RSS

2 Eylül 2012 Pazar

BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU/ İNSAN KOKUSU

İNSAN KOKUSU


Erzincan’ı harikulâde kilimlerinden, cicimlerinden, yemeni türkülerinden tanırım.

Halk türkülerinin renkleri vardır. Kimisi koyu mor üzerine turuncu benekli, kimisi yonca yeşili üzerine sarı kirazlar serpilmiş, kimisi küpeli vişneler küpeli, kimisi portakal, kimisi çavdar, kimisi kan kokar.

Mor sinekler konmuş elâ gözüne

İşte size rengi, uğultusu, kokusu ve devrilen muhteşem bir ağaç gövdesi gibi serilişi, uzanışı ile bir ölü. Bir insan ölüsü.

İşte bir şiir ki bir vuruşta beş hissimizi birden şaha kaldırıyor.

Mor sinekler konmuş elâ gözüne



Kulaklarımızda sineklerin uğultusu, gözümüzde mor ile elâ rengin çarpışması. Ve bu seslerle renklerin yan yana gelişinden derhal derimize çarpan kızgın temmuz güneşi, dilimizde ve burnunuzda bu güneşin tadı.

Ve yüreğimizde birdenbire gemi azıya alan merhamet!...

Hani masallarda Keloğlan, devlerin mağaralarına gİrer, dev karanlıkta homurdanır:
- Burnuma insan kokusu geliyor!
Halk türkülerini dinlerken, okurken ben de bağırmak istiyorum:
- Burnuma insan kokusu geliyor!


*


Eti ile kemiği ile, ağrıları, sızıları, müjdeleri ve naralariyle insan. Bunu dilimin köşesinde bucağında aranıp duruyorum. Divan edebiyatımızda ne harikulâde şeyler var. Fakat orada insan kokan mısralar bulmak ne güç! Divan edebiyatımızda renkler, sesler, kokular demet demet!. Fakat insan… "çırılçıplak insan" yok! Divan edebiyatımız; içerisine henüz insan girmemiş harikulâde bir bahçedir.

İçtikleri afitabı temmuz giydikleri şuleyi cihansuz


Evet bu mısrada harikulâde güzel şeyler var. Fakat; insan bunun neresinde? İçtikleri ve giyindikleri onların olsun. Ey insan oğlu bana seni gerek seni!...

İşte Yunus:

Bir miskin öldü diyeler
Soğuk su ile yuyalar


Canım Yunus! Ben sende insan kokusunu seviyorum.

Kimi masum kimi güzel yiğitler
Ne söylerler ne bir haber verirler


Ben sende, senden taşan; etrafındaki taşlara, topraklara, otlara, ölülere bulaşan insan kokusunu seviyorum.

Garp dilinde insanı bir kalıp sabun gibi derli-toplu verebilen roman ve hikâye tarzı bizde henüz yeni yeni tomurcuklanıyor. Bu tomurcukları bilhassa bu neslin genç hikâyecilerinde görüyor ve seviniyorum. Henüz adları dile düşmemiş, dal budak sarmamış hikâyecilerimiz yetişiyor. Yarının romanını bunlardan bekleyelim.

Genç hikâyecilerimizin yüreklerinde halk türkülerimizin ne güzel bir akis yarattığını anlamak kolay. Onlardan rastgele bir tanesini çekip alınız; bu hikayelerin üzerinde Fransız ve Rus romanlarının tesiri olduğu kadar hepsinin yüreğine bir halk türküsünün hançeri saplanmıştır.

Genç hikâyecilerimizi halk türkülerine doğru çekip götüren muhakkak bu insan kokusudur. Hakikaten insanı bizim dilimizde elinin çamuru ve gözünün çapağı ile yalnız halk türkülerinde barınabilmiştir.

**


Halk türkülerinden bu kadar hararetle bahsettiğimi görenler bana bir sürü derme çatma tekrarları, içi boş kalıpları, insanı değil sivrisinek vızıltısını bile vermekten âciz birçok manileri hatırlatabilirler. Ve bu yerinde olur. Çünkü halk türküsü hiçbir zaman şekil bakımından taklide değer bir bütün içerisinde toplanmamıştır. Halk türküleri ata sözleri gibi bütün bir milletin eseri sayılabilir. Onların içerisinde şiir vardır fakat arkalarında şair; "san’atkâr şair" yoktur. Onların arkasında sadece ağlayan veya gülen bir insan vardır.

Benim üzerinde durmak istediğim budur. Aslını ararsanız halk türküsü dediğimiz şey keçi boynuzu gibi bir şeydir. Bir gram şeker için bir kilo odun yemek lâzım gelecektir. Fakat bu şeker çeşidi dilimizde yalnız halk türkülerinin bağrında saklandığı için zahmete değer.


*


Güzel halk türkülerinde beni çarpan şey bunların hepsinin arkasında bir vak’a, bir macera, nihayet bir insan bulunmasıdır. En güzel halk türküleri çok sevilen bir insanın ansızın göçüp gitmesi ile kopan bir feryattır. Halk türküsünde bıçak sahici bıçaktır. Oradaki yara sahici yaradır, halk türkülerinde adı geçen kan, kırmızı mürekkep değildir.

Kâzımım aslanım aman yerde yatıyor
Kaytan bıyıklar anam kana batıyor


Orhan Veli’yi Üsküdar’da efkârlandıran bu türküdeki Kâzım şakacıktan değil sahiden vurulmuştur. Bu türkü ölenin arkasından hulûs çakmak için değil; ona candan sunulmuştur.

*


Halk türkülerinde beni çarpan bir hususiyet daha türküye başlangıç, hiç nazlanmadan, uzun uzadıya tafsilâta lüzum görmeden giriş:

Bir berat gecesi tutuldu dilim
Silaha bıçağa varmadı elim
.

Bir tane daha:

Karanlık evleri sildim süpürdüm
Pamuk şiltelere gelin götürdüm.


Bunu söyleyen kendi kendine konuşur gibi söylüyor. Sizin bütün tecessüsünüzle onun üzerine eğilmiş olmanız umurunda değil, buna rağmen o kadar güzel söylüyor ve söylediği şeyi o kadar inanarak ve severek söylüyor ki türkünün bir tarafında kapılar açılıyor ve siz durup dururken hiç tanımadığınız bir insanın mahremiyetine girmiş oluyorsunuz.

*


Yemen üzerine yakılmış türküler arasında söylemek istediklerimi daha iyi anlatacak misaller var.

Çocukken Yemen adını ilk defa bİr ilâhide duymuştum:

Yemen ellerinde Veysel Karanî

Bu ilahideki Yemen benim için her şeyden evvel çok uzak bir şehirdi.

Fakat asıl Yemen’in ne olduğunu daha sonra türkülerden öğrendim. Bu Allahın belâsı bir yerdi. Yüzbinlerce insanın hayatına mal olmuştu. Giden gelmiyordu. Ve türkü, gözü önünde anası boğazlanmış bir kuzu gibi garip bir meleyişle soruyordu:

Adı Yemendir.
Gülü çemendir
Giden gelmeyor
Acep nedendir


Daha sonra başka bir Yemen türküsü duydum:

Bir incecik yolum gider Yemen’e
Ilgıt ılgıt kanım danılar çemene
Öldüğümü duyurmayın anama
Dalgın uykulardan uyanamadım.


*


Geçenlerde de bunların hepsini bastıran ve beni halk türküleri üzerinde tekrar uzun uzadıya düşündüren şu türküyü duydum. Dinlerken tüylerim diken diken oldu.

Mızıka çalıyor düğün mü sandın
Al beyaz bayrağı gelin mi sandın
Yemen’e gideni gelir mi sandın
Tez gel ağam tez gel dayanamiram
Uyku gaflet bastı uyanamiram.
Ağam öldüğüne inanamiram.


Dahası var fakat dahasını siz merak edip arayın, bulun. Belki onu ararken ondan daha nice güzellerine rastlayacak, ve yalnız en büyük san’at eserlerine yaraşan ürperme ile siz de titreyeceksiniz.

Hiç yorum yok: