RSS

6 Şubat 2010 Cumartesi

HER ŞEYDE BİR HAYIR VARDIR!

HER ŞEYDE BİR HAYIR VARDIR!

Konuşan: Mehmet Gündem
Bilgi ve Düşünce, Mayıs 2003


Derinlik ve sığlık arasında sıkışan hayat!

Hepimiz enkazın altında umutsuzca çırpınan insanlar gibiyiz. Kalabalıkta kalıp sürüye ait olmakla, toplumu inşa etmek farkı 'bilinç'in derinliğinde saklıydı. Bilinçlerimiz yaralanınca biz de kalabalığa karışıp gittik. Dün, bizim entelektüellerimiz başarısızlıkla birlikte gelen sorunlara savunmacı bir refleksle bahaneler sıralamıyor, aksine hayatı daha da yaşanılır kılmak için çözüm arayışlarına yoğunlaşıyorlardı. Onların akılsızlığa, aşksızlığa, adaletsizliğe, ahlâksızlığa, adapsızlığa direnmenin kutsiyetini hatırlattıkları sürece de bu toplum, bu coğrafya iddialı bir duruş sergiliyordu yeryüzünde.

Şimdi 'kendimiz' olamadığımız için, kendi varlığımızı sürekli kılamadığımız için yıkılan medeniyetimizin altından sesimizi duyurmaya çalışırken başka eller, başka akıllar, başka ahlaklar tarafından yeniden inşa edilen 'yeni dünyayı' buruk buruk izliyoruz.

Edilgeniz, suskunuz ...

Dün varlığa mânâ veren bir derinliğimiz vardı. Bugün sığlık içinde boğuluyoruz.

Çünkü yarına 'hayır'la bakmayı öğütleyenlerimiz gittikçe azaldı...

Alev Alatlı ile geniş mânâda bir medeniyet okuması yaptık. İki bölüm halinde yayınlanacak söyleşinin birinci bölümünde sahici dünyanın seyrini konuşurken ikinci bölümde de bu dünyaya Türkiye üzerinden sondaj yaptık.



Yazılarınızda sürekli olarak kadim değerler adını verdiğiniz "5 A" ilkelerinden (akıl, aşk, adalet, ahlak, adap) bahsediyorsunuz. Bununla -bir medeniyete dönük olarak- neyi anlatmak istiyorsunuz?
Başlangıç noktası şu: Bu dünyaya dair olup da % 100 doğru ya da % 100 yanlış olduğu kanıtlanmış tek bir olgu ya da veri yoktur. “Matematik kanunları gerçeği yansıttıkları sürece kesin değildirler, kesin olduklarında gerçeği yansıtmazlar” diyen, Einstein'ın kendisi. Matematik dünyası sahici dünyadan farklıdır; tarif ettiği dünyaya uymaz. Birisi yapay; cetvelle çizilmiş gibi düzgün; ötekisi sahici yani dağınıktır, pusludur. Keza, fiziğin tanımlamaları da % 100 değildir. Fizik, doğrusal sistemleri çözer, ne ki, gerçek dünyada doğrusal sistem yoktur. "Şu şöyle etkilenirse bu sonuç alınır" şeklinde kesin bir şey söylenemez. Dahası 1920'lerde "bazı şeylerin ilkesel olarak bilinemez olduğu" matematiksel olarak kanıtlanmıştır Werner Heisenberg tarafından. Fizik kuralları ancak belirli bir yere kadar doğrudur. Hal böyle olunca, insan "aklı" dünya ve veya evrene dair "tartışmasız" gerçeği çözemez. Yaygın kanının aksine bilimin meselesi de bu değildir. Matematikçiler ve fizikçilerin bütün uğraşları tutarlı, bütünlüklü fakat kurgusal bir kainat inşa etme çabasıdır ki, bu son tahlilde bir zeka oyunudur, sanattır. İnsanoğlu, dünyayı / kainatı teoriler yöntemiyle akla uygun bir biçimde kurgular ve aklının kurguladığı bu hayali kainatm bir yerinde, bir biçimde Evren'in gerçekleriyle çakışacağını umut eder.

Öte yandan, fiziğin insan yapısı matematiği reddetmediği de bir vakıadır. Geçen yüzyılda Maxwell, ışığın bir elektromanyetizm türü olduğunu matematikle oynarken keşfeder. Fizikçiler test eder, doğru olduğu ortaya çıkar. Einstein, enerji-kütle denklemini (e=mc2) göreceliğin matematiği ile oynarken bulur; doğru olduğunu nükleer bomba kanıtlar. İnsanoğlunun gözünü açan matematiktir. Ne kadar çok matematik öğreniyorsak, Kainat'ı o kadar iyi anlıyoruz. Bunun için derler ki, matematik varsa kimse görmemiş olsa da, Kainat var. Ya da kainat varolduğu için matematik var. Stephen Hawking "Kainat başka türlü olsaydı, biz onu idrak edemezdik" diyor. "Kainat 'biz' burada olabilelim diye böyle. Ya da Kainat öyle ki, 'biz' buradayız. Hiçbir şey bizim bildiğimizden başka türlü değil!

Kainat'ı 'Kainat' yapan, bizim sorgulamamız, bizim varlığımız. Kainat var ki, biz varız. Biz varız ki, Kainat var."

Böyle bakıldığında, esma-i mevsuleden birisi matematik. Ve "akıl" olmazsa olmaz koşulu insan olmanın. Olmazsa olmaz ama yeterli değil… Çünkü ahlakın denetimde olmayan aklın şerir olabildiği de bir vakıa. Fransız Aydınlanması'nın "insan mantığının insanlığın esenliğini sağlamaya yeteceği" savının doğru olmadığı, teknolojinin şer'e hizmet etmesinin önlenememiş olmasının tasdikinde. Birbirinden ahlaksız iki dünya savaşı, Vietnam, Afganistan vb. Son olarak da Irak. Ahlakî "değerleri reddeden bilim, zehirli bir yılan gibi şerir olur" deyişi, en az iki yüz yıllık. "Sientifiçeskaya" gibi bilim ile dini bütünleştirmeyi amaç edinen cemiyetlerin kurulma nedenlerinden birisi de bu.


Adalet, ahlâkî değerleri onurlandırmanın yegane yolu mu?
Evet. Özgürlüklerden daha önemli çünkü ahlaki değerlerin şekillendiremediği özgürlükler de tıpkı bilim gibi şer'e bükülebiliyor. Adap akıl-ahlak-adalet üçlüsünün yöntemi. Âdâba riayet edildiği sürece mahkemelerin işlevleri kadük oluyor. Bir örnek, Japonya. Sanayileşmiş dünyada fert başına düşen en az avukat sayısı bu ülkede. Adam, fikir ayrılıklarının karakolda bitmesini önlüyor.

Aşka gelince, aşk insanoğlunun bekâsının sırrıdır. Dünyayı her gün yeniden kuran güçtür. Soytarıları adam eden, korkakları yüreklendiren, aşktır. Derler ki, güneş dünya kurulalı beri her yerde Kâinat ve tabiat ve uluhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan ari ve zahir olan hakikati arayan er kişinin gözlerini kamaştırır; o'nu bakışlarını yeryüzüne indirmeye, sorularının cevabını yeryüzünde bulmaya zorlarmış. Böyle yapmasının nedeni, er kişiye Ezeli ve Ebedi Güzellik'in bu gezegendeki temsilcisinin 'kadın' olduğunu anlatmaya çalışmasıymış. Yaratıcısının muradını anlayan er kişi, kadınını araştırır; ona koşar, türünün bu formunun davranış ve zekâsında hakikatin ipuçlarını bulmaya çalışırmış. Ve gün gelip de sevgililerin bedenleri Hakiki Güzellik'in vaatlerini yerine getiremez olduklarında, aşıklar bedenlerini aşar, birbirlerinin ruhlarına düzenledikleri keşif seferlerini sıklaştırırlar; kadın ve erkek böylece birbirlerini yeniden tanımlarlarken aşk, bir kez daha parlar ve tıpkı güneş ışıklarının boğduğu gibi lambaları, kaba muhabbcti söndürür; aşık ruhları arındırır ve kutsarmış.

Derler ki, kendisini öteki'ne veren, kendisi ile buluşur...
Bu buluşmadan yepyeni bir insan doğar. Keskinleşmiş bir algılama yetisi, yeni hedefler, yeni maneviyat, yeni erdemler. Aşk söz konusu olduğunda, en miskin insanın bile hayatı karşılayacak gücü bulduğuna şahit oluruz. Aşık olan insan, damarlarında dolaşanın Kainat'ın özsuyu olduğunun idrakine varır, yüzünü yerden kaldırır, Yaratıcısı'na yönelir. Aşk, temiz ve sahici olan tüm diğer ruhlarla buluşmanın kapısını aralar. Başlangıcında bir kişi için duyulan sevgi, diğer canlıları da kapsayacak şekilde büyür. Düzeyli, mütevazi, içten sohbetler, perdahlar, inceltir, yüceltir. Taraflar birbirlerinin ruhlarını gölgeleyen, lekeleyen, birbirlerine ulaşmalarında zorluk yaratan maniaları konuşarak saptarlar. Sevgili ruhlar alınmadan, gücenmeden yardımlaşırlar… Aşk, zihn-i kemale ulaşmanın yoludur. Zihni kemal, hakikatin anahtarı. Aşk ışık saçan, doyumsuzluk telkin eden, kendisini sonsuza dek geliştiren bir öyküsü olan güzelliktir. İnsanın karşısında kendisini yetersiz, salahiyetsiz hissettiği Güzellik. Muhteşem bir gün batımı üzerinde ne kadar hak iddia edebilirse, sevdiğinin üzerinde de o kadar hak iddia edebileceğini idrak ettiren Güzellik. Tevazû dayatan Güzellik.

Aşk, aşık olunanın 'tanrılaştırılması' ya da 'tanrıçalaştırılması' şeklinde tezahür eder. Şehvet, ruhun cismanileşirken bedenin ruhanileştiği bir enstantane yaratıyor ki, o 'an'a hakikatin bize açılan bir başka yüzü olarak saygıyla yaklaşmaktan başka çaremiz yoktur. Aşk, insanoğlunu kolayca gayr-i şahsi hale gelebilen cinsel ilişkiden, 'hobi'ye dönüşen cinsel ilişkiden, oburluktan, düşüncenin ve duyguların kabalaşmasından korur. Gerçek evliliklerin yani çiftlerin birbirlerini yücelttikleri birlikteliklerin teminatıdır. Fiziki cinselliğin ötesini amaçlayan birliktelikleri, Kainat'ın dalga cenahına kanatlanabilen cinselliği, zihni kemale yaklaşmanın işaretlerini yüceltir ki, insanoğlunun yaşayakalmasının sırrı bundadır…


Bu değerleri bu topraklara ait İslami kültürle ne kadar ilişkilendiriyorsunuz? Modern Batının yükselişi ile bu değerlerin tahrip edildiğini söyleyebilir miyiz? Irak'a müdahale bağlamında bu değerlerin can çekiştiği iddiası abartılı mı olur?
Ciddi biçimde ilişkilendiriyorum. Şöyle söyleyeyim, Ehl-i Kitap çıkışlı olmakla birlikte, Fransız/Avrupa Aydınlanması sonrası Batı kültürü "Düşünüyorum, öyleyse varım" diyen Descartes'dan itibaren ölümü fiziki bir oluşum olarak kabullenmeyi seçmiştir. "Düşündüğüm sürece varım, düşünmüyorsam yokum" anlayışıyla şekillenen Batılı dünya görüşü doğrultusunda hayat, bireyin mezara konmasıyla birlikte sona erer, yaşanmışlıklar da dahil olmak üzere bu dünyaya ilişkin her şey anlamını yitirir. Buna karşın, ister eski olsun, ister çağdaş, İslâm kültürüne mensup insanlar toplumlarını bir bütün olarak tasavvur ederler, ebediyete kadar yaşayacak bir şeyler inşa etmeye savaşırlar. Ölümsüz olmanın yolu hiç değilse geride bir "hoş seda" bırakmaktır. Bizimki "Hücreler ölür ama organizma yaşamaya devam eder" şeklinde bir düşüncedir. Ölüm meselesi ile böyle halleşiriz. Biz, hayatı, ömürlerimizin tükenmesiyle birlikte sona erecek bir anlamsızlıktan ibaret görmez; ebediyete kadar yaşayacak erdemler, yani bir tür ölümsüzlük inşa etmeye çalışırız. Sonsuzluğu yakaladığımız duygusuyla avunabilmemiz iyilik gibi, güven gibi, ülkü gibi, aşk gibi kendimizden sonra da yaşayacak doğrular inşa ettiğimize inanıyor olmamıza bağlıdır. Bizim gözümüzde ölüm, çabalarımızın anlamsızlaşmasıyla çöken o nafilelik duygusunun yanında coşkuyla karşılanacak hayırhah bir kurtarıcı olabilir. Oysa, Aydınlanma sonrası Batı'da, birey "toplum denilen soyutlama" dan yüce tutulur. Ulus ya da toplum şöyle dursun, Allah'a bile bireyin yaşamından üstün bir vizyon yüklemeyen Batılı dünya görüşü doğrultusunda aşk da dahil olmak üzere az önce saydığımız kadim değerler "Ortaçağ" kafasına, az-gelişmişlik sınıfına giren yanılsamalar olarak değerlendirilirler. Akıl ahlakın; ahlak adaletin denetimine den kurtulur; aşk, "ruhani temelleri" olan bir yanılsama olarak anakronistik ilan edilir, yerini kaba cinselliğe bırakır. Irak'a müdahale şu saydığım ilkelerden hepsini reddeden bir müdahaledir. İlkelliğe geri dönüştür.

lrak'a, Birleşmiş Milletler kararı olmaksızın, hukuksuz ve meşruiyetsiz bir şekilde girmekle ABD hem Avrupa'yı, hem de ulus üstü kurumları sarsmış oldu. Bu sarsıntının şiddeti nedir? Yarına ilişkin neler söylüyor bize?
Bence, ABD'nin son hareketi geçmiş elli yılın kazanımlarını bir kalemde silmek olmuştur. Bundan böyle BM'ye itaat etmediği için kimi suçlayabilirsiniz ki. Ancak bu noktaya bugün gelinmedi. Bakın, daha 1998'de Kofi Anan 188 üyelik Genel Kurulda yaptığı konuşmada "ulusal bağımsızlık" şeklindeki geleneksel kaygının "haydut ülkeler" söz konusu olduğunda BM tarafından kaale alınmayacağını ilan etmişti. Ruanda ve Kosova gibi "müdahalenin haklı ve meşru olduğu durumlarda" Güvenlik Konseyinin bir bütün olarak hareket etmesi gerektiğini savundu. "Haydut devletler, ulusal sınırlarının kendilerini korumayacağını bilseler, Güvenlik Konseyinin insanlık suçlarına seyirci kalmayacağını bilseler bu tür hareketlere başvurmazlar. Kapsamlı ve sistematik insan hakları ihlallerine nerede olursa olsun izin verilmemelidir" dedi. Buna Afrika Birliği Başkanı, Cezayir Cumhurbaşkanı Abdülaziz Bouteflika'nın cevabı vardır: "Bağımsızlığımızı zedeleyecek her türlü harekete karşı sonsuz ölçüde duyarlıyız! Bu, sadece ulusal bağımsızlığımızın eşitsizlikler dünyasında bizim son savunma hattımız olduğu için böyle değil, Güvenlik Konseyi'nde temsil edilmediğimiz, kararlarına müdahil olamadığımız için de böyle" demiştir. Diyeceğim, mesele zaten Bouteflika'nın ortaya koyduğu gibidir. Şimdi bu da gitti. Ama bu dünyaya dair olup da % 100 doğru ya da % 100 yanlış olduğu kanıtlanmış tek bir olgu ya da veri yoktur" derken buna felaketler de dahildir. Yeri gelmişken bir kadim doğru daha: Her şerde bir hayır vardır.


Avrupa'nın ahlaki, siyasal vs. temellerine ne oldu da bir direnç ortaya koyamadılar?
Bu gelişmenin kökenleri de Aydınlanma'dadır. Az önce de ifade ettiğim gibi, meselelerini "Allah'ından bulsun" şeklinde yaratıcıya havale edebilen, Allah eksenli "Ortaçağ" dünya görüşünü sürdüren toplumlara karşı "Aydınlanma" sonrası Batı insanında insan haklarının vahiy değil, 'akıl' gereği olduğu düşüncesi yerleşti. Akıl, insan haklarının korunmasının Allah'a havale edilmesinin yetmeyeceğini söyler. Seküler yasalar gerekir. Bu doğrultuda, bir yandan yurttaşlarını bireyselleşmeye, kişisel çıkarlarını kollamaya teşvik ederken, öte yandan da haklarını seküler yasalarla sıkı sıkıya güvence altına alma yoluna gitmişlerdir. Geçen yüzyıl içinde ifadesini "Liberty under God!" / "Özgürlük, Allah'ın emridir" ibaresinde bulan insan haklarının insanın eşref-i mahlükat olnıasından kaynaklanan "doğal haklar" olduğu savı hemen tümüyle unutuldu. Eğitim, Jean Jacques Rousseau'nun Emile adlı romanında önerdiği sistem doğrultusunda "Tanrı, her şeyi iyi yaratmıştır. Kötülük insanlar işe karışınca ortaya çıkar; bu nedenle, çocuklar doğuştan iyi olan fıtratlarının bozulmayacağı şekilde 'doğal' olarak yetiştirilmeli, içine doğdukları kültürün, ahlaki ve dini telkinlerinin onların doğal iyiliğini bozmasına izin verilmemelidir"den yola çıktı. Geldiğimiz bu noktada, Batılı aydınlar ne din ve ahlaki telkinlere, ne de 'Aydınlanma” dan kaynaklanmayan hak ve özgürlüklerin varolabileceği düşüncesine tahammül edebiliyorlar. Allah'a, maneviyata, ahlaka, dine dayalı olduğunu düşündükleri değerleri düşünmek dahi istemiyorlar. Hal böyle olunca "Aman diyene kılıç çekilmez" gibi, "onlar da insandır" gibi, "yazıktır, günahtır" gibi "akılcı" terminolojide yer almayan değerler içlerini kıpırdatmıyor. Daha da kötüsü, doğrusal bir tarih görüşü hakim. Yani tarihi tek bir evrensel değerde birleşecek olan bir sürgit ilerleme olarak görüyorlar. Fukuyama'nın "Tarihin Sonu" dediği bu. Hal böyle olunca, insanın Allah'ın kulu olmasından doğan hakları olduğu düşüncesi Ortaçağ'a ait olduğundan, gerici bir düşünce olarak algılanıyor. Bize gelince: Biz, Cemil Meriç'ten mealen söylersem "Sefil bir şimdiden muhteşem bir geçmişe geri dönmenin nesi gericilik" diyen insanlarız. Ama onlar orada değiller.

Avrupa o bildiğimiz 'Batı' kavramı içinde ne kadar anlamlı duruyor bugün. İnsan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü, özgürlük, eşitlik. .. söylemi bir gerçeklik değil miydi yoksa?
Gerçeklik olmasına gerçeklikti de, ortada afazik bir durum var. Bakın, Batılı "insan hakkı" derken, örneğin, iflas etmiş bir komşunuzun evini mümkün olan en ucuz fiyata kapatmanızın yasal hakkınız olduğunu söylüyor ve bu hakkınızı koruyor. lrak'a girmelerini de "göze göz, dişe diş" bağlamında "yasal hak" ilan edebiliyor. Burada bizim anlamadığımız, onlarda "helal" kavramının olmamasıdır. Yasal haklar her zaman "helal" değildir. Demokrasi de her zaman "helal" sonuçlar doğurmaz. Hukukun üstünlüğü de öyle. Sırf hukuk üstünlüğünü korusun diye, vicdanımıza sığmayan bir sisteme tahammül edebilir misiniz? Eşitlik, keza. İnsanlar eşittirler diye, bir deha ile bir mongoloid'e aynı hakları tanır mısınız? Bizim eşitlikten algıladığımız "kardeşlik"tir ancak bu kelimelerin karşılıklarını koyamadığımız için şaşırıp duruyoruz. Osmanlı, hiçbir zaman bir sömürge imparatorluğu olamadı, neden? Çünkü onlardaki "utendi et abutendi" yani "kullanmak tüketmektir" anlayışına karşı, bizimki "bir şey sırf oradadır diye kullanmak zorunda değilsin" anlayışıydı. İnkalar'ın gümüş madenlerini boşaltmak, işgalci ulusun "yasal hakkı" olabilir ama milyonlarca insanı böylece yeryüzünden silmek "helal" midir?

Batı medeniyetinin yeni bir Aydınlanma'ya ihtiyacı var mı bugün?
Islah olmaya ihtiyaçları olduğu muhakkak ama "Aydınlanma"ya değil! Baksanıza, ilk serpintide tüm yaldızları dökülüyor! Kime göre? Tabii, helal kavramında ısrar eden bizlere göre!

Bu haliyle Batı medeniyetinin dünyaya sunacağı yeni bir alternatiften söz edilebilir mi?
Asla! Bu oyunu biz üç yüz yıldır yaşıyoruz. Teknoloji ile birlikte daha da aşağılıklaşıyor ve tehlike artıyor. Bakın, 6.5 milyarlık dünya nüfusunu "halleşilebilir" bir rakam dedikleri 1.5 milyara indirmekten bile bahsedenler var. Nasıl yapacaklar? Ya silahla, ya da Ruanda'da olduğu gibi insanları açlıktan ölmeye terk ederek ve bunu onların kendi kabahatleri olduğuna inandırarak. Irak savaşında görmediniz mi? Bizim bile adeta içimiz rahatladı adamların yağma yaptıklarını gördüğümüzde; değmezlermiş gibi bir duygu oluşturduğu için.

Batı medeniyetinin kıta Avrupa'sı ile Amerika anlayışı arasındaki temel farklılıklar nelerdir? Günümüzde bu farklılıklar Irak savaşı ile birlikte yeniden gün yüzüne çıktı diyebilir miyiz?
Avrupa anlayışı ile Amerikan anlayışı arasında fark yoktur. Irak'ın durumunda ortaya çıkan, ayrıntıda anlaşmazlıktır. Tıpkı, Süveyş kanalı meselesinde olduğu gibi. Amerika, Avrupa'nın beceriklisidir, hepsi bu.

Sizce Batı düşüncesinin başat özellikleri ve bugün için kırılma noktaları nelerdir? Batı düşüncesinin misyonunu tamamladığı görüşü doğrulanıyor mu?
Batı düşüncesinin "Aydınlanma"dan sonra geldiği nokta, bireysellik ve "benden sonra tufan" anlayışının yerleşmiş olmasıdır. Bu durum bir yandan müthiş bir özgürlük getirir. Toplumunuz ya da dünya için şu kadar yıl sonrasını hesaplamak gibi bir durumdan kurtarır onları. Varsa bir kırılma noktası, o da gezegenin bu tüketimi kaldıramayacağıdır… Kirlenen sular, delinen ozon tabakası, sera etkisi gibi fiziki tehlikeler. Daha az tüketerek pekala da mutlu olunabileceğini anlamak zorundalar. Ama öyle görünüyor ki, bu şimdilik çok uzak bir ihtimal.

Newton fiziği ile Modernite, Kuantum fiziği ile post-modernizm arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?
lsaac Newton "Aydınlanma"yı başlatan adamdır; modernite ise doğrudan Aydınlanma'nın ürünü. Modernleşme kelimesi ile ifade edilen iyimserliğe karşı çıkanlar, Newton kanunlarının tarihin doğrusal ilerleme şeklinde algılanmasına neden olduğunu, oysa tarihin deterministik değil, inişli-çıkışlı (cyclical) geliştiğine işaret ederler. Tarihin inişli-çıkışlı olduğu anlayışı ki, biz buna Türkiye'de mehter adımı deriz, ilerlemenin olmadığını söylemediği gibi, bazı toplumların sürgit geri kalacaklarını da söylemez. Kuantum fiziği asla bilemeyeceğimiz bir şeyler olduğunu ispat ettiği için deterministik ya da doğrusal tarih anlayışına itibar etmez. Yeri gelmişken, post-modern dünyada frak savaşı, bu bağlamda da anakronistik bir savaştır. Pirus zaferi olmayacaksa bile nihai bir zafer olmayacaktır çünkü "nihai" yoktur.

Einstein ve Heisenberg'in fizik bilimine getirdiği görecelilik ve belirsizlik kavramları kadim değerler için de geçerli değil midir? İnsanlığın kadim değerleri de göreceli ve sürekli değişmekte midir?
Hayır, değildir. Tersine, bu değerler "bütün"ü işaret ederler. Birbirlerinden bağımsız düşünülemedikleri için doğrusal değillerdir. Kaldı ki, az önce de konuştuğumuz gibi, kurmak istediğimiz dünya nihayet bize ait bir tasarımdır ve eğer bu değerler bizim esenliğimizi sağlayan değerler ise, bu tasarımın temel öğeleri olmak durumundadırlar.

Sizce evrende değişen ve değişmeyen şeyler nelerdir? Aynı şekilde insanlığın ahlak anlayışı da sürekli değişmekte midir?
Evrende değişmeyen tek şeyin değişim olduğunu biliyoruz. Öte yandan, şekil ve muhteva değiştirmekle birlikte, kötülüğün varlığı kadim bir bilgidir. Ahlak, kötülüğü zapt-u rapt altına almanın yolu. Teslim edersiniz ki, bu kavramlar üzerinde yüz binlerce sayfa yazılan kavramlardır, burada tanımlamaya kalkışmamız abes olur.

Doğu-Batı gerilimine dayalı bir insanlık tasavvuru doğru mudur? Blok halinde bir Doğu ve blok halinde bir Batı var mıdır? Bu dünyaları birbirinden ayıran belirgin noktalar nelerdir?
Gelin şuna, "Aydınlanma Öncesi" ve "Aydınlanma Sonrası" gerilimi diyelim, ne dersiniz? Aksi taktirde, bir Japonya'yı, Singapur'u nereye koyacağız diye uğraşmamız gerekecek. Gerilime dayalı bir insanlık tasavvuru olsa olsa birisinin diğerini asimile etmesi olur. Ben, kültürel soykırımdan bahsetmeyi tercih ediyorum. Evet, vahşi bir soykırım var ve bunun Aydınlanmacıların lehine işlediği kuşkusuz. Elbette, blok halinde bir Batı yok. Tersine "Batı" dediğimiz topluluklarda, Aydınlanma öncesi cemaatler var. Bakın, onlarca düzene muhalif kült var. Sadece İskandinavya'da üç milyondan fazla Odinist yani paganizme geri dönen var. Chomsky'nin başında olduğu Friends of the Earth' ün sekiz milyondan fazla üyesi olduğu söylenir. Green Peace' i düşünün, o hareketi biz Müslümanlar başlatmalıydık. Tarih, modernistlerin düşündükleri için gelişmediği içindir ki, Allah'ın çeşitli kulları, hepimiz buradayız. Şimdi yapılacak iş müttefiklerimizi tanımak, dayanışmaktır.

Türkiye nereye ait? Doğu'ya mı, Batı'ya mı?
Türkiye bence "Aydınlanma öncesi"ne yakındır. Allah korkusunu her şeye rağmen unutmamış bir toplumdur; helal kavramını atamamış bir toplumdur. Bence bu keyfiyeti ile gezegenimizin ve insanlığın emniyet sübabı olabilecek bir toplumdur.

İslâm dünyasını Doğu olarak görebilir miyiz? Yoksa Doğu, Batı'nın ortası mı?
İslâm dünyasını konuşmak bana düşmez Mehmet Bey. Ne bir blok olarak İslâm dünyası var, ne bir "Doğu" var, ne de bir "Batı." Ben olsa olsa kendi ülkesini çalışan birisi olarak "Türkiye"den bahsedebilirim.

İslâm düşüncesi zihninizde neleri çağrıştırıyor? İslam'ın dünyaya verebileceği neler olabilir?
Teslimiyeti asla bilemeyeceğimiz bir şeyler olduğu bilgisine. İtiraf etmeliyim ki, Kuantum fiziğinin bunu matematiksel olarak ispat etmiş olması da bana çok iyi geldi. Hiçbir şey olmasa, inanmayanların ağzını tıkadığı için. Dünyaya ne verebileceğine gelince "huzur" derim. "Bu dünyaya dair olup da yüzde yüz doğru ya da yüzde yüz yanlış olduğu kanıtlanmış tek bir olgu ya da veri yoktur" dendi mi, ben bunu derhal "Allah’ın hikmetinden sual sorulmaz” diye geri çeviriyorum… "Mevlam neylerse güzel eyler" diye çeviriyorum, "Allah'tan umut kesilmez" diye çeviriyorum. Kim demiş, şimdi hatırlamıyorum ama "bilim ve din hakikate giden yolun iki yüzüdür" demiş, bence doğru söylemiş.

Hiç yorum yok: