu biliyorum!’ diye ellerimi çırpmıştım, ‘Bu kaos paradigması!

Ufacık bir kelebeğin kanat çırpmaları belli bir süre sonra atmosferin durumunu tümüyle değiştirebilir! Söylediğin bu değil mi? Harika! Arşimed’in, ‘Bana bir dayanma noktası gösterin, dünyayı kaldırayım’ lâfını duyduğumdan bu yana hiç bu kadar sevinmemiştim!’

‘İyi bari!’ dediydi dostum. Heyecanımın onu eğlendirmeye başladığım görebiliyordum. Ama iyi bir hocanın yapması gerektiği gibi susuyor, düşüncelerimi toparlayabilmem için bana zaman tanıyordu. Nasıl bir ufuk açtığını elbette bilemezdi.

‘Ya o-ya da bu, değil, hem o-hem de bu’ diyorsun ya, bunu bilmek benim için çok önemli! Bu ne demek biliyor musun? Bu, ‘Güle güle Aristo Efendi!’ demek!’

‘Doğru.’

‘Yahu, ben o adamdan hep nefret ettim, biliyor musun!’ diye patladıydım, ‘Ondan da, onun mantığından da! Ya siyah olacaksın ya da beyaz! Hem siyah hem de beyaz olamazsın! İkisinin ortası yok! Niye yok arkadaşım? Ayol, dünya ‘gri!’ Dünya kırçıl! Aktır-karadır diye ısrar etmenin âlemi ne?’

‘Öyle bir dünya varsaydık da ondan,’ dediydi Erkâni.

‘Kim varsaydı?’

‘Eski Yunan. Demokritus, evreni atomlara ve boşluğa indirgedi. Eflatun, dünyayı doğrular ve üçgenlerle doldurdu. Aristo oturdu siyah-beyaz mantığın kanunlarını yazdı. O gün bugün matematikçiler ve bilim adamları senin ‘kırçıl’ dediğin evreni tarif etmek için o ak-kara kanunları kullanırlar. Aristo mantığının ikili sisteminde gökyüzü ya mavidir ya da mavi değildir. Hem mavidir hem de mavi değildir olmaz. Bir şey, ya doğrudur ya da yanlış. Dijital bilgisayar, 0/1 ikili sisteminde çalışır. Bilim, siyah-beyaz düşüncenin zaferidir.’

‘Bilim’ deyince akan sular duruyordu, içimi çekmiştim, ‘Farkındayım.

Farkındayım ama sahici dünyanın böyle olmadığını bi-li-yo-rum! Sahici dünya, kırçıl bir dünya. Görüyorum ki, alsında siyah-beyaz da yok! Karadır dediğin her şeyi, saç, kumaş, gece, gökyüzü, kömür, ne bulursan topla getir, bak bakalım birinin siyahı ötekininkini tutuyor mu! Keza beyaz. Köpük, bulut, elmanın içi, kemik, diş, kar. Beyaz diye bir şey yok, beyazımsı bir şeyler var!’

‘Bu konuda Heisenberg de senin gibi düşünüyor,’ dedi Erkâni, sakin sakin, ‘Bazı şeyler var ki, onlara ilişkin her türlü bilgiyi eksiksiz topladığın durumda bile yüzde yüz doğru karar veremiyorsun.’

“Yani, meselâ, yüzde yüz doğrulukla ‘Bu siyahtır’ diyemiyorsun değil mi?’ diye sormuştum, ‘Heisenberg’in kanıtladı Matematiksel olarak kanıtlandı bu, öyle değil mi?’

‘Kanıtlandı, evet,’ dedi Erkâni, ‘Heisenberg, 1920’leriN sonlarında, fizik kurallarının ancak belirli bir yere kadar doğru olduğunu kanıtladı. Bilim dünyası birbirine girdi.’ ‘Oh, olsun! Canıma değsin!’

Hiç yorum yok: