RSS

18 Eylül 2012 Salı

HİLMİ YAVUZ / KONUŞMA

Radikal Kültür/ Berrin Karakaş

Hilmi Yavuz'a göre şiirlerini 'büyük hayatlar'da arayan şairlerin söylediklerine bakmamak gerek. Yavuz, 'Hayat ne kadar daraltılırsa, algı kasten sınırlı tutulursa, insanın imge yeteneği de o kertede gelişir. Hayatını belli bir tekdüzelikle yaşayan birisini düşün. İnsanın yeni algılarla kaybedeceği vakti olmaz. Bu yüzden ben hayatı kasten daraltanlardanım' diyor.




Hilmi Yavuz'la buluşmak üzere, 'hoca'nın gönlü şiire düşmüş gençleri ağırladığı The Marmara Cafe'nin yolunu tuttuğumda, bir avuç insan Deniz Gezmiş ve arkadaşları için yürüyor, arkalarından da bir küçük ordu çevik kuvvet yürüyordu. Tüm bunların başımıza, insan soyunun anadili şiiri unutması sebebiyle açıldığını düşündüm romantik romantik. Ve çiçeği burnunda bir genç yazardan çok, belki de şiirleri hiç gün ışığına çıkmayacak bir şair olarak, yazar, filozof ve şair Hilmi Yavuz'dan, şair olanın şiir kapısını çalmaya koyuldum. Yıllar önce şapkamı şiirle doldurup yine aynı kafede şiirlerimi gösterdiğim Hilmi Yavuz'un; 'Bunlar şiir değil destan' dediği an aklımda, masanın birine kuruldum. Hilmi Yavuz sayesinde, destandan şiire inceldiğim yolların izinde, muhabbete koyuldum.

Geçenlerde yayımlanan bir kitap; Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın 'İçimdeki Şiir Hayvanı' ile başlamak isterim. Her şairin içinde bir şiir hayvanı var galiba. Peki Hilmi Yavuz'un?

'İçimdeki şiir hayvanı' sözü çok şiirsel bir söz aslında. Herhalde bunu bir metafor olarak kullanıyor Dağlarca. Büyük bir olasılıkla şairlerin esinli olarak, bir başka deyişle, şiir yeteneğiyle donanmış olarak doğduklarını ve belki de şiirin doğuştan insana bağışlanmış bir yetenek olduğunu söylemek istiyor. Bu, kimilerine göre bu şiir hayvanı, kimilerine göre şiir cinidir. Tıpkı Alaaddin'in sihirli lambasındaki cin gibi. Ama işte Alaaddin'in cini ile şiir cini arasında bir fark var; şiir cini her çağırışımızda gelmiyor. Halbuki öbürü, lambayı şöyle bir ovalayınca geliyordu. Tabii, esini doğru saptamak gerekiyor. Bu, durup dururken gelen bir vahiy midir? Yani o şiir hayvanı insanın en beklemediği zamanda gelen, vahiy gibi bir göksel ses midir örneğin, yoksa başka bir şey mi? Ben doğrusu, böyle bir şiir hayvanına, eğer doğuştan yetenekli olmak anlamına gelmiyorsa, pek inanmıyorum. Doğuştan yetenekle donanmak anlamına geliyorsa, böyle bir şey var tabii. Çünkü müzik gibi, resim gibi bir yetenek işi şiir de.


Bir de şairler olsun, filozoflar olsun, üretim aşamalarında mutlaka Tanrı kavramını sorguluyorlar. Necip Fazıl'dan Kierkegaard'a, Tolstoy'dan Hölderlin'e pek çok ismin eserlerini etkileyen, hatta kimisinde içeriği tamamen değiştiren bir mesele bu. Kimi yazarlar kelimelerinin Tanrı tarafından yazdırıldığı iddiasında bile bulunabiliyor. Nasıl açıklarız bu durumu?

Ben bunu Freudyen bir şey olarak düşünüyorum. Freud, Gündelik Hayatın Psikopatolojisinde dil sürçmelerini, şakaları, kalem sürçmelerini vs bilinç dışında bastırılmış olanın bir tür dışavurumu olarak niteler. Ben de kendi deneyimimi sınırlı olarak bir oto analize tabi tuttuğumda, böyle bir şeyin; diyelim ki yolda yürürken, ya da gece birdenbire uyanıp dilime takılan iki ya da üç sözcükle masa başına oturduğumda, bu iki ya da üç sözcüğün, benim bilinçdışımla ilgili bir tür parapraksis olduğunu, bir tür sürçme olduğunu söylüyorum. İlk gelen, o rastlantısal biçimde gelen sözcükler gündelik hayatın psikopatolojisinin bir parçası ise, bunu herkesin yaşaması gerekiyor değil mi? Ama herkes yaşamıyor. Demek ki bastırılmış olanla, onun şiirsel anlamda dışa vurumu arasında çok özel bir ilişki var. İşte belki de bu şairi anadan doğma şair yapıyor. Doğuştan şiir yeteneğiyle donanmışlık dediğimiz şey belki de bu.

Peki Hölderlin gibi Hilmi Yavuz'un da Tanrı'ya yaklaşıp uzaklaşmak zamanlarında aklıyla bir derdi oldu mu? Siz aklınızı öyle zamanlarda nasıl korudunuz?

Allah korudu diyeyim।

Bir de şair gibi yaşamak var. Mesela Tanpınar Ahmet Haşim'in, "şiir için hayatı kasten daralttığını" yazıyor. Siz de aynı şeyi Behçet Necatigil için söylüyorsunuz. Peki Hilmi Yavuz şiiri için hayatını kasten daraltıyor mu?

Zaten ben de Tanpınar'dan yola çıkarak söylüyorum bunu. Bazı şairler var ki, onlar şiirlerinin kaynağını ya da kökenini kendi dışlarında ararlar. 'Büyük hayatlar' dediğimiz şeydir bu; büyük hayatlar, büyük serüvenler... Attilâ İlhan'ın deyişiyle; 'Büyük yolların haydutu.' Böyle bir şey olmak. Gerçi o, 'Büyük yolların hayduduyum' diyordu, şiiri böyle düşünüyordu ama yaşamı en azından Ahmet Haşim'in, ya da Behçet Necatigil'inki kadar dar ve sınırlıydı. Onun için, şairlerin söylediklerine bakmamak gerekir. Hayat ne kertede kasten daraltılırsa, daha doğrusu algı kasten sınırlı tutulursa, insanın imge, imgelem yeteneği de o kertede gelişir diye düşünmüşümdür. Sürekli hayatını belli bir tekdüzelikle yaşamakta olan birisini düşün. O tekdüzeliğin içinde insanın algıyla, yeni algılarla kaybedeceği vakti olmaz. Bildiği şeyler vardır, o bildiğini gündelik hayatın monotonluğu içinde sürdürür. İşte o algıda sınırlılık da, imgede genişliği getiriyor. O yüzden ben hayatın kasten daraltılmış olmasının şiiri besleyen çok önemli kaynaklardan birine gönderme yaptığını düşünüyorum ve ben de hayatı bu anlamda kasten daraltanlardanım.

Bir yandan da hızla değişen bir hayat içindeyiz. Hegel bile taa o zamanlar; 'Şiirin diğer sanatların arasındaki yeri, modern dünyada gerilemiştir' diye yazıyor. Sartre da 20 yy'da sözcüklerin güçsüzlüğü yüzünden şiir sanatının krizde olduğunu söylüyor.

Şiir ile öteki yazınsal türler arasında bir problem olduğu hep söylenegelmiştir. Roman özellikle. Roman ne kertede öne çıkıyorsa, şiir de o kertede geriye itilmiştir gibi bir argüman öteden beri söylenir. Bu bir ölçüde doğru olabilir, ama şiirin geriye itilmesi şiirin bütünüyle yok olması anlamına gelmez. Şiirle düzyazı arasındaki farkın ayırtında olunduğu sürece, şiirin işleviyle düzyazının işlevinin birbirinden çok farklı insanlık durumlarını karşıladığının farkına varıldığı müddetçe, şiir o insanlık durumunu karşılamaya devam edecektir. İnsanlık durumları ortadan kalkmıyor ki o duruma karşılık gelen şiir ortadan kalksın.

'Bulanık Defterler'de 'Görmeyi Unutmak' üzerine yazdıklarınızda; 'görmeyi unuttukça kokular ve seslerle yaşamanın ne demeye geldiğini anlıyorum' diyorsunuz. Bildiğimiz bir şey var ki; Batı görür, Doğu duyar. Sizce biz bu ikisi arasında durmayı başarabiliyor muyuz?

Şiirin bu işi başardığı kanısındayım. Sahih şiir diye bir kategori var. Şöyle diyorum; bizim entelektüel tarihimiz var. Nedir, zihin tarihimiz 1800'lü yıllardan bu yana; 'Hem modernistsin, hem gelenekselsin, hem Batılısın, hem Doğulusun' diyor. Eğer öyleyse, o zaman şair de kendi entelektüel genel tarihiyle bire bir mutabakat halinde olabilmek için hem Batı'yı hem geleneksel olanı kendisinin kılmak zorundadır. Bizim şairlerimiz bunu yapmışlar. Yahya Kemal'de hem Baudelaire, hem Nedim vardır. Haşim'de hem Verlaine vardır, hem post sembolistler, hem Şeyh Galip vardır. Necatigil'e bakıyorsun; bir taraftan Alman ekspresyonist şairler var, bir taraftan Rilke, divan ve halk edebiyatı var. Asaf Halet Çelebi'yi düşün; hem tasavvufu temellük etmiştir, hem de sürrealizmi. Dolayısıyla böyle bir gelenek, böyle bir soyağacı var. Ben de kendimi oraya eklemliyorum. Ben de kendimi sahih şairler kategorisinde düşünüyorum. Kendi toplumumla, entelektüel tarihimle mutabakat halindeyim. Benim gibi şairler de var. Bu konuda umutsuzluğa kapılmamak gerekir. 'Ben bu tarihin bir öznesiyim'in ayırdına varmak gerekiyor. Böyle düşünülmediği için bir sürü şey yaşanıyor Türkiye'de.

Siz yine de bizim kuşağa kıyasla şanslı şairlersiniz. O dönem hocalarınız var, şiir toplantılarınız, şiir dergileriniz var.

Genç şairler, şiirlerini bana getirip okumamı ve bir ölçüde yardımcı olmamı istediklerinde elimden geleni yapıyorum. Yine bir sürü dergi çıkıyor aslında.

Sizin döneminiz kadar etkili değil ama.


Buna katılırım, doğru।

Gençlerden bahsetmişken, Adorno Edebiyat Yazıları'nda denemeden bahsederken; 'güç ve devasa şeyleri tam kendine göre bulan öğrencinin safdilliği, çok bilmiş bir yetişkinin parmağını sallayarak önce basiti anlayıp sonra karmaşıkla baş etmeye kalkışması tavsiyesinden daha bilgecedir' diyor. Bu anlamda siz gençlere ne önerirsiniz?

Benim önereceğim başlangıç noktası bir başkasının önereceği başlangıç noktasıyla örtüşmeyeceği için, en doğrusu kişinin kendisinin bulması. Ben ne okumaları gerektiğini değil, ne okumamaları gerektiğini söylüyorum. Mesela felsefe tarihi ile işe başlamayın. Mesele insanın felsefeci olarak felsefi anlamda bir şey üretebilmesidir. Başkalarının herhangi bir konuda yaptıkları akıl yürütme elbette çok önemli ama felsefe metnine edilgen bir biçimde yaklaşılmaz. Felsefi düşünce kritik düşüncedir.

Bazen bilmek insanı zayıflatmıyor mu sizce? Mesela Balzac bir açıdan 'köylü' olduğu için o kadar güçlü bir dile sahipti.


Ben bunu söyleyemem açıkçası.

Neden?

Söyleyemem, çünkü bilmenin benim için çok büyük bir anlamı var. Bilgi iktidardır demeyeceğim ama şu önemli; bütün felsefi düşünceler diyelim, daha öncekilerle hesaplaşmakla başlar. Felsefe de tıpkı şiir gibi yapılan bir şeydir. Akıl yürütmekle gerçekleşecek olan bir şeydir. Türkiye'de alıntılarla konuşan çok adam var. O alıntılara aykırı bir akıl yürütme yapılsa, derhal alıntılarla, sanki onlar kutsal metinlermiş gibi cevap veriyorlar. Kemal Tahir'in en önemli vasıflarından biri buydu. Batılı bir aydındı o.

Tahirilere dahil edebiliriz sonuçta sizi de?

Eden etti zaten। Birincisi, Kemal Tahir çok önemli bir romancı olduğunu düşündüğüm biri. İkincisi eleştirel aklın Türkiye'deki önemli temsilcilerinden. Son derece dogmatik kafalı birtakım insanlar alıntılarla düşündükleri için, örneğin Avrupalı sayılıyorlar. Kemal Tahir'iyse; 'bir dakika sorgulayalım' dediği için dogmatikmiş gibi kabul ediyorlar.

Denemelerden oluşan 'Kara Güneş' kitabınızda İslam uygarlığında Kuran'ın otoritesi altında romancılığın gelişemediğinden bahsediyorsunuz. Bizim için de geçerli mi bu durum?

Bunu Edward Said'ten yola çıkarak Eagleton söylüyor. Sorgulanması gerek.

Son zamanlarda olanları düşünürsek çok komik görünüyoruz bence dışarıdan. Bir şekilde 'İslamcı' denilen insanlar İslam felsefesinin ne kadar farkındalar acaba. Ya da laiklik adına yürüyenler laikliğin ne demek olduğunun?

Bazı kavramların açık seçik biçimde tanımının yapılması lazım. Kargaşa da değil, bir kavram kaosu yaşanıyor. Son Anayasa tartışmaları da bunu gösteriyor. Anayasa'da bile kimileri 367, kimileri 184 diyor. Başka bir şey de, kamusal alan. Kamusal alanın tanımı yapılamadı. Son yirmi yıldır bu konuda on tane yazı yazdım. Türban meselesi örneğin. Türbanın mahiyeti üzerinde durmayalım, türbanın nerede, hangi alanda görünür kılınmak zorunda kaldığıdır mesele. Kamusal alanın açık ve seçik biçimde neyi içine aldığını, neyi dışarıda bıraktığını tanımlanırsa o zaman başörtüsü konusunda da mantıklı bir şekilde oturulur, çözüme kavuşturulur. Bu yapılmıyor, bu yapılmadığı için laiklik ve sekülarizm meselesi de gereken açıklıkla ifade edilemiyor. Kaos ve bulanıklık halinde gidiyoruz.

Şiire geri dönersek, İlhan Berk'in bir konuşmasını dinlemiştim de, eşi oğlunu İlhan Berk'in yanına pek yanaştırmazmış bir eve bir şair yeter diye. Sizin oğlunuz Ali Hikmet de bir şair. Sizin evde böyle bir durum yaşanmamış demek ki. Bir de torununuz Mercan var. Onu da şiirden uzak tutmak gerekir mi?

Yooo hiç. Keşke Mercan da şair olsa. Oğlumun şiir yazması da beni çok mutlu etmiştir. Ve gerçekten zor ve onurlu bir işi yaptığı için de gurur vermiştir bana. Şairlik dünyanın en onurlu mesleğidir bana sorarsan.

Benim için mesela, 27 yaşımda yazdıklarım şimdi yazdıklarımdan çok daha güçlüydü. Zaman geçtikçe eksiliyormuşum gibi hissediyorum. Bir de 18 yaşında şiiri bırakmış Rimbaud ve 60'larında 'İlahi Komedya'yı yazmış Dante var. Hilmi Yavuz da geçenlerde 70. yaşını kutladı ve hâlâ yazıyor.

Şu var; insanın 60'ından sonra şair olması mümkün değil. Bir filozof olabilir ama. Kant öyle mesela. Diyelim ki belli bir yaşa kadar şiir yazmışsın, çok sıradan şeyler yazmışsın ve belli bir yaşta müthiş bir kopmayla çok farklı şeyler yazabilirsin. Oktay Rifat 1914 doğumlu ve bana sorarsan 56 yaşına kadar vasatın biraz üstünde bir şair. Aynı şey Necatigil için de geçerli. Necatigil'in de iyi şiirleri 1964'te çıkmıştır. O zamanlar da 46 yaşındaydı.

Sizin en güzel döneminiz hangi döneminizdi peki?

Bu ancak ben öldükten sonra başkaları tarafından söylenebilir. Ben başlangıçtan itibaren hiç kötü şiir yazmadım ama.

Bir de şunu merak ediyorum 'Yolculuk Şiirleri'nizden ötürü. Acaba Hilmi Yavuz, 'Beat kuşağı' şairlerini okumuş mudur, sever mi?

Allen Ginsberg, Farlinghetti... Hayır kızım. Bu adamlar Bukowski vs gibi birtakım insanlar benim herhangi bir biçimde entelektüel ya da ruhsal ilgi kuramayacağım insanlar. Okudum ben ama benim tarzım değiller. Okumaktan lezzet duyacağım insanlar değiller.

Onlar da yollarda ya, o yüzden sordum.

Benim ama üç yolum var; Doğu'ya, Batı'ya, öteye.

Hiç yorum yok: