
Zamanın yüzyıllık dönemlere bölünmesi yararlı bir alışkanlıktan başka bir şey olmadığına göre, okurlarımız bu alışkanlığa körü körüne bağlı kalmadığımız için bizi bağışlamalı.
Ama gene de, yazmaya ondokuzuncu yüzyılda başlayıp yirminci yüzyılda da yazmayı sürdüren yazarlar arasında hiçbirinin bize Henry James (1843-1916) kadar yakın olmadığı inancındayız, onun için de bu bölümü James'le başlatıyoruz.
Henry James, varlıklı ve aydın bir ailenin çocuğu olarak New York'da doğdu. Erkek kardeşlerinden biri, ünlü ruhbilimci William James'di. Henry James'in dostları arasında Turgenyev, Flaubert, Goncourt Kardeşler, Wells ve Kipling'i sayabiliriz. Avrupa'yı epeyce gezdikten sonra İngiltere'ye yerleşen Henry James, ölümüne bir yıl kala İngiliz uyruğuna geçti.

James'in ele aldığı ilk izlerden biri de, Avrupa'da yaşayan Amerikalıydı. Avrupa'da yaşayan Amerikalı’nın ahlâksal bakımdan Avrupalıdan üstün olmakla birlikte, kişilik açısından Avrupalı kadar karmaşık olmadığı kanısındaydı James. 1877'de Amerikalı (The American) adlı romanı yayımlandı. Bu romanın kahramanı son bölümde öç almaktan cayar. Ama caymanın nedeni bağışlayıcılığı ya da dinine bağlılığı değildir. Öç almasının, onu kendine haksızlık edenlere bağlayan zincire bir halka daha eklemekten başka bir işe; yaramayacağını sezinlemiştir.

Son öyküsü Geçmişin Duyarlığı (The Sense of the Past) (1917) bir türlü tamamlanmadı. James bu öyküsünde, Wells'in Zaman Makinası'nın etkisinde, kendini düşünmeye ve yalnızlığa vererek onsekizinci yüzyıla dönen ve en sonunda şimdide nasıl bir yabancıysa geçmişte de öyle yabancı olduğunun farkına varan genç bir Amerikalının serüvenlerini anlatır. Henry James'in kendi yaşamı da farklı olmasa gerektir:
Düşünceler arasında bir yalnızlık ve bir sürgün duyarlığı. Bütün yazarlar Henry James'i usta bilirler, ama kimse okumaz kitaplarını. Öykülerinden birinde, cennetin karşımıza lüks bir senatoryum olarak çıkması anlamlıdır. Henry James umuttan yoksun yaşadı, ama otuzu aşkın ciltten oluşan yapıtlarının önemine ve yetkinliğine yürekten inandı.

Kişileri, sahneye çıkan oyuncular gibidir. Canlı, ama gerçekdışı görünüm betimlemeleri belleğimizde yer eder. Chesterton, "fin de siécle" diye anılan iç karartıcı yılları yaşadı. Edmund Bentley'e adadığı bir şiirinde, «sen ve ben gençken, dünya çok yaşlıydı gerçekten,» der. Bu kaçınılmaz iç sıkıntısından onu kurtaran, Whitman ve Stevenson oldu. Ama gene de, o karamsarlıktan bir şeyler kaldı geriye; ürkünce duyduğu güçlü eğilimi sürdürdü Chesterton. Nitekim, en tanınmış romanı Thursday Adlı Adam'ın (The Man Who Was Thursday) altbaşlığı Bir Karabasan'dır (A Night-mare).

Chesterton, bir Edgar Allah Poe ya da bir Kafka olabilirdi, ama çok şükür Chesterton olmayı yeğledi. 1911'de, Büyük Alfred'in Danimarkalılara karşı giriştiği savaşları dile getiren Beyaz Atın Baladı (The Ballad of the White Horse) adlı bir epik şiir yayımladı. Olağanüstü bir benzetmeyle karşılaşırız bu şiirde: «Mermer, som ayışığı sanki; altınsa, donmuş bir ateş.» Bir başka şiirinde geceyi şöyle betimler: «Dünyadan büyük bir bulut, gözlerden oluşan bir canavar.»
Lepanto'nun Baladı (Ballad of Lepanto) da yabana atılır cinsten değildir. Şiirin son bölümünde, Yüzbaşı Cervantes, kılıcını kınına sokar ve hafifçe gülümseyerek, Kastilya'nın bitimsiz yollarında dolaşan bir şövalyeyi düşünür. Peder Brown Öyküleri, en ünlü yapıtıdır Chesterton'ın. Her öyküde, çözülmesi olanaksız görünen, ama sonunda akla uygun bir biçimde çözülen bir olay sunulur. Paradoks ve nükte, onsekizinci yüzyılda dine karşı kullanılmıştı. Chesterton bunları dini savunmak için kullandı.
Chesterton'ın Hıristiyanlık savunusu Ortodoksluk (Orthodoxy) (1908) adlı yapıtını Alfonso Reyes ustaca İspanyolca’ya çevirmiştir. 1922'de Anglikan Kilisesi'nden ayrılan Chesterton, Katolikliği benimsedi. Eleştirel denemelerinden, Ermiş Francis, Ermiş Thomas, Chaucer, Blake, Dickens, Browning, Stevenson ve George Bernard Shaw'la ilgili olanlar geliyor aklımıza.
Bir de, Ölümsüz İnsan (The Everlasting Man) adlı çok güzel bir insanlık tarihi yazdı. Yapıtlarının tümü yüz cildi aşar. Nüktelerinin ardında derin bir bilgi sezilirdi.
Şişmanlığı ise dillere destandı Chesterton'ın: Bir gün otobüste kalkmış, üç kadına yerini vermiş. Zamanının çok sevilen yazan olan Chesterton, yazın dünyasının en albenili kişilerinden biridir.

Önce ilkokul öğretmenliğini seçen Lawrence, 1911'de yayımlanan ilk romanı Ak Tavus (The White Peacock) ile birlikte yazarlıkta karar kıldı. Bir yıl sonra Frieda Weekley ile birlikte İtalya'ya yerleşti; 1914'de evlendiler.
Aynı yıl Prusyalı Subay'ı(The Prussian Officer) yayımladı. Ardından Gökkuşağı (The Rainbow), İtalya'da Alacakaranlık (Twilight in Italy), ona bir ödül kazandıran Kayıp Kız (The Lost Girl), Sorguçlu Yılan (The Plumed Serpent" ve bir Avustralya gezisinden sonra Kanguru (Kangaroo) geldi.
Tıpkı putatapanlar ve Walt Whitman gibi D. H. Lawrence da, bedensel aşkta kutsal bir yan olduğunu düşünüyordu. Lady Chatterley'in Sevgilisi (Lady Chatterley's Lover) adlı romanının üç değişik metni, Lawrence'ın bu düşüncesini yansıtmaya çalışır.

Lawrence, kimi zaman açıktan açığa, kimi zaman ince bir örtüklükle dile getirir bu düşüncesini. Onu 1925'den 1928'e kadar uğraştıran Lady Chatterley'in Sevgilisi belki de başyapıtıdır, ama başyapıtı olmasa bile en ünlü kitabı olduğu su götürmez. Lawrence'ı en sonunda öldüren veremin, onun duyarlılığını bilediği ve aşırı tutumlarını haklı gösterdiği de söylenebilir.
Öyle sanıyoruz ki, Lawrence'a saldıranlar ile Lawrence'ı savunanların azgınlığı, ona hep önyargılı bakılmasına yol açmıştır. Bu kalem kavgalarının artık son bulduğu günümüzde, büyük bir yazar olarak karşımızda durmaktadır D. H. Lawrence.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Arap boylarının Osmanlı yönetimine karşı ayaklanmasına komuta etti. Kitabının biricik kusuru, bu serüveni özellikle anlatan sayfaların fazlalığıdır. Çok yürekli bir insan olan T. E. Lawrence, çok duyarlıydı da. Bir yerlerde, «utkunun bedensel utancından söz eder. Başka bir yerde, düşman alayının yiğitliğini şöyle över: "Bu savaşta ilk kez, kardeşlerimi öldürenlerin gözüpekliğinden övünç duydum."
Müttefiklerin 1918'de Araplara ihanet ettiği inancındaydı. Bu yüzden, bütün saygınlık ve ayrıcalığını (adını bile) bir yana bıraktı ve Shaw adıyla gidip Hava Kuvvetleri'ne girdi. Bir motosiklet kazasında öldü.
T. E. Lawrence yetkin bir Yunancacıydı. İngilizcedeki otuz kadar Odysseia çevirisi arasında onunki en iyilerden biridir.

Virginia Woolf (1882-1941), tanınmış bir yazar olan babası Sir Leslie Stephen'ın kitaplığında öğrendi ne öğrendiyse. Gerçekte şiire yatkın olmasına karşın romanı yeğledi ve bu alanda Henry James ve Proust etkisinde görülmemiş deneylere girişti. Aynı adı taşıyan en ünlü romanının kahramanı Orlando yalnızca bir birey değil, aynı zamanda eski bir aileyi örnekleyen bir tiptir. Üçyüz yıl yaşar ve bu uzun öyküsü içinde cinsiyet değiştirir.
Gece ve Gündüz (Night and Day), Jacob'ın Odası (Jacob's Room), Deniz Feneri (To the Lighthouse) ve Dalgalar (The Waves) da Woolf'un güzel romanlarındandır. Flush'da, Browning'lerin öyküsü köpeklerinin gözünden anlatılır. Virginia Woolf'un kitaplarında olay örgüsü, değişen bilinç durumları ve incelikle betimlenmiş görünümler kadar önemli değildir.
Hem görsel hem müziksel bir biçem kullanır. Woolf, İkinci Dünya Savaşı günlerinde bir ırmakta canına kıydı.

1972'de, yılın işlerini ve günlerini mevsimlere göre anlattığı Toprak (The Land) adlı şiiri yayımladı.
Toprağın işlenmesine ilişkin öteki şiirleri “Bahçe (The Garden),” “Meyve Bahçesi ve Bağ” (Orchal'd and Vineyard) ve “Bazı Çiçekler”dir (Some Flowers).
Otuz cilt tutan yapıtları içinde üç roman öne çıkar: “Edward Dönemi İnsanları” (The Edwardians), “Kara Ada” (The Dark Island) ve adını Milton'ın Samson Agonistes'inin son dizesinden alan “Tüm Tutkular Tükendi (All Passions Spent).
Bu son kitabında anlatım geriye doğrudur. Hindistan genel valilerinden birinin artık yaşlanmış dul karısı, görkemli geçmişini anımsamaktadır, ama sonunda geçmişin bütün o ağırlığından bıkar ve geçmişinden kurtarır kendini. Bu kitap, tıpkı Edward Dönemi İnsanları'nda olduğu gibi, İngiliz soylularının yirminci yüzyıl başlarındaki duygularını ve alışkanlıklarını, şiirselliğin de eksik olmadığı bir incelik ve alaycılıkla aktarır.
Bayan West, ayrıca İngiltere'de ortaya çıkan ilk kadın yazar, aynı zamanda bir casus ve kösnül kitaplar yazarı Bayan Aphra Ben üstüne bir inceleme kaleme aldı. Barok ozan Andrew Marvell, Jan Dark ve Santa Teresa de Jesus üstüne de yazılar yazdı.

Bu dokuzyüz sayfalık romanda olaylar tek bir günde geçer. Her bölüm bir renge, insan bedeninin bir işlevine, bir organa, bir söz ustalığına ve belirli bir saate denk düşer.
Örneğin, bir bölümde kan dolaşımı ve abartma sanatının yanı sıra kırmızı renk ağır basar.
Başka bir bölüm, soru-yanıt yöntemine göre düzenlenmiştir.
Gene bölümlerden birinde, kahramanın yorgunluğunu yansıtabilmek amacıyla, anlatım da giderek savruklaşır, özensiz seçilmiş deyimler ve beylik sözler gitgide çoğalır.
Ayrıca, Stuart Gilbert'ın belirttiği gibi, kitaptaki her öykü Odysseia'nın bir bölümüne denk düşer.
Bölümlerden biri, bir sanrı niteliğindedir; hayaletlerle nesneler arasındaki söyleşilerden oluşur. Dublin kerhanelerinden birinde geçer bu bölüm. Okurda bir sona eriş, bir yineleme, bir uyanış duygusu uyandıran Finnegan's Wake daha da tuhaftır.
Ulysses bir uyanıklık kitabıysa, Finnegan's Wake bir düşler kitabıdır.
Finnegan's Wake'in kahramanı Dublinli bir meyhanecidir; damarlarında Kelt, İskandinav, Sakson ve Norman kanı dolaşır. Her gördüğü düşte bu atalarından biri olur habire; dünyada akla gelebilecek kim varsa o olur.
Romanın söz dağarı ve harfi tarifleri bir yana bırakırsak, aralarında İzlandaca ve Sanskritçeyi de sayabileceğimiz çeşitli dillerden alınmış bileşik sözcüklerden oluşur.
İki Amerikalı bilim adamı, yıllarca uğraşıp Finnegan's Wake İçin Maymuncuk(A Skeleton Key to Finnegan's Wake) adlı ne yazık ki onsuz edilemez bir kitap yayımladılar.
Joyce'un yadsınmaz dehası, özünde sözseldir. Ne yazık ki, bu dehasını romanda tüketen Joyce iyi şiir yazmaya pek az yöneldi. Sözünü ettiğimiz kitaplarının çevrilmesi olanaksızdır.
Ama Dublinliler'deki (The Dubliners) öyküleri ve Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi (A Portrait of the Artist as a Young Man) adlı o güzel özyaşamöyküsel romanı için aynı şey söylenemez.
James Joyce Birinci Dünya Savaşı sırasında Paris, Zürih ve Trieste'de yaşadı. Kendi deyişiyle, sürgünde ve özlemle yazdı. Zürih'de öldüğünde yoksul, yorgun ve kördü.
Virginia WooIf, Ulysses'in şanlı bir yenilgi olduğunu söylemişti.
William Butler Yeats (1865-1939), T. S. Eliot'a göre, zamanımızın en önde gelen ozanıdır.
Yapıtları iki döneme ayrılır; ilk dönemi, İrlanda ulusal yazınının canlandığı bir evreye denk gelir. Yeats'in bu döneminin temel özellikleri müziğinin güzelliği, bile bile belirsizleştirilmiş imge düzeni ve eski İrlanda mitologyasına sık sık başvurmasıdır. Yeats bu döneminde hiç kuşkusuz Prerafaelit akımın ozanlarından etkilenmişti.

Buna karşılık, ikinci döneminde, başka bir deyişle olgunluk evresinde bambaşka bir ozan çıkar karşımıza. Şiirinde varlığım sürdüren mitologya artık süsleyici ya da geçmişe özlem duyan niteliklerinden sıyrılmıştır, anlam yüklüdür. Dahası, canlı ve somut, çağdaş imgelerle iç içe geçmiştir. Yeats'in şiiri dolaylı söyleyimleri değil, açıklığı amaçlar.
Evrensel bir belleğin varlığına inanıyordu Yeats. Tek tek bütün bellekler bu evrensel belleğin birer parçasıydı ve onu belirli simgelerle canlandırmamız olanaklıydı.
Teosofik düşünme, Yeats'i yakından ilgilendiriyordu; daha birçokları gibi o da çevrimsel bir tarih öğretisi düşünüyordu. Dediğine bakılırsa, bu öğretiyi ona bir Arap gezginin ruhu açıklamıştı. Yeats'in gerçekçilikten bilinçli bir biçimde uzak kılınmış tiyatro yapıtları, Japon tiyatro sanatının tekniği etkiledi. Sözgelimi, oyunlarından birinin bir sahnesinde savaşçıların kılıçları düşmanlarının kalkanlarına iner. Yeats, bu sahnede, kılıçların kalkanlara çarpmaması ve bir gong sesiyle düşsel bir çarpışın vurgulanması gerektiğini belirtir.
Rastgele seçtiğimiz şu dize, bir güzellik ve derinlik örneğidir. Birkaç güzel kadın merdivenden ağır ağır inmektedir. Birisi bu kadınların ne için yaratıldığını sorar ve şu yanıtı alır: «Günah ve aşk gecesi için.»
1923'de Yeats'e Nobel Yazın Ödülü verildi.
Bir mühendisin oğlu olan Charles Langbridge Morgan (1894-1948), Kent kontluğunda dünyaya geldi. Birinci Dünya Savaşı'nın başlarında Almanlara tutsak düştü ve dört yıl Hollanda'da tutuldu.
Çeşme (The Fountain) adlı romanında Hollanda'ya ilişkin bilgilerinden yararlandı. Morgan'ın yapıtlarında ele aldığı iki ana konu, insan duygularının tinselleştirilmesi ve aşk ile görev arasındaki çatışmadır.
En önemli üç romanı Aynadaki Portre (Portrait in a Mirror), Çeşme ve Sparkenbroke'dur.
Aynadaki Portre, sevdiği kadının portresini ancak onu tümden anlayabildiği ve bir daha birlikte olamayacaklarını öğrendiği zaman tamamlayabilen bir genç adamın öyküsüdür.
Çeşme'de, birbirlerini seven ve sayan iki adamla bir kadının öyküsü anlatılır ve çözümlenir.
En karmaşık kitabı olan Sparkenbroke'da, Morgan, bir yazarın acı veren yetkinlik tutkusunu ve en sonunda birbaşına kalışını dile getirir. İmgelerin güzelliğine ve en ince duygu titreşimlerine ihanet etmek istemediğinden, akıcı ağır bir anlatımı vardır Morgan'ın.

Gerek İngiltere'de, gerek dünyada Paul Valery'ninkine benzer bir yeri vardır.
İlk başlarda, açıkça ve bağlılıkla taşkın Ezra Pound'un yolundan gitti. 1922'de ilk ünlü şiiri Çorak Ülke (The Wasteland) yayımlandı. Yirmi yıl sonra Four Quartets adlı ilginç şiir kitabı çıktı.
Eliot Quartet'lerden birinde, birim olarak sözcükleri kullanmaz, çünkü herkesin malıdır; yer yer başka bir dilden alınma, birbiriyle ilintisiz dizeler kullanır. Böylece, yaygın bir Avusturya müzikhol şarkısı ile Verlaine'den bir dize art arda gelebilir.
Arjantin'de Rafael Obligado, “Las Quintas de mi tiempo” adlı şiirinin ilk dizesinde aynı yönteme başvurmuştu; ama onun amacı hüzünlü bir etki uyandırmaktı, yoksa Eliot gibi çarpıcı bir karşıtlığı yakalamak değil.
Eliot'ın, kişileri zor akılda kalan oyunları her şeyden önce deneysel bir değer taşır. Eliot, Shakespeare döneminin uyaksız on seslemli koşuk biçimi gibi, çağımızı yansıtacak bir koşuk biçimi bulmaya çalışıyordu. Aile Toplantısı'nda (The Family Reunion), yeniden canlandırdığı koroya, insanların duyumsayıp da söylemedikleri şeyleri söyletir.
Büyük bir emek ürünü olan eleştirel çalışmasında, genellikle Romantik akıma karşı Neoklasisizmi yüceltme eğilimindedir. Dante ile Milton üstüne, Seneca'nın Elizabeth çağı tiyatrosuna etkisi üstüne incelemeleri de vardır.
1933 yılında İngiliz uyruğuna geçen Eliot, 1948'de Nobel Ödülü'nü aldı.
Şiirleri, yazılırlarken nasıl yazboz tahtasına döndüklerini unutturamayacaklar bize. Ama yer yer eşsiz olan bu şiirlere, geçmişe özlem ve yalnızlık egemendir. Zaman zaman Latinlerdeki özlülüğü yakalar Eliot. Bir yerde «tüfek için yaratılmış» erkek geyiklerden söz eder. Dinsel bakımdan bir Anglo-Katolik, yazınsal açıdan bir Klasisizm yanlısı, siyasal yönden de monarşi yandaşı olduğunu yazmıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder