RSS

27 Nisan 2010 Salı

EDİP CANSEVER / EDİP CANSEVER ÜZERİNE

EDİP CANSEVER ÜZERİNE
Broy / Aylık Şiir Dergisi/ sayı:9
Düzenleyen: Metin Cengiz




Ahmet Oktay

Yabancılaşmanın Hegelci biçimde kavranması ve içselleştirilmesi, «Tragedya V’in ve Ruhi Bey’in toplumsal çerçevelenişinde kolayca gözlemlenebilir. İki şiirin kişileri de emek-dünyası’nın dışındadırlar. Kimilerinin belirli meslek gruplarından oluşu onları gerçek dünyanın içine sokma çabası olarak yorumlanabilir elbet; ne var ki bu çabanın yeterli ve doyurucu olmadığı inancındayım. Bağlı oldukları sınıfın somut koşullarınca belirlenmediklerinden toplumsal düzenleniş içindeki konumları aşkınlaşmaktadır çünkü. Bir otel katibi «bir otel katibidir» kuşkusuz ve elbette «sorar. Ama neyi? Bu sorular sınıfının mıdır, yoksa yanlış mı konmuştur? Yanlışsa nereden kaynaklanmaktadır? Şiir bilimin yöntemiyle çalışmaz elbet, bu yüzden de sunduğu gerçek tikel' dir. Gelgelelim Cansever hem dış koşulların varlığını kabul ettiği, hem de içseli birincil duruma getirdiği için tikelin alanından kişiselin alanına düştüğünü göremiyor. Mutluluk / mutsuzluk, hayat / ölüm sorunsalı bütün çabasına rağmen onu diyalektik materyalist yapamıyor, nedeni de şu: Şiirinde tarihi maddeciliği daima dışarda bırakıyor. Ruhi Bey «insan yaşıyorken özgürdür» diyor ama bu deyiş-biçimi somut özgürlükte sonuçlanmıyor, varoluşçu kimlikte görünmeye devam ediyor ve ölüme doğru gerilemekten de kurtaramıyor onu. Çünkü Cansever hayatı ve insanı yalnızca ölüm, acı ve yalnızlık karşısında algılayabiliyor. Bütün şiirini bir şah-damar gibi kesen alkol ölümün süreğen bir görünümünden başka ne ki?

Şudur vurgulamak istediğim. Bütün ustalığına, bütün insancıllığına rağmen, Cansever bireylerini mutlu kılamıyor, dünya yaşanılması gereken bir dünya olmuyor. Acının, korkunun, yalnızlığın, ölümün hep yeniden, yeniden algılanabileceği, yaşanabileceği, duyulabileceği bir süreğenliktir sunduğu. Trajik yalnızca bu durumlarda varsa ve bunlar biricik önsellerse tarihi boş bir çaba olarak görmemizi önleyecek nedir?



Ahmet Oktay
İlkin bir gözlem: Edip Cansever, izlek değiştirirken «ara kitap» a çekiliyor. Dolayısıyla «ara kitap» hem önceki döneminin düşünsel/ biçimsel özelliklerini koruyor, hem yeni dönemin özelliklerini koruyor, hem yeni dönemin öğelerini içeriyor. Şunlar da eklenebilir bu gözleme: «Ara kitap», çok alt katmanda bir anlamsal bütün kuruyor olsa bile, daha çok günlük yaşamın anlar’ ına yönelmesi ve bize her günkü yapıp etmelerimize ilişkin sorular yöneltmesiyle dikkati çekiyor. Gerçekten de; Şiirin karşımıza çıkardığı yaşam sahnelerinin ve insan yüzdelerinin derin bir hüznü yansıttığı, dolayısıyla şu kendiliğinden olanın ötesini imlediği hemen söylenmeli. Gelip geçerken gör(e)mediğimiz küçük ayrıntıların altını araştırıyor Cansever bu tür şiirlerde.

Sanki, parkın gölgeliğinde bir şip-şakçı çalışmaktadır: Kendisi de bu yaşamda kırgın olan bir şip-şakçı. Kimi fotoğrafların flû çıkmasının hiç mi hiç önemi yok. Çünkü bir fotoğraf değil amacı, fotoğraflar.

Asıl fotoğrafa daha sonra geçecektir.



Behçet Necatigil
Eskiden şiirler kendilerine yeterdi. Bir şiiri okuduğumuz zaman, onu beğenmesek de, başladığını ve bittiğini görürdük. Şimdilerde ise başka türlü şiirler yazılıyor. Başı sonu belli değil. İçinde bir çok nesneler bulunuyor, bir nesne değil. Bir çok canlar bulunuyor, tek can değil. Bunları birbirine yakıştıramıyor, bağlıyamıyorsunuz. Eski şiire alışkın, üstelik, sabırsız ve dikkatsiz iseniz, çağımızın çoğu iyi şiirini okuyamayacağınızın resmidir. Süreksiz bir iç yaşayışları, çizgisi belirsiz bir gelişmeleri var şiirlerin. Sanki bütün şiirler başka şiirlerde başlıyor, başka şiirlerle devam ediyor, başka şiirlerde bitiyor. Kısacası, şimdilerde şiirler, çoklayın, kendilerine yetmiyor.

Cansever de, çokluk, bir şiiri kendine yetmeyen şairlerden. «Salıncak» şiiri, gerçi, kendi başına bir bütünlük gösteriyor. Ama onu iyice anlamak, onun hakkını verebilmek için Cansever’in başka şiirlerini de bilmeğe ihtiyaç hasıl oluyor. Bütün bu şiirler birbirine ışık düşürerek yeterli oluyorlar.



Ceyhun Atuf Kansu
«Kaç kişiydik» adlı şiir «bir pazartesiyi uzun uzun konuştuk» diye başlar, sonunda: «Dönelim» der, «kaç kişiydik şimdi pek hatırlamıyorum / Uzun uzun konuştuk bir pazartesiyi.» Güzel olan, şimdi benim de, Cansever’in şiirinde uzun uzun konuşulan o pazartesiye katılmış olmamdır. İçimizdeki karmaşayı o uzun uzun dizelerle bir sevdadan, bir sevgiye akıtan, bir durgun, bir coşkulu akan o şiire ortak olmamdır. Bir ozanı yanımda bulmamdır. «Neden okunur bunca yazı nasıl aşılabilir başkaca - İnsanın karmaşıklığı» Benliğim, şiirin güneşinde bilge ağustos salkımı gibi pişip kızarıyor. «Bir gül bana kendini kopartıverdi / Daha dün akşam daha dün akşam.» Sevda’dan sevgiye dönüşen bir ortaklıkla, sevinçle kapatıyorum kitabı. Her zaman açabilirim onu. Oh, diyorum benim de Edip Cansever adında bir ozanım var artık.



Hasan İzzettin Dinamo
Hemen bütün genç şairler, çağın şurasını burasını hançerleyip duran. daha da tehlikeli yeni deneylere girişen faşizmin getirdiği kanlı dramların iniltileriyle dolu şiirler yazıyorlar. Edip Cansever’in «Sonrası Kalır» adlı yeni şiir kitabını okuyorum. Şairliği süresince çok gürültü yapmış olan şairin de, şu sırada temelli işçi sınıfının buyruğunda olduğunu daha yakından gördüm. Şairimiz, devrimci duygularını, belki de ölümsüzleşsinler diye parlak renkli freskler, mozaikler, mavi, yeşil renklerle ışıldayan bir çiniler cennetinde açıklıyor. Bütün gerçekçi düşünceleri, duygularıyla doğanın güzellikleri arasına sokulup paletindeki sert renkleri karıştırarak anılarındaki güzelliklerle çevresindeki yaşayışı çizmeğe çalışıyor. Yalnız, paletindeki taze, parlak fresk mavisiyle yeşiline sokakları yıkayan kanlar sürülmesin diye de dikkat ediyor gibi. Oysa, şair bütün kalbiyle sokakta kanlar içinde d.üşüp kalmış suçsuz gençlerden yana, onların yanıbaşındadır.



Mehmet H. Doğan
Şiir, belli dönemlerdeki, belli anlardaki durumların yalnızca saptanması olsaydı, kendinden çok şey yitirirdi, sanat bile olmazdı belki de. Ne kalırdı elimizde külün eskittiği, zamansızlaştırdığı, gözden sildiği bir dünyadan başka? Denizlerin, gökyüzünün mavisinden, bir kıyı kentinin evlerinin beyaz badanalı duvarlarındaki umuttan, yaşama sevincinden -nice az olursa olsun- kalan bu mu? Bu kötümserlik dünyası mı? Yaratıcı insanın, o kül yığını içinde ateş’i arayan insanın yeri nerde? İşte o zaman şair girer o külden dünyayla aramıza; «Akılla, kendimi ‘aşmak’la ne katabilirdim Kül’e?»




Suut Kemal Yetkin
Edip Cansever bilinçaltı verilerini, gerçek üstücülerin ilk zamanlarda yaptıkları gibi otomatik yazı ile kağıda geçirmiyor, bu tehlikeden kendisini koruyor. Bilincin denetinden kurtulmuş yazılar sanat değeri taşısaydı, en büyük sanatçılar, bilinçlerini yitirmiş şairler veya ressamlar olurdu. Bu akıl hastalarının bir çok şiir ve resimleri yayınlanmıştır. Yer yer insanı şaşırtan, ürperten özellikleri olmakla beraber, bilincimizle çağırışım dünyamızla bütün bağları koparmış, geçmişin ve geleceğin bilinmez anıları ve özlemleri ile yaşanan anlar arasında bir bağlantı kurulmadığı için, bunlarla kaynaşamıyoruz. Şiirin kaynağı, bilinçaltının ilk çocukluk çağlarına kadar inen verileridir: ama onlar bilinçte yankılanmalarını sağlayacak çağrışımlarla kaynaşmazsa, bilinçle bilinçaltı arasında bir denge kurulmazsa, şiire varılamaz. Yani, içinde yaşadığımız dünyadan bütün bütün kopmadan, içimizde yaşayan o yitik sandığımız dünyaya girebilirsek, şiirin de dünyasına girmiş oluruz.

Hiç yorum yok: