KENT
Dedin, "Bir başka ülkeye, bir başka denize gideceğim.
Bundan daha iyi bir başka kent bulunur elbet.
Yazgıdır yakama yapışır nereye kalkışsam;
ve yüreğim gömülü bir ceset sanki.
Aklım daha nice kalacak bu çorak ülkede.
Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam
hayatımın kara yıkıntıları çıkıyor karşıma,
yıllarıma kıydığım, boşa harcadığım."
Yeni ülkeler bulamayacaksın,
başka denizler bulamayacaksın.
Bu kent peşini bırakmayacak.
Aynı sokaklarda dolaşacaksın.
Aynı mahallede yaşlanacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Bu kenttir gidip gideceğin yer.
Bir başkasını umma-
Bir gemi yok, bir yol yok sana
Değil mi ki, hayatına kıydın burada
bu küçücük köşede, ona kıydın demektir bütün dünyada.
Çev: B. Pirhasan, Erdal Alova
Hiç kırda yaşamadım. Başkaları gibi kısa süreler için bile kırlık bir yerde kalmadım. Buna karşlılık kırları övdüğüm bir şiir yazdım; dizelerimi kırlara borçlu olduğumu söylüyorum bu şiirde. Pek övgüye değer bir şiir değil sanırım. Yazılabilecek en az içten şeylerden biri: kusursuz bir yalan. Oysa şimdi kendi kendime soruyorum: gerçekten bir içtenlik eksikliği mi bu? Sanat her zaman yalan söylemez mi zaten? En çok yalan söylediği zaman, en yaratıcı olduğu zaman değil midir? O dizeler yazıldıysa, sanatın bir etkinliği değil mi bu? (O dizelerin kusurları, kuşkusuz içtenlik eksikliğinden gelmiyor: en içten heyecanlara kapıldığında, çoğu kez başarısız oluyor insan.) Bu dizeleri kurduğumda sanatsal bir içtenliğim yok muydu? Düşgücüm sanki gerçekten kırda yaşamışım gibi çalışmıyor muydu?
5.7.1902
2.
Kendimde olağanüstü yetiler bulunduğunu hissediyorum. İnanıyorum ki isteseydim büyük bir doktor, bir avukat, bir maliyeci, bir mühendis olabilirdim. İki şey gerekirdi bana: öğrenmek için zaman ve yazından vazgeçmek için istenç gücü. Düşüncemin bir yanılsaması mı bu dersiniz? Yeteneklerimi biraz fazla önemsemek mi? Ya da bütün yazarlarda ortak, doğal bir şey mi? -Bütün yazarların sahip olduğu bir güç mü demek istiyorum. Her türlü pratik çalışma, bana kolay geliyor. Ama şunu da kabul etmeliyim: bu kanıda olmama karşın, bana gerekli zaman tanınmazsa, pratik yaşamda başarı göstermem olanaksız. Ama o zaman da genel kategoriye düşüyorum: zaman verilen her insan, orta yetenekte bile olsa, başarılı olabilir. Ama hayır; beni üstün kılan -buna inanıyorum- çok daha az zamana gereksinmem olması. Yine de pratik işlerde başarılı olamayacağımın bilincindeyim, çünkü ruhumu yaralayacak bir zorlama yapmadan, yazın banke-ing'ini derin benliğimden koparıp atmam olanaksız.
Aklıma başka bir şey geliyor. Bu içimde duyduğum yetenek, pratik işler karşısında duyduğum rahatlığın ortaya çıkardığı yetenek, yazından, sürekli kafa yormaktan,düşgücünün sharpening'inden gelmiyor mu acaba? Acı çekmeden düşgücü'nü yadsımaya zorlayabilseydim kendimi, belki gücümü de yitirirdim ve pratik işler, sıradan insanlara olduğu kadar zor gelebilirdi bana. Ama sanmıyorum. Yetenek işte burada. Benim zayıflığım -Ya da gücüm, sanatsal çalışmaya iyi kötü bir değer veriliyorsa- yazını, ya da daha doğrusu Düş gücü’nün o tadına doyulmaz çalkantısını yadsımayışımda.
18.8.1902
3.
Gerçek ve Yalan var mıdır? Ya da yalnızca Yeni ve Eski mi vardır -Yalan, Gerçeğin Yaşlılığı mıdır yoksa?
4.
Sık gözlemlerim: sözcüklere pek önem vermez insanlar.
Açıklayayım. Sıradan bir insanın (sıradan sözcüğüyle aptal demek istemiyorum, yalnızca özellikleri olmayan birinin) bir kanısı vardır, bir kurum ya da basmakalıp bir düşünceye karşı çıkar; ama büyük çoğunluğun tersini düşündüğünü bildiği için susar; konuşmanın gereksiz olduğuna ve hiçbir şeyi değiştiremeyeceğine inanmıştır çünkü.
Oysa büyük bir yanılgı bu. Ben başka türlü davranırım. Diyelim ki ölüm cezasına karşıyım. İlk fırsatta söylerim bunu; söylediklerimin, egemen güçleri hemen yarın ölüm cezasını kaldırmaya iteceğini sandığımdan değil; bunun benim düşüncemin utkusuna katkıda bulunacağına inandığım için. Kimsenin benimle aynı düşüncede olmaması pek önemli değildir. Sözlerim yitip gitmez nasıl olsa. Belki biri yineler onları, dinleyecek ve hesaba katacak birilerinin kulaklarına ulaşırlar. Belki bugün aynı düşüncede olmayanlardan biri, daha sonra, başka ve daha uygun koşullarda anımsar onları; belki aklı yatar ya da en azından sarsılır. Eylem'i gerektiren başka toplumsal konular için de bu böyle. Çekingen biri olduğumu biliyorum ben, eyleme geçmek elimde değil. Ama sözlerimin yararsız olduğunu sanmıyorum. Bir başkası eyleme geçer bir gün, ama benim, bu çekingenin sözleri, onun eylemini kolaylaştırır. Araziyi temizleyip düzler.
9.11.1902
5.
Aşkım üstüne yazmayı düşündüm. Ama yapmayacağım bunu. Önyargı ne kadar güçlü! Ben ondan kurtuldum, ama bu sayfayı görebilecek henüz tutsak insanları düşünüyorum. Ve duruyorum. Ne güçsüzlük! Yine de bir harf yazmak istiyorum -T- bu anı simgelemek için.
9.11.1902
6.
Kim bilir ne tür kösnül düşünceler yönetmiştir yazın yapıtlarının çoğunun oluşumunu! Algılamayı saptıran (ya da biçimini bozan), yalnız kösnül düşünceler! Ve kimi romanlarda (çoğunlukla İngiliz romanlarında) eleştirmenlerin beğenmediği yanlar -onları şaşırtan, sanki yazar isteyerek kötü yazmış gibi duran bölümler-, çoğu kez yazarın bir duyguya ya da kösnül bir duruma boyun eğmesinin sonucudur. Bu duygu öylesine güçlü -kimi zaman öylesine şiirsel, öylesine olağanüstüdür ki, doğumuna eşlik ettiği sözcüklerle bir bütün oluşturur.
Bu nedenle de, aylar sonra bile olsa, yazdıklarını yeniden okuduğunda, bir şeyleri değiştirmek ya da düzeltmek elinden gelmez yazarın. Çünkü sözcüklerle birlikte eski duygunun hayaleti de çıkar ortaya ve yazarı, yapıtının bir bölümü önünde sanki color blind'a dönüştürür.
12.11.1902
7.
Sapkınlık insana güç verir mi bilmem. Kimi zaman verdiğine inanırım. Ama yücelik kaynağı olduğundan hiç kuşkum yok.
13.12.1902
8.
Yalnız insanlar, bizim görmediğimiz şeyleri görürler: dünyaya son derece duyarlı bir bakışla bakarlar. Yalnızlık, derin düşünce ve dünyadan elini eteğini çekme, ruhu inceltir, keskinleştirir. Bizse insanlarla görüşerek, düşünmekten kaçarak ve yeryüzü zevkleriyle köreltiriz onu. Bu nedenle bizim görmediklerimizi görürler. Bir odada yalnız başına kalan insan, saatin vururlarını açık seçik duyar. Ama içeri biri girer ve bir konuşma başlarsa onu artık duymaz olur. Vuruşlar duyulmaz hale gelmemiştir oysa.
9.
Büyük şiirlerin kusurlarını keşfetmek için zaman gerekir. Yayınlandıklarında uyandırdıkları ilk duygu, hayranlık olur; ve bu hayranlık dağılmadıkça ya da değişime uğramadıkça, en keskin gözlü eleştirmenler bile kusurlarını göremezler şiirin. Garip bir özelliği bu insanoğlunun: ancak hayran olmadığında bir yargıya varabilir.
10.
Genç bir ozan, beni görmeye geldi. Çok yoksul, yazın çalışmalarıyla yaşayan biri ve yaşadığım güzel ev, ona usulünce çay ikram eden hizmetçim, iyi bir terzide dikilmiş giysilerim, sanırım biraz hüzünlendirdi onu. "Ne korkunç şey, yaşamını kazanmak için savaşmak zorunda olmak" dedi, "dergisi için abone, kitapları için müşteri peşinde koşmak..." Onu yanılgıda bırakmak istemedim ve asşağı yukarı şunları söyledim: durumu zor ve tatsızdı ama ben nasıl da pahalı ödemiştim küçük lükslerimi! Onlar için doğal yeteneğimden uzaklaştım, bir devlet görevlisi oldum (ne gülünç durum!), her gün bir sürü değerli zamanı harcıyorum ve buna, arkadan gelen cesaret yitirme ve yorgunluk saatleri ekleniyor. Ne yıkım! Ne büyük ihanet! Oysa o yoksul genç, tek bir saat bile yitirmiyor ve Sanat’ın çocuğu kimliğine sadık kalıyor. Çoğu kez,çalıştığım sıralarda, güzel bir düşünce gelir aklıma, az bulunur bir imge, kusursuz bir iki dize ve onları unutmak zorunda kalırım, çünkü büro isleri bekleyemez. Sonra eve döndüğümde, biraz dinlendikten sonra onları anımsamaya çalışırım ama boşuna. Doğrusu da budur. Sanat şöyle der sanki bana: Ben, geldiğinde kovulabilen, çağırıldığında da yeniden gelen bir hizmetçi değilim. Dünyanın en büyük Hanımefendisiyim ben. Ve sen, zavallı güzel evin, güzel giysilerin ve zavallı iyi konumun için beni yadsıdıysan -sefil hain- o zaman bununla yetin (nasıl yaparsın bilmem!) ve yalnızca beni karşılaşmaya hazır olduğunda o çok ender zamanlarda geldiğimin farkındaysan, eşikte dur ve bekle beni, o her gün bulunman gereken yerde.
Haziran 1905
11.
İyi bir terzinin diktiği giysi, kusursuz biçimde yalnızca bir kişiye uyar; bir yağmurluk, iki ya da üç kişiye. Ben de böyleyim işte: şiirlerim bir duruma uyabilir (to fit), belki de iki üçüne... Benzetme küçültücü gelebilir; bense tersine doğru ve teselli edici buluyorum onu. Herkese göre değildir benim şiirlerim, birkaç kişiye göredir. Az şey değildir bu da. Has şiir olduklarının kanıtıdır.
9. 7.1905
12.
İngiliz yazınını soğuk bulmama neden olan şey -İngiliz dilinin kimi Boblukları dışında-, nasıl söylemeli bilmiyorum, tutuculuğu, geleneklerden kopmakta zorluk çekmesi, -ya da bunu yapmak istememesi-, aktöreyle ters düşmekten korkması ya da sahte-aktöresidir sanıyorum (ikiyüzlü bir aktöreyi böyle tanımlamak gerek).
Şu son on yıl içinde, aşkın yeni görüntüsünü korkusuzca ele alan ve çözümleyen, çok sayıda -iyi ya da kötü - Fransız romanı yazıldı. Yeni bir görüntü mü bu gerçekten; hayır, ama önyargının onu bir delilik (bilim tersini söylüyor oysa) ya da suç (mantık tersini söylüyor oysa) sayması yüzünden, yüzyıllar boyunca görmezlikten gelinmişti. Bildiğim hiçbir İngiliz kitabı yok bu konuda. Neden? Çünkü önyargılara karşı çıkmaktan korkuyorlar. Oysa bu aşk, İngiltere’de de var, başka bütün uluslarda da -ve hep vardı-, yalnızca birkaç kişi için de olsa.
13.
Toplumun -ne sağlık tutkusundan ne de akıldan doğan- zavallı kuralları, yapıtımı kısıtladılar. Anlatımımı zincire vurdular, benim gibilere ışık ve heyecan tanımamı engellediler. Yaşam kofulları, İngiliz diline egemen olabilmek için uzun süre uğraşmamı gerektirdi. Ne yazık! Aynı çabayı, Fransızca öğrenmek için harcasaydım -koşullar izin verseydi, Fransızca bana o denli yararlı olsaydı- belki de, aynı anda hem söyleyen, hem susan adıllarla kendimi daha özgür biçimde anlatabilirdim. Ama ne gelir elden! Estetik açıdan bir başarısızlık bu. Tartışma konusu olarak kalacağım hep ve yalnızca yadsıdığım şeylerden yola çıkarak bütünüyle anlayabilecekler beni.
15.12.1905
14.
Ne büyük bir aldatmacadır "sanat" , içtenlikten söz ettiğinde. Oturup kimi sorunlar üstüne yazmaya başlarsınız -çoğu kez düş gücünüzle- sonra zaman geçer, acaba yanıldım mı diye sorarsınız kendi kendinize. Yaşlılık konusunda Mumları, Yaşlıların Ruhları’nı ve Yaşlı Adam’ı yazdım. yaşlılığa doğru ilerlerken ya da en azından olgunluk yaşlarında, bu son şiirin hiçbir doğru yanı olmadığının farkına vardım. Yaşlıların Ruhları şimdilik doğru görünüyor ama yetmiş yaşına geldiğimde onu da bir o kadar yanlış bulmayacağımı kim söyleyebilir? Ya Mumlar, o doğrudur umarım! Betimleyici şiir -tarihsel olaylar, doğanın fotoğrafları (ne korkunç sözcük!)- daha güvenli belki. Ama o da zavallı ve kısa ömürlü.
1906
15.
Kimi zaman, düşündüğüm ve karmaşık düşünceler oluşturduğumda, nesnelerin ilişkilerini, sonuçlarını gözden geçirdiğimde, başkalarının benim gibi düşünemediği, duyamadığı düşüncesine kapılırım ve bu beni uncomfortable yapar. Çünkü şöyle derim kendi kendime: ne haksızlık böylesi bir dahi olmam ve kimsenin beni tanımaması, kabul etmemesi. Ve yanılma olasılığım, başkalarının da benim gibi doğru ve görkemli biçimde düşünebilmesi olasılığı, beni rahatlatır. Demek ne kadar güçlü, ilgi ve karşılık görme isteği! Başkalarından üstün ve tanınmamış olmaktansa çoğunluğa benzer olma düşüncesi rahatlatıyor beni.
16.
Heyecan olmadan -ki bunun içine öfkeyi de katıyorum- insanoğlunun eyleme geçmesi olanaksızdır. Oysa heyecan içinde doğru dürüst bir eylem yapılamaz. Onu asmak gerekir, sonuç alabilmek için. Ama o zaman bile -durgunluğa geri dönüldüğünde- yaptıklarımız, heyecandan doğan yapıtlardır. Fazla heyecanlanan iyi bir iş çıkaramaz; hiç heyecanlanmayan da öyle.
17.
Sonunda İskenderiye’ye alıştım ve zengin de olsam, büyük olasılıkla burada kalırım artık. Ama nasıl da ağır geliyor bu bana! Ne zorlukları, ne ağırlıkları var küçük bir kentin -ne büyük bir özgürlük yoksunluğu! Burada kalırım (yine de çok kesin değil bu) çünkü burası sanki yaşamımın anılarına bağlı bir vatan benim için. Oysa benim gibi -onca farklı- biri için, büyük bir kent ne kadar da gerekli! Londra, örneğin. R.M. gittiğinden beri aklımdan çıkmıyor bu.
28.4.1907
18.
İkinci bir iş -insanın tüm zamanını almayan, ne çok ağır, ne de çok oyalayıcı bir ekmek kapısı- sanatçı için önemli bir kolaylıktır. İt refreshes him, arındırır onu, dinlendirir neredeyse. En azından kimileri için bu böyle.
13.5.1907
19.
Bu aksam Baudelaire üstüne bir kitap okuyordum. Yazarı sanki şaşkına dönmüştü Les Fleurs du Mal karşısında. Les F'leurs du Mal'ı yeniden okumayalı çok oldu. Anımsadığım kadarıyla bu kitap, çok da şaşırtıcı değildir. Baudelaire'in çok sınırlı bir zevkler çemberi içinde kaldığı izlenimi vardır bende. Dün gece örneğin, ya da geçen çarşamba ve daha kim bilir kaç kez, çok daha özel tadlar yaşadım, gerçekleştirdim, düşledim, düzenledim ben sessizce.
22.9.1907
20.
Halkın, yoksul genç insanların güzelliği, hoşuma gidiyor ve heyecanlandırıyor beni. Hizmetçiler, işçiler, küçük memurlar, satıcılar. Yoksun oldukları şeyin dengelenmesi bu sanki. Tüm bu çalışma, tüm bu devinim, bedenlerini inceltiyor, uyumlu kılıyor. Neredeyse her zaman ince yapılı oluyorlar. İçeride çalışınca açık, dışarıda bronz tenli yüzlerinin hoş ve şiirsel bir rengi var. Zengin gençlerse tersine; ya hastalıklı ve güçsüz ya da yeme içme ve fazla yumuşak yataklar yüzünden yağlı ve şişman oluyorlar. Sanki tefeci atalarından kalma bir hırsızlık ve şiddet çirkinliği patlıyor, şiş ya da gelişmemiş suratlarında.
29.6.1908
21.
Bir izlenimin etkisi altında ya da az sonra bir şiir yazarsınız. İzlenim -duyumsal ya da düşünsel-, canlı ve içtendir: ondan doğan şiir de (yalnızca izlenim böyle olduğu için değil ama mutlu bir rastlantıyla) iyi, canlı ve içten bir şiir olur.
Sonra zaman geçer. Ve o izlenim -daha önce bilmediğiniz başka ayrıntıların ya da onu doğuran nesneler ve kişilerdeki değişimin etkisiyle- boş ya da gülünç gelebilir size. Aynı anda, şiir de. Oysa bu doğru mu bilmiyorum. neden bir şiiri 1904'ün havasından alıp 1908'inkine taşımalı? Neyse ki çoğunlukla karanlıktır şiirler ve bu sayede başka duygulara, benzer durumlara uyabilirler.
11. 7.1908
22.
Yaşamda başarılı olmak ve saygı uyandırmak için ağırbaşlı olmak gerektiğini biliyorum. Ama bu benim için oldukça zor; ağırbaşlılıktan hoşlanmıyorum. Açıklayayım: ağırbaşlılık gerektiren konularda ağırbaşlılık şart! Kimi zaman neredeyse tam bir gün. Geri kalan zamandaysa dalga geçmeyi, şakayı, alayı, hum-bugging'i seviyorum. Ama pek uygun düşmüyor bu. İşimi tehlikeye atıyor. Çünkü çoğunlukla aptal ve cahil insanlarla benim işim. Onlar da hep ağırbaşlı oluyorlar. Hayvanca bir ağırbaşlılık görülüyor suratlarında; nasıl şaka yapsınlar, anlamıyorlar ki. Ağırbaşlı suratlarına yansıyor bu.
Bilgisizlikleri ve aptallıkları yüzünden her şey zor, her şey sorunlu geliyor onlara, bu nedenle de ağır başlılık, öküzlerinki, koyunlarınki gibi yayılıyor yüz çizgilerine (nasıl da ağırbaşlıdır hayvanların yüzleri!). Şakacı insansa genellikle hor görülüyor; en azından önemsenmiyor, çevresine güven vermiyor. Bu yüzden ben de insanlara ağırbaşlı bir yüz göstermeye çaba harcıyorum. İşlerimi büyük ölçüde kolaylaştırdığını gördüm bunun. Ama içimden bol gülüyorum, dalga geçiyorum.
26.10.1908
23.
Yaz mevsimini yeğlerim. Gerçek yazları; Mısır’ın ya da Yunanistan’ın yazlarını, görkemli öğle saatlerini, insanı bitkin düşüren ağustos gecelerini. Buna karşılık, yazın daha çok çalıştığımı (sanatsal konularda) söyleyemem. Yazın görüntüleri, yazın duyumları, çok sayıda izlenim bırakır bende, ama bunların doğrudan yazınsal bir çalışmaya dökülebileceğini sanmam. Doğrudan diyorum, çünkü sanatsal izlenimler, bir süre kullanılmadan kalırlar, başka düşünceler doğururlar, başka etkiler altında değişirler ve günün birinde yazılı sözcüklerde billurlaştıklarında, tam olarak ne zaman doğmaya başladıklarını, yazılı sözcüklerin gerçekte nereden ortaya çıktığını anımsamak kolay değildir artık.
1909 yazı
24.
Yaşamım kösnül dalgalanmalarla, -kimi zaman gerçekleşen sevda düşleriyle akıp gidiyor. Yapıtımsa, düşünceye yöneliyor. Doğrusu da bu olsa gerek. Gerçekten de yapıtım, bir yerlerde sözünü ettiğim, çeşitli yorumlara açık şu amforaya benziyor. Ve aşk yasamım, böylece anlatımını buluyor - yalnızca aptallar için karanlık. Daha çok ortalıkta görünseydim, belki de sanat için yeterli yer kalmayacaktı bana.
Eskiler gibi çalışıyorum.Tarih, felsefe, trajik mitoslarla dolu dramlar yazıyorlardı -aşkın esiniyle- tıpkı benim gibi.
20.6.1910
25.
Ne korkunç, şu katılık üstüne yeni felsefi düşünceler, güçlüklerin haklı egemenliği, küçükleri, zayıfları ortadan kaldıran savaşın sözde sağlıklılığı, vb. Madem toplum olarak yaşamak zorundayız, madem uygarlık buna bağlı, madem bununla insanlığı başlangıçta tehdit eden en zor koşullara direnmeyi başarmışız - ne anlamı var bu katılık, egemenlik üstüne deliliklerin... Gerçekten uygularsak, bunların bizi insanlığın yok edilmesine götürdüğünü görürüz.
Burada bir güçlü, doğrudan ya da dolaylı biçimde on zayıfı yok eder; ötede başka bir güçlü, başka on zayıfı; ve bu böyle sürer gider. Sonunda yalnızca güçlüler kalır ortada. Bunların arasında kimileri, daha az güçlüdür. İlk zayıflar ortadan kalktıktan sonra onlar zayıf olur artık; onların da yokedilmesi gerekir, onar, beşer, ikişer ikişer... Sonunda en güçlü ya da eşit güçte bir ikisi kalana kadar sürer bu. Ya onlar nasıl sürdürürler yaşamlarını? Katılık değil, tersine yakınlıktır, şefkattir, acımadır, (ölçülü ve kuşkusuz abartısız olmak koşuluyla) İyiliktir, gücü ve bilgeliği oluşturan.
10.9.1910
26.
Bizden sonra gelecekler için özenle, titizlikle çalışmıyorum. Bir yaşam disiplini, bir düzen hazırlamak için; yaşamları ne denli uzun olursa, bu onlara o denli yararlı olacak.
1.4.1911
27.
Aşağı yukarı böyle bir şeydi. Önceki gün, böyle not etmiştim sigara paketinin üstüne ve oradan aktarıyorum. Not ederken -sokaktan geçen iki gencin söylediği türkünün tartımıydı bu- bir şeylere yarayabileceğini düşünmüştüm. Ama hiç bir şey yapamadım onunla. Ezgi pek güzel değildi, şimdi anlıyorum bunu; ama sesler hoştu. Ve beni pencereye çağırdıklarında ezgi ve sesler, daha da güzelleştiler, çünkü o iki genç -yirmi iki, yirmi üç yaşlarında iki delikanlı- düşsel bir güzellik görüntüsü oluşturuyorlardı. O ne bedenler, ne saçlar, ne yüzler, ne dudaklardı! Yalnızca bir an kaldılar. Ve ben, sanatçı, bir ezgiyi not ederken bir şeyler yaptığımı sandım. şimdi çok az görünüyor bu bana, sanırım çok da yararsız. Önceki gün gözlerimin önünden geçen tek şiir, iki çocuğun güzelliğiydi. Eğer belleğim bunu izlerini saklayıp yaratıcı bir heyecan anında bana geri verirse, kimbilir belki de sanatımda bir şeyler kalır bu güzelliğin kısacık gecesinden.
7.10.1911
KONSTANTINOS KAVAFİS
Çev: Özdemir İnce
20 Nisan 2010 Salı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder