RSS

13 Mayıs 2010 Perşembe

ORHAN VELİ KANIK / DÜZYAZILARI / CUMHURİYET DEVRİNDE ŞİİR

Her yıldönümü, bu konu üzerinde birçok kişi yazı yazar. Konu hep o konu olduğuna, yıldan yıla da büyük değişiklikler olamayacağına göre, söylenenlerin birbirini tutması, birbirine benzemesi gerekir. Gelgelelim, böyle olmaz; görüşler birbirinden o kadar ayrıdır ki bu yazıların, çoğu zaman, bambaşka konuları ele aldıkları, bambaşka olaylardan söz açtıkları sanılır.

Ben bunca yıldır şiirle uğraşmış bir adam olduğum için, benim de kendime göre bir görüşüm vardır elbet. Böyle bir yazı yazmaya kalkınca da, ister istemez manzarayı o görüşle görmek zorunda kalırım. Oysaki çoğu kimseler bu gibi yazıların tarafsız bir dille yazılmasını isterler. Şiirimizin değerleri üzerine konuşmaya kalkacak olsam büsbütün tarafsız olabilir miyim bilmem; ama o tarafa hiç dokunmadan, Cumhuriyetten sonraki şiirimizin özelliklerini belirtmeye, ayrı ayrı yönlerde gelişmiş olanların da ortak taraflarını meydana çıkarmaya çalışırsam suya sabuna dokunmadan söylenecek birkaç şey bulabilirim sanıyorum. Bu işi yaparken belki birkaç şair adı da anacağım. Ama dediğim gibi, değerliyi değersizden ayırmak gayretiyle değil; salt, anlatmak istediklerimi daha gözle görünür bir hale getirmek için.

Cumhuriyet’e daha önceki çağlardan miras kalan iki ünlü şairin, Yahya Kemal’le Ahmet Haşim’in, şiirlerini inceleyince, aralarındaki belli başlı ayrılıklardan birinin dil olduğunu görüyoruz.


O dem ki refref-i bestiye samt olur kaim

gibi bir mısra yazabilen Haşim’e karşılık Yahya Kemal,

Geçsin hayırlısıyla şu beyhude sonbahar

diyor. Birincininkine karşılık ikincinin ne kadar sade, ne kadar rahat, ne kadar halkın dili olduğu meydanda. Gerçi Yahya Kemal bu dilin ne yaratıcısıdır, ne de bu dilin özelliği Yahya Kemal’i Cumhuriyetten sonraki şairlere bağlayıp kendinden önceki ş0airlerden ayıran bir özellik taşır. Ama Tanzimat’tan sonra dili şiirle bağdaştıran ilk adam oluşu, onu, dille şiiri birbirinden ayrılmaz kurumlar halinde gören Cumhuriyet devri şairlerinin başında saymama sebep olur. Yahya Kemal’i son yüzyıl içinde dilin şiirdeki önemini ilk sezen şair diye adlandırırken bir dil meselesinden değil de bir sur meselesinden bahsediyorum. İşi bir dil olarak ele alsam şüphesiz daha gerilere giderim. Tanzimat yıllarında girişilmiş tek tek hareket bir yana, bu alanda en başarılı, en bilerek yapılmış savaş, Genç Kalemler ‘de yapılanıdır. Sözü Gene Kalemlere getirmişim, kökü oraya bağlı edebiyatın ortaya gerçek bir şiir çıkaramadığını söylemek için. Ne ‘Türkçe’ diyen Ziya Gökalp’i şair sayabiliriz, ne “milli vezin” diyen Mehmet Emin’i, ne de onların fikirleriyle beslenen Hececileri. Ziya Gökalp’le Mehmet Emin ayrı ayrı yollardan da olsa — fikir adamıdırlar. Onları şairlikle vasıflandırmaya kalkışmak hem kendilerine karşı haksızlık, hem de görmek istedikleri işe karşı saygısızlık olur. Ama onlardan sonra gelip de şiir adı altında yazılar yazmış olanlar için de öyle düşünemeyiz. Başarısızlıkları belki de salt istidatsızlıklarından gelmiyordur; yurtta şunu uzun zamandan beri unutulmuş olmasının da payı vardır bu işte; ama bu da işi kökünden halletmez. Ortada olan, gerçek sur dilini yeni bir yola götürmek isteyen bir şair var, o da Yahya Kemal. Gerçi, yukarıda da söylediğim gibi, o sırada iki şair var; ikincisinin dili de kendinden önceki şairlerin diline benzemiyor. Onun dilinde de yeni hayallerden gelme bir zenginlik görülüyor. Ama o kadar sahte, o kadar uydurma ki yaşamasına imkân yok. Şiirin tadına kapılıp o dilin de peşinden gidenler çıkmadı değil. Ne oldu sonunda? Ne dilde, ne şiirde, hiçbir gerçeğe dayanmadıkları için, havalarda kalıp teker teker döküldüler. 0 sairler için belki de dil meselesi diye bir şey yoktu. Dillerini, Haşim’de olduğu gibi, şiirleri telkin ediyordu. Şiirleri ise halktan uzaklaşmak istiyordu; dilleri de aynı şeyi isteyecekti. Oysaki aklı eren aydının isteği halka yönelmekti. Bir halk hükümeti kurulduktan sonra, okuma yazmanın yalnız aydınların, yalnız seçkinlerin değil, halkın malı olduğu anlaşıldıktan sonra, halk da, şiirinin kendi diliyle yazılmasını isterdi elbet. Üstelik de tabirlerle dolu, zengin, durmuş oturmuş bir dili vardı. Ne yapacaktı kendinden uzaklaşmak isteyen aydının uyduracağı üç beş kelimeyi? İşte böylece, Cumhuriyetin ilk yıllarında şiirde halkın dili anlaşmaya başladı.


Yahya Kemalden sonra gelen bir Nazım Hikmet ortalığı büsbütün karıştırdı. Vezin gibi, kafiye gibi kösteklerin yanı sıra? “Şiir dili böyle olmalıdır. Şiirde şu kelimeler kullanılır, bu kelimeler kullanılmaz” falan gibi bağlan da söküp attığı için halkın dilini daha rahat kullandı. Şiire, her türlü kelime ile birlikte, küfürü, narayı bile soktu. İzinden yürüyenler oldu. Böylelikle Türk şiiri daha geniş nefes almaya başladı. Yahya Kemal, Nazım Hikmet ve onlardan sonrakilerin çabalamaları gösterdi ki, şiirdeki dil işi, kimi adamların sandığı gibi. Bir kelime işi değildir; dil eski kelimenin yerine yeni kelime koymakla Türkçeleşmez; Türkçeleşse bile dil olmaz; işi daha temelden almak, bunun için de halkın diline, halkın konuşmasına kulak kabartmak gerekir. Ayrıca, sonucunun bir şiir konuşmasında yer alması için de. yapılan işin sairce olması gerekir.

Yüz yıl boyunca nazım yoluyla birtakım fikirler söylemiş olan şairlerinizden sonra Cumhuriyet devri, şairlerinin gerçekten şiir söylediklerini rahat rahat ileri sürebiliriz.

Bugün Türk şiirinde bir dil, Türk dilinde de bir şiir varsa, herhalde, Cumhuriyetten sonra olmuştur. Kimileri son aylarda hükümet zoruyla bir dil yaratmanın imkansız olduğunu söylediler. Bu amaçla, okul kitaplarındaki kelimeleri değiştirdiler; yeni kelimeleri atıp yerine eskilerini koydular. Ama, boşuna uğraşıyorlar. Bilmiyorlar ki halk, halkın diliyle konuşan sanatkarla birliktir. Kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın, sanatkârı yürüdüğü yoldan döndüremez. Hatta hükümet zoru hile olsa. Hele. Cumhuriyet’ten sonra doğmuş olanlara Arap harflerini öğretmek imkanı da olmadıktan sonra...

Buraya kadar dil meselesini incelemeye çalıştım. Bir de öz meselesi var. Ayrı ayrı çağlarda türlü anlamlarda kullanılan, kimi zaman mevzu, kimi zaman fikir diye adlandırılan öz, gerçekten de şiirimizde — zaman zaman — ya fikir oldu, ya mevzu. Divan şiirimiz deyişten ibaret olduğu için, onu bir yana bırakıyorum.

Tanzimat yıllarının şiirleri, Divan şiirinin devamı yahut taklidi olmadığı zamanlar, sadece fikre dayandı. Bunlar, çoğu zaman, o kadar fikirden ve kum nazımdan ibaret şeylerdi ki çoğunda şiirle en küçük bir ilişik bile göremiyoruz. Tanzimat’tan sonraki yılları şiirlerden de az, bayağı, gözü yaşlı bir hassasiyet oldu. Sonra sonra, bazılarının muhteva adını verdikleri bu şey bir aralık da şekille birleştirilmek istendi. Burada, şekil denince, dilden ayrı bir şey kastediliyordu. Eskilerin vezin ve kafiye ile, lafız se mana sanatları ile farkına varabildikleri şekil, Cumhuriyet’ten sonraki şairlerin kafasında yeni bir değer kazandı. Pek yeni bir kavram olduğu için bunu açık ve seçik ortaya koymak pek o kadar kola değildi. Böyle olunca da şeklin muhtevadan büsbütün ayrılamayacağın ileri sürenlere bir parçacık hak vermek gerekiyordu. Hiç değilse, yani bunlara hak verilmese bile, bu fikrin tersini söylemek güçtü. Gel gelelim, zamanla şekilden ne kastedildiği anlaşılmaya başlandı. İçinde dille deyişin de payı olmakla beraber şekil bir yapı, bütün olan bir yapı anlamına gelmeliydi. Üstelik bu anlayış vezinle kafiyeyi de, lafız ve mana sanatlarını da bir yana bırakıyordu. Daha çok nazım sanatının malı olan bu un surlar bir yana bırakılınca şair şiirle karşı karşıya kaldı. Kaldı ya, salt bu kaygıyla ortaya koyacağı şiir de, üst tarafı şairce bir şekilde başka bir şey olmayacaktı. Dünyadaki işi şiir söylemekle, şiir dinlemekten ibaret olamayacağı için şairce bir şekille yetinemedi Yemek, içmek, yatmak, kalkmak, hür olmak gibi daha bir sür derdi vardı. Üstelik bu dert yalnız kendi derdi değildi.

Eşit olmak için başkalarının da eşit olması gerekiyordu. Başkalarını eşit olması başkalarının da hür olmasına bağlıydı. Kendisiyle eşit olan insan da kendisi gibi yiyecek, içecekti. Kendi hakkını koruyabilmesi için, başkalarının da haklarının ne olduğunu bilmeleri lazımdı. Ancak o zaman kuvvetli olunabilirdi. Bunun için o insanları uyandırmak, okutmak, yazdırmak gerekiyordu. Zaten bu da eşitliğin şartlarından biri değil mi idi? Bu işi başarabilmek için, elbette, elindeki araçların en kuvvetlisini kullanacaktı. 0 araç da şiir olduğu için toprağına bağlı Cumhuriyet devri şairi şiirini kendinin, yurdunun ve insanlığın yararına kullanmaya başladı. Böylece, şiirdeki öz yeni bir anlam kazandı. Her hakkın arkasında saklanan ödev burada da kendini gösterdi. Şiirin özü, şiirin ödevi oldu.

Uzun sözün kısası: Bugünkü Türk şairi meselesi olan insan, halkı halka anlatıyor. Kendisi de halktan. Kendi refahının çoğunluğun refahına bağlı olduğunu. çoğunluğun da halktan basta bir şey olmadığını biliyor.
Bütün dünya şairleri gibi.


(Yeni İstanbul, 29. 10. 1950)

Hiç yorum yok: