MAYDAY / BİR MAYIS GÜNÜ
Oxford, Missisippi, 27 Ocak 1926, William Faulkner
Çev: Semih Aközlü
Ara Yayınları / 1989
Masal, birinin sonunda ona nasıl geldiğini anlatır: Tan çoktan ağarmış, yüksek küçük pencereden ışıl ışıl yansımaktaydı; gece boyunca ağır aksak giden, kibirli yıldızlara sadece çerçevelik yapan yüksekteki bu ufacık pencere, kilisenin karanlık duvarı üzerinde yaprak yaprak açan bir güle dönüşmüştü. Gökyüzünün ağarmasıyla kuşların şarkıları da başladı; altın sarısı, beyaz renkler içindeki sıkıntılı ilkbahar yeni yeni uyanıyordu. Çiçekler, görünmez çayırların üzerindeki kuş cıvıltılarıydı sanki, cıvıltılar da ağaçları saran çiçekler.
Derken, güneş bir kılıcın ucuyla dokunur gibi Sevecen Delikanlı’nın dingin, hüzünlü bakışları altında uzanan mahmuzlarına, paslanmaz uzun kılıcına, miğferine, demir yeleğine, baldır zırhlarına ve taş döşemenin üzerinde bütün gün öylece diz çöken bu gencin yüzüne dokundu.
Birden ilkyaz kokularıyla, boz bulanık bir gökyüzünde üst üste dizili belirsiz tepelerin arasındaki bir vadiden geçiyormuş gibi oldu, sonra delidolu akan bir ırmağa rast geldi; onu izlerken ırmak, aniden oraya buraya kaçışan küçümen balıklara benzer renk zerrecikleriyle doldu taştı, bundan böyle suları karanlık değildi.
Birbirinden ürkünç yüz ağzıyla sağ yanında dikilen küçük, yeşil görüntüye, “Neye işaret ediyor bu?” diye sordu; bu küçük, yeşil görüntünün adı “Açlık” idi.
“Bekle” diye karşılık verdi Açlık. O anda sağa sola kaçışan küçük balıklar bir araya toplanıp belirgin biçimler oluşturmaya başladılar. Önce koyu renklilerle açık renkliler birleştiler, durağanlaşıp ölçülü, düzenli bir sıra halinde birbirlerini izlemeye koyuldular.
Yüz tane eliyle sol tarafında dikilen küçük kırmızı görüntüye, “Neye işaret ediyor bu?” diye sordu; bu ufak, kırmızı görüntünün adı “Acı” idi.
“Bekle” diye karşılık verdi Acı. O anda suyun içinde hayal meyal tanıdığı bir yüz belirdi, sağ tarafındaki yeşil görüntüyle solundaki kırmızı görüntüyü gördü, derken bunu başka yüzler izledi. Suya biraz daha eğildiğinde Açlık ve Acı iyice yakınına gelmişlerdi, delikanlı onları bir daha hiç yitirmeyeceğini anladı. Irmak, karşısında durmadan açılan bir halı gibiydi artık. Tanıdığı, sevdiği, nefret ettiği bütün yüzler şimdi kişiliklerinden, sevecenliklerinden sıyrılmış, önünde duruyorlardı -kulübeler, kaleler, savaşlar, taş kuleler, ormanlar, çayırlar, bildiği her şey anımsadığından daha da küçük boyutlardaydı.
“Neye işaret ediyor bu?” diye yineledi. Açlık ile Acı yavaşça yanına gelip hep birlikte şöyle dediler:
“Bekle.”
Halı, durmadan açılıyordu. Hiç tanımadığı bir görüntü oluşmak üzereydi şimdi; Açlık ve Acı ona doğru iyice yanaştılar. Karanlık, delidolu akan suların içinde ölümden daha güzel, sağlam ince bir yüz vardı karşısında, Metanet’ti bu; gümüş rengi ateşler saçan bir sütuna benzer, uzun boylu, parlak bir yüz daha vardı, o da Tutku’ydu. Sonra, kızıl renkli bayrakları ve mızrakları ile altın, gümüş ve çelik zırhları içinde akşamları üflenen zafer borularıyla günbatımındaki bulutlar denli görkemli, ağır ağır uzaklaşan şövalyeleri gördü.
En sonunda kendisi belirdi, sahte, onursuz bir savaşın ortasında; elinde ciriti, güdük uçlu mızrağı ve kılıcıyla ufak tefek biriydi… Açlık bir ateş gibi kanına çöreklenmiş, acı ise tüm uzuvlarını kaplamıştı.
Sonra Açlık ona dokunup “Bak!” dedi.
Deli dolu akan karanlık sularda o anda alı al, akı ak, pırıl pırıl uzun saçlı sırım gibi gencecik bir yüz belirdi, delikanlı baharda açan nergisleri petek petek balları, güneş ışığını düşündü. Uzun uzun karşısındaki yüze baktı. Açlığın dokungaçlarla dolu yüz ağzı, Acı’nın dur durak bilmez elleri üzerine çöreklenmişti.
Irmağın yanında, akla hayale gelmedik binbir renkleri olan, yaprakları kıpır kıpır devinen parlak bir ağaç duruyordu; birden ağaç konuşuverdi, konuştukça yaprakları havada fırıl fırıl dönüyor, ağacın çevresinde fırdolayı uçuşuyorlardı. Ağaç aslında gümüş bir zırh gibi parlak, uzun sakalları olan yaşlı bir adamdı, yapraklar da binlerce çeşit renkleri olan kuşlar.
Delikanlı ağaca şöyle dedi: “Ne diyorsunuz, iyi yürekli Aziz Francis?”
Ama Aziz Francis sadece “Bekle, henüz zamanı değil.” diye karşılık verdi.
Ardından Acı, delikanlıya dokunarak tekrar sulara doğru baktı. Suların içinde bir kız yüzü belirdi, Açlık ve Acı oğlanın bütün vücudunu sarıp sarmalamıştı, ateşler içinde yanıyordu. Birden, delidolu akan ırmağın içindeki kız ona elini uzattı; ne var ki Açlık bir yakasından, Acı bir yakasından tutmuş çekeliyordu, öyle ki kız sonunda sağa sola seyirten ses ve renklerle doldurulmuş ırmağın içinde uzaklaşırken kıpırdayamadı bile.
Masal, çok geçmeden birisinin ona gelerek, “Uyan Sir Galwyn, yüreğin inanç dolu, bahtın açık ve cesur olasın” dediğini anlatır:
Böylece, ayağa kalktı, parlatılmış zırhını, bir çift şimşeğe benzer altın mahmuzlarını giydi; ışıltılı saçları sislerle kaplı tüylü miğferinin altına saklanmış bir güneşe benziyordu. Genç Sir Galwyn çizik bile görmemiş parlak kalkanını, paslanmaz uzun kılıcını alarak yola koyuldu.
Atı, kırmızı ve altın rengi kumaşlarla bezenmişti; üzerine atlamış uzaklara gidiyordu. Borazanlar selamladı onu, dünyanın gördüğü ilk sabah gibi bir sabahtı, akıcı gümüş kıvamındaki bir meltemle bayraklar dalgalandı, Genç Sir Galwyn’ın atı debdebeli, ağır ağır ilerliyordu. Genç Sir Galwyn ardına bile bakmadı.
Az sonra bir ormana geldiler. Belli ki büyülü bir ormandı bu, ağaçları birinin anımsayabileceğinden çok daha eski tarihlere gidiyordu; eski çağlarda Earl Warwickli Sir Morvidus; toprağın içinden bir ağaç gövdesi biçiminde çıkıp, kendisine saldıran bir devi bu ağaçların altında öldürmüş, kendi soyundan gelenlerin hâlâ, taşıdıkları flâmanın üzerine de bu karşılaşmayı çağrıştıran resmi koymuştu.
Bu ormanın ağaçları sıradan ağaçlara benzemiyordu, her dalda canlı bir göz vardı ve bu gözler Genç Sir Galwyn altlarından geçerken faltaşı gibi açılmış ona bakıyorlardı. Dallar hiç yerinde, durmuyorlar, acı içinde can çekişiyorlarmış gibi kıvranıyorlar, bir dal ötekine değdiğinde umarsız iniltiler çıkarıyorlardı.
Genç Sir Galwyn onlara aldırış etmedi. Yenilgi görmemiş, parlak, temiz yüzü, tüylü miğferinin altında sakin sakin ışıldıyan; altın mahmuzları ve baldır zırhları bir çift şimşek gibi paslanmaz uzun kılıcına çarpıp savaş sesleri çıkarırken; yenilgi görmemiş güzel kalkanı, eyerinin içinde ışıklar saçarak salınıyordu. “Açlık” ile “Acı” hep iki yanındaydı, kendi gölgesi ise onu önünden, arkasından, altından çevreliyordu.
Yedi gün boyunca büyülerin mayıs çiçeği denli sık olduğu bu ormanda yol aldılar. Yol boyunca Genç Sir Galwyn, Açlık ve Acı ile söyleşti; daha yeni yetme sayılırdı, onlardan bir hayli bilgi aldı, ama bilgelik adına hiçbir şey koparamadı. Ormandaki yedinci günlerinde zamanından önce ininden çıkmış, korkak mı korkak değersiz küçük bir ejderin izini sürüp öldürdü. (Aslında kayda değer bir olay değildi. Sonradan Açlık’ın ona anımsattığı üzere, bir ceylan öldürse daha çok makbule geçecekti.) Genç Sir Galwyn ve iki yoldaşının karşılarına sarmaşıklarla kaplı, taştan, küçük bir ev çıktı. Genç Sir Galwyn baltasının sapını mertçe kapının üzerine indirerek haykırdı. Çağrısına karşılık önüne Sir Galwyn’i düşünceli düşünceli süzen, arasıra burnunu bir tüyle gıdıklayıp hapşıran biri çıktı.
“Evim tanrı misafirlerine açıktır, genç efendi.” dedi kibarca.
Aldığı karşılık fazla kibar, efendiceydi. Şövalyelik adabıyla ilgili kurallar konusunda daha toy sayılırdı. Genç Sir Galwyn toyluğu ve aceleciliği ile onu bekleyen şeyin ne olduğunu kesinkes çıkaramamış, en azından haykırmalarına bir ejderin karşılık vermesini beklemişti, doğrusu şövalyeliğin kitabında bu durumda nasıl davranılacağını belirten bir madde de yoktu. Bunun üzerine Genç Sir Galwyn, duyduğu hoşnutsuzlukla akıllara durgunluk veren bir soğukkanlılık içinde gürleyerek karşılık verdi:
“Ayak takımından biri nasıl olur da pusatlarını takınmış bir şövalyeye “genç efendi” diye hitap eder? Edep, ahlâk bilmez misin sen?”
Öteki ciddi ciddi “Ne varmış bunda” diye yanıtladı,
“Bunca yıl krallara, şairlere, ahçılara, toprak sahiplerine, yani hizmet ettiğim insanlara nasıl hitap edilmesi gerekiyorsa öyle hitap ettim. Gel gör ki şövalyem, sizden özür dilemeden önce, inziva hayatı sürdüren biz filozofların, birisinin özel mülküne giren bir yabancıya devrin gerektirdiği saygı kurallarını ve debdebeli sözleri söyleyerek, sizin ayarınızda davranmamı bekleyemeyeceğimi anımsatmak isterim. B u konuda hüküm vermek ikimizden başkasına düşmez, o halde görgüsüzlük yapan iki kişi var ortada.”
“Tabii ya, yanımda gelen şu iki beyfendiye taş atıyorsun sen. Dostum onlar, ikisine de kefil olurum.”
“Onları zaten tanıyorum ben” dedi öteki, gülümseyerek; “bana gözlerini dikmiş bakan bu iki cicili bicili beyfendiyi daha önce de gördüm. Aslını sorarsan, şu ikisiyle o büyülü ormanı geçmeyi isteyen kimseyi bulamazsın.”
Genç Sir Galwyn kuşkulu kuşkulu baktı, tüm bu sözlere şaşırmıştı doğrusu. O sırada pas görmemiş uzun kılıcı şangırtıyla baldır zırhına çarparak ona kendisinin Sir Galwyn olduğunu anımsattı ve bunun üzerine Genç Sir Galwyn şöyle dedi:
“Bu kadar laf kalabalığı yeter. Boşuna zaman harcıyoruz.”
Öteki kibarca, “Hiç de değil. Sizi temin ederim ki beni rahatsız ettiğiniz falan söylenemez. Hem tüm bu sözleri de sizi pohpohlamak için söylemedim; söyleşimizi oldukça yararlı, buluyorum” dedi.
Genç Sir Galwyn kibirli bir edayla, “Dostum, korkarım sizi anlayamıyorum” dedi.
“Nedenmiş o? Boşuna vakit harcadığınızı söylediniz, oysa bu karşılaşmadan hoşnut kalmadığımı söyleyemem.”
Bunun üzerine Genç Sir Galwyn, “Yanlış olan bir şey var burada. İkimizden birisi yanılıyor. Zaman denilen şeyin, uzun ak sakallı bir ihtiyar olduğuna inanan şu iki yaratığın kılavuzluğuyla geldim ta buralara kadar. Şimdi siz kalkmış bana kendinizi zaman diye tanıtıyorsunuz. Oysa ihtiyar değilsiniz, ne de kırlaşmış saçlarınız var. Nasıl olur bu?”
Öteki, “Madem benim dış görünüşümden söz açıldı; bu konuda herhangi bir kitap bile sizi aydınlatabilir, kişinin dış görünümü sadece değiştirmesi gereken eğilimlerin içinde olup olmadığına bağlıdır. Hissettiğimden daha yaşlı görünmem için ne sebebim olabilir ki? Hem sonra karım (size bunları anlatırken yüreğim sızlıyor, hafta sonunda ana-babasını görmeye gitti) benim mesleğimdeki bir adamın yüz yaşında, eli ayağı tutmayan titrek bir ihtiyara benzemesinin yakışık almayacağını söyler hep, yeni iş düzenim müşterilerle girişilen her türlü ilişkide aracıyı ortadan kaldırmaktadır.”
“Demek siz de işlerinizi yeniden düzene koydunuz; yakın bir zamanda mı oldu bu?” dedi, Genç Sir Galwyn.
“Oldukça yakınlarda” dedi öteki. “Daha dün oldu bütün bunlar. Gerçi sizin zaman kavramlarınıza çevirdiğimizde karmaşık gibi görünebilir. Durun bir düşüneyim. Şu anda kesin bir tarih veremesem de, iki milyon yıl kadar olmuş.”
“Oooo...” Genç Sir Galwyn bir süre düşüncelere daldı.
Açlık ile Acı atlarının üzerinde, iki yanında sessiz sessiz bekliyorlardı. Sonra, Genç Sir Galwyn, “Bunların hepsi düşünmeden söylenmiş sözler, hem sizin gerçekten Zaman’ın ta kendisi olduğunuzu nasıl bilebilirim?” dedi.
Öteki omuzlarını silkti. “Siz maddeciler! Topunuz kargalar gibisiniz, her fırsatta ağzınızdan tek bir laf çıkar:
“Kanıt! Kanıt! öyleyse gelin şu atasözünü ele alalım, “Zaman ve Fırsat’ı ganimet bilesin.” Bu atasözünün anlattığı gerçeğe inanır mısınız?”
“Elbette. Bu gerçeği yeterince doğruladım ben. Bana öyle geliyor ki siz hayatınızı bu ormanın içinde insanoğluna hizmet ederek geçirmişsiniz.”
“Pekala. Öyleyse işe bir süredir sizinle yolculuk etmiş, sizin kimin nesi olduğunuzu bildikleri varsayılan şu iki beyefendiyle başlayalım.” Genç Sir Galwyn yoldaşlarına dönerek, “Sayın ‘Yeşilimge’, Sayın ‘Kızılimge’, kendine Arthgylli Sir Galwyn diyen bu yaratık kimdir?” dedi:
Bunun üzerine, Açlık denilen yeşil imge ile Acı denilen kızıl imge aynı anda karşılık verdiler: “Karşıt iki rüzgârın bir tüy parçasıyla evire çevire oynadığı gibi, içinden suyu çekilene dek oraya buraya savurduğumuz bir avuç ıslak kilden başka bir şey değildir, içinde su namına zerresi bile kalmadığında ise bir tutam tozdan başka bir şey olmayacak, sonra da onunla hesabımız kapanacak.”
“Demek öyle.” dedi Genç Sir Galwyn, söylenenler karşısında afallayıp kalmıştı. “Böyle dobra dobra konuşmalarına sözüm yok, ama açlıkta ve en zor anlarımda yanımda olan bu iki gezginin böylesine yüceltmelerden uzak düşüncelerinin olabileceği aklımdan geçmezdi. Durun bakalım beyfendiler! Şurada dikilmiş, bir gölge bile olmadığıma inandırmaya çalışan şu iki gölge ve elden ayaktan düşmüş bir bunakla gevezelik ederek gençliğimin değerli zamanını boşa harcıyorum. Ben Arthgylli Sir Galwyn’im. Bu büyülü ormanın ötesinde beni kan ve bir parça acının, ama sonunda zevk ve onurun beklediğini bildiğim kadar, akla karayı ayırt etmesini de bilirim. Düşlerimde gördüğüm, bana bahar aylarında açan gencecik sümbülleri anımsatan o genç prensesi bulup tutsaklıktan kurtaracağım. Siz iki gölge ve sen elden ayaktan düşmüş bunak, hanginiz bunu bilebilir, hanginiz tersini söyleyebilir?”
Açlık adındaki yeşil görüntüyle, Acı denilen kızıl görüntü taze yaprakların gölgeleri arasında sessiz sessiz oturuyorlardı, öteki ise hüzünlü, kara gözlerini çevirmiş, Genç Sir Galwyn’in aydınlık yüzüne gıpta eder bir hayranlıkla bakıyordu. “Ey Sir Galwyn, Sir Galwyn” dedi. “Bunları gençliğine, dikkatsizliğine değil, görünmez, aklın almayacağı kötü bir şakacının senin için tezgahladığı şu alınyazısını kontrol etmedeki yeteneğine olan yüce inancına vereceğim.O halde, ben de bu çılgın dünyayı ışık, gölge ve üzerinde oynayabileceğim bereketli topraklardan oluşan bir yer sayıyorum demektir. Ne de olsa herkesin düşüncesi kendine göredir. Çok önceden belirlenmiş, eninde sonunda gelip beni bulacak bir yazgıyı yakalamak için sayısız acılara katlanmak da bana göre bir şey değil. Sonuçta, o’na göre iyi değilse bile, daha az kötülüklerle dolu bu yolu izlemekten başka çare kalmıyor hepimiz için. Ben ki, ölümsüz bir varlığım; senin gibi acı, keder ve unutuştan oluşan bir kalıtın o belirsiz soluğunu devralmış bir fâniye yürekten gıpta ediyorum. İşte böyle Arthgylli Genç Sir Galwyn, size nasıl yardımım dokunabilir?”
“Hangi yol beni doğrudan doğruya o güzel prensesin kapatıldığı kaleye götürür?”
“Eminim verdiğin tarif en kusursuzu. Daha önce söylediğiniz gibi, size baharda açan taze sümbülleri anımsatan prensesi ötekilerden ayırt etmek olanaksız. Ama bu büyülü ormanda dolaşan her şövalyenin; saçları parlak sulara benzeyen, kendisine taze sümbülleri ya da kiraz tomurcuklarını anımsatan bir kız aradığı hiç aklına gelmedi mi? Tanımınız çok iyi anlaşıldıysa da, tekrar söylüyorum, yaşlı bir insan olduğumu aklınızdan çıkarmamanızı rica ederim, hem yüreğimde, elma tomurcukları taşıyan bir dal kadar unutulmadan kalan bir güzele rastlamayalı uzun yıllar oldu (gerçi karım, inan olsun, eşi benzeri olmayan bir kadındır, ama insanların ona değer vermediğimi düşünmelerini de istemem). Bu yüzden, korkarım, tutsak bir prensesi kastederken duygusal bir yanılgıya düşmektense, bana daha iler tutar bir şeyler vermeniz gerekiyor.”
Genç Sir Galwyn, “Bu orman, aradığının hangisi olduğunu söyleyemeyeceğin kadar çok tutsak prenseslerle mi dolu yani?” dedi.
“Karşına çıkacak her kulenin içinde; iç geçirerek lavta çalan, kurtarılıp onurlu bir düğüne kavuşmayı bekleyen bir güzel var demek istemiyorum. Ama güzellik ve soyluluklarıyla en güç beğenen birini bile memnun edecek yeterince dilber var. Sözgelimi batıda, güneşin akşamları battığı yönden fazla uzak olmayan bir yerde, ‘sarhoş’ lakaplı Galler Kralı Sethynnen ap Seydnn Seidi’nin kızı, ışıl ışıl parlayan ipeksi saçlarıyla, günbatımında gökte beliren akşam yıldızına benzeyen Prenses Elys, yeşil taşlı bir kalenin içinde tutsaklıktan solup gidiyor.
Doğuda, sarı sarı sabahlara doğan güneşin olduğu yerde ise, ışıl ışıl parlayan ipeksi saçları ile kuşluk vakti çıkan sabah yıldızına benzeyen, Arlesli Crown Marshall ile Merovingianlardan olma Prens Aelian’ın kızı Prenses Aelia, sarı taşlardan yapılmış bir kalenin içinde tutsak yaşıyor. Şimdi, bu kadınlardan en çok hangisi ilginizi çekti?
Yanılgıya düşmemelisiniz. (Provence’de söylenenlere göre Prenses Elys gözyaşlan içindeyken, Prenses Aelia keyifli, rahat bir hayat sürüyormuş, söylenenlerin tümü insanın gururunu okşayıcı şeyler değil. Aslına bakılırsa, yaşlı Aelian kızının içler acısı durumuna ahalinin tahmin ettiğinden daha çok üzülüyormuş ya, neyse tüm bunlar varsayım, konuyla ilgisi yok.) Hangisini seçersen seç, bu iki prensin bir damadı istediği mertebeye getirecek kadar hali, vakitleri yerinde.”
“Şey, bilemiyorum” dedi Genç Sir Galwyn, “Bir düşte gördüğüm kızın hangisi olduğunu nerden bilebilirim ki? Bunu sen bile söyleyemezsen, başka kim söyler bana? Bu iki prensesin tutsak edilerek zindanda çürümelerine gönlüm elvermiyor, ama gençliğimi oraya buraya koşturarak tutsak kızları kurtarmakla geçiremem. Üstelik kurtarılmadan önce tutsaklık yaşamlarında çok daha mutlu olan ve bu işe burnumu sokmama bozulacak kızları… Artık bana petek petek balları ve güneş ışığını anımsatan o güzeli aramam gerekiyor, onun için…”
Genç Sir Galwyn kibarca “Açlık” adındaki yeşil imgeyle, “Acı” adındaki kızıl imgeye dönerek: “onun için beyler, hazırsanız, bilmece gibi konuşan bu anlaşılmaz yabancıyı bırakalım da yolumuza koyulalım” dedi.
Masal, Arthgylli Genç Sir Galwyn’in sağında Açlık, solunda Acı ile büyülü ormanı geçtiğini, o sırada münzevinin orada durup Genç Sir Galwyn’in ardından içi gide gide hayranlıkla bakakaldığını anlatır.
Sonra başını iki yana sallayıp, tekrar kulübesine girdi.
Bir dalga kırılıp, güneş ışığında köpük köpük dağıldığında, ormanın sınırları aniden sona erdi. Bakışları, iki şahin tarafından çıkarılıyormuş gibi hissedene dek gökyüzüne, ufkun ötelerine, sonra da aşağıdaki ovaya, uğultulu mavi bir sise doğru hızla daldı. Denizdi bu.
Bu düzlüğün ortasından bir ırmak geçiyordu, Genç Sir Galwyn o tarafa doğru at sürdü. Irmak, kıvrıla kıvrıla raks eden kızlara benzer narin, beyaz gürgenlerin, kımıl kımıl parıldayan kavakların ve akçaağaçlann ötesine gizlenmişti. Mızraklı biri, yola çıkıp “Dur!” diye seslendi.
Genç Sir Galwyn, meşin yelekli bu köylüyü küçümseyerek uzun uzun süzdü, “Çekil de geçeyim, delikanlı.”
Ama silahlı adam yolun ortasında öylece duruyordu.
“Size kral adına dur diyorum, Lord; yoksa mızrağımı güzel atınıza fırlatmak zorunda kalacağım. Hiç kimse, canım pahasına da olsa, şur’dan öteye geçemez.”
“Tanrının yolundan geçen bir yolcuyu, hele hele silahlı bir şövalyeyi hangi kralın adına durduruyorsun sen? Geri çekil, paslanmaz uzun kılıcımı iğrenç gövdeme karşı kışkırtmak mı istiyorsun yoksa?”
“Efendim Connwall kralı Mark adına; tüm yolcuları burada durdurmak zorundayım, çünkü ilerideki ırmakta prenses Yseult yıkanıyor ve hiç kimse; ister şövalye olsun, ister soysuz biri, kralın gelininin çıplak vücudunu göremez.”
“Bak bu çok tuhaf işte” dedi Genç Sir Galwyn. “Yanına silahlı bir adam verip, gelinini ülke içinde gezip tozmaya, ırmaklarda yıkanmaya salan bu efendin kimdir senin?”
“Prensesi korumakla görevli kişi değilim ben, Kral Mark’ın yeğeni Tristram’ın şu gölgenin ötesinde yattığını görebilirsiniz; (tabii geçmenize izin verirsem) amcasının namusuna zarar vermeden getireceğine dair şövalyelik yemini ettiği bu kıza olan aşkından yerinde duramıyor. Bana kalırsa kızı ne kadar tez kral Mark’a teslim ederse hepimiz için o kadar hayırlı olacak. Bu yolculuğun gidişatını hiç beğenmiyorum çünkü. Bir evim, ailem var; onları idare etmem gerekiyor.”
Genç Sir Galwyn, Cornwallı bu silahlı adama dönüp bakmadan ilerideki, uğultulu ışıltılar saçan sulara kavuşturan gölgeli yola doğru atını sürdü. Karşısına zırhlar giymiş biri dikildi. Korkunç bir sesle, “Dur, yoksa ölürsün!” diye bağırdı. Birbirini gözleyen iki kurt köpeği gibi karşı karşıya geldiklerinde, Genç Sir Galwyn soğukkanlıca bir öfkeyle karşılık verdi:
“Kim Arthgylli Sir Galwyn’e dur diyor?”
Parlak, genç yüzlerinden (gerçi ötekinin yüzü kesinlikle ifadesiz değil, kıskançlık ve tutkuyla karışık korkunç bir görünümü vardı.) ayaklarındaki zırhlara kadar tıpatıp aynıydılar; birbirlerinden ilk bakışta nefret etmeleri bu yüzden tuhaf sayılmazdı.
“Yüce Tanrı ve Uther Pentragon adına, ben şövalye Lyonnessli Tristram’ım. Bu geçidi aşmaya kalkanlar, şu günbatımının altında günahlarından arınmış birer leş olacaklardır.”
Genç Sir Galwyn kendi kendine, “suratı gökyüzü gürültüsü renginde olan bu kaba herifle tartışarak vakit harcamayacağım,” diye düşündü. Üstelik yakın bir gelecekte zina edecek biri! Kendi amcasını bir Menelaos gibi gören bu adamın ruhunda şövalyelik yemini ve sadakat duygusu belli belirsiz yer etmiş. Şu Yseult için ozanlar şarkılar söylemiş, onun bir sabah yıldızı denli güzel olduğunu, korunmasız sinesinde barındırdığı zenginliklerin erkekleri mecnuna çevirerek, yüzlerini saldırgan bir mızrak gibi bilediğini anlatıp durmuşlar. ileride torunlarıma anlatmak için de olsa, elimde fırsat varken gidip şu dünya güzelini görmek geçiyor içimden.
“Hey, arkadaş” dedi, “Hiç kimse senin şu emanetin yanına yaklaşamaz mı?”
Öteki ağzını bile açmadan hiddetle Genç Sir Galwyn’e saldırdı, Genç Sir Galwyn de kılıcını çekip onu öldürdü. Sonra atını bir ağaca bağladı. Ormandaki açıklığın sonu kavak ve söğütlerle kaplıydı. Genç Sir Galwyn, ırmağın bunların ötesinde olduğunu o anda sezmişti. Yaklaşıp, narin söğüt ağaçlarını ve elbiseleri araladı. Prenses Yseult’u bekleyen nedimeler semiz keklikler gibi çığlıklar atarak kaçışıverdiler. Suların ortasında taze bir gürgen ağacı gibi dikilen Prenses Yseult elleriyle iki gözünü kapatarak zarifçe haykırdı.
“Ah Tristram, Tristram” diyordu, “öz amcanın namusunda gözün mü var yoksa? Meryem Ana, kurtar beni bu zorbanın elinden!” Ardından parmaklarını biraz daha aralayıp, “yoo ... bu Sir Tristram değil! Bir kralın gelinine yıkanırken yaklaşmaya cüret eden bu yabancı da kimin nesi? Yetişin nedimeler, kurtarın beni!”
“Hayır, hanımefendi,” diye karşılık verdi Genç Sir Galwyn. “Constable du Boisgeclin yetiştirmesi şövalye Arthgylli Galwyn’im ben. Birçok şölen sofrasında ozanlarca adına şarkılar düzülen Prenses Yseult’un güzelliğini duyarak onu görmek için her şeyi göze aldım, size bakan bu yaratığın, tüm hayatı şu anı görmeden önce başı boşmuş meğer… Görüldüğü gibi güzel yüzlerin hepsi rüzgarda uçuşan yapraklar gibiymiş ve güneş ışığına, körpe sümbüllere, ballara benzeyen siz; fırtınanın, bir ağacı yapraklarından edip çırılçıplak bıraktığı gibi içimdeki huzuru, erinci benden çekip aldınız. Bir kralın söz kesilen gelini olduğunuz için de hiç çıkar yol yok.”
Bu sözleri duyan prenses: “Sanırım ... böyle güzel konuşan bir adam kimseye zarar veremez” diye aklından geçirdi.
Sonra yüksek sesle, “Kimsiniz? Yanıma kimseyi yaklaştırmayacağına and içmiş Sir Tristram’ı geçmeyi nasıl başardınız?”
“Ey hanımefendi”, dedi Genç Sir Galwyn, “yaşadığım sürece bir daha hiç göremeyeceğim, ölünce unutamayacağım tüm bu güzelliği, çaresizliği ve sevinci geçit vermez bir yerde bulmuş olan benim kim olduğumun ne önemi var ki? Şu sizin Lyonnessli Sir Tristram’a gelince; biraz önce ilerideki açıklıkta öldürdüğüm kişi değilse, böyle birisini tanımıyorum. “
Prenses Yseult hoşuna giden bir şaşkınlıkla, “Beni gerçekten güzel mi buluyorsunuz?” dedi. “O kadar yürekten, inanarak söylediniz ki, bu sözleri daha önce de söylemiş olmalısınız -eminim başka kızlara da söylemişsinizdir, değil mi? Saçlarımı bu halde gördüğünüz için kusuruma bakmayın. Bana hiç yakışmıyor ... Demek yenilmez Sir Tristram’ı öldürdünüz. Aslında hiç üzülmedim ya, gördüğünüz gibi…”
Yüzü sevinçle kızardı.. “bu suların içinde derim diken diken olana dek durmuş bekliyordum, o aptal delikanlıya da yanıma kimseyi yanaştırmasın diye üç kere yemin ettirmiştim. Böyle yakışıklı birinin bu kadar beceriksiz olması utanç verici bir şey ... saçlarımı bu halde gördüğünüz için biraz keyfim kaçtı, ama zamane kızlarını bilirsiniz işte.”
Ve masal, Prenses Yseult’un sudan çıkarak, Genç Sir Galwyn ile çeşitli konularda söyleşmek üzere bir ağacın gölgesine çekildiklerini, Genç Sir Galwyn’in kıvrak, akıcı dilinin büyüsü karşısında Prenses Yseult’un bir kedi gibi mırladığını anlatır:
Sonra biraz daha konuştular, Prenses Yseult Genç Sir Galwyn’e Sir Tristram, Kral Mark ve kendisi hakkındaki her şeyi bir bir anlattı, bu sohbet böylece sürüp gitti. Gelgelelim, Genç Sir Galwyn çok geçmeden taze sümbüllerin koparıldıktan sonra artık tazeliklerini yitirdiklerini anlamaya başlamıştı. Prenses Yseult’un keyifli keyifli ikisi için hazırladığı geleceğe ilişkin tasarıları yarıda kesip, şöyle dedi:
“Hanımefendi, her ne kadar sesiniz yaprak bile kıpırdamayan bir alacakaranlıktaki mumlar arasında tatlı tatlı gezinen; dinlemekten hiç bıkmayacağım bir lavtanın tellerine, vücudunuz bu alacakaranlıkta masmavi sulardan oluşan küçük bir havuza benzemekteyse de, nedimelerinizi çağırıp, bu alacakaranlığın yeşil peçesi üzerine bir şeyler geçirseniz iyi olmaz mı? Bahar soğuğunun ne kadar keskin olduğunu bilirsiniz.”
“Ne kadar düşüncelisin, Galwyn! Ama acele etmeye gerek yok, değil mi? Bu saatte bir yere gidemeyiz. Üstüme bir şeyler alsam iyi olacak, haklısın galiba. Düşünürken yüzüm al al kızarıyor -bana çok yabancı bir duygu bu- ama nedense senin yanında utanç duymuyorum, diğer erkeklerden farklısın da ondan. Beni gerçekten anlıyorsun. Yine de sen haklısın. Sesini çıkarmadan bekle beni burada. Fazla sürmez. Ama yerinden kıpırdamayacağına, beni izlemeyeceğine söz ver.”
Genç Sir Galwyn de söz verdi, Prenses Yseult parmak uçlarıyla gözlerini kapatıp, ortalıktan kaybolana dek gözlerini açmaması için söz alıp uzaklaştı.
Sir Galwyn , Prenses Yseult nedimelerini toparlayacak vakti bulana dek orada oturdu, sonra ayağa kalkıp kurnazca bir soğukkanlılıkla, uslu uslu kendisini bekleyen “Açlık” adlı yeşil görüntü ile “Acı” adlı kızıl görüntünün ve atının bulunduğu yere yöneldi.
Atlarına binerek, buradan uzaklaştılar. Genç Sir Galwyn sonunda derin bir soluk aldı.
“Tanrı aşkına, Sir” dedi Açlık, “herhalde bu, hanımından yakınlarda ayrılmış bir aşığın iç çekişi değildi? Bana daha çok huzura kavuşmuş birinin iç çekmeleri gibi geldi de. “
“Dostum, doğrusunu söylemek gerekirse, bu soluklanmanın tam olarak ne anlama geldiğini ben de bilmiyorum. Kuşkusuz, bu dünyada az önce terk ettiğim kızdan daha güzeli yoktu. Onun alaca karanlıkta körpe bir akçaağaca benzeyen vücuduna baktığımda ya da pırıl pırıl güneşli sulardan oluşan bir sütuna benzer saçlarına dokunduğumda tüm yaşamım durmuş gibiydi, ama yine de ...”
“Yine de, insanın yaşamı boyunca arayıp bulacağından çok daha güzel olan bu kız, beyaz dişlerinin ardında yaşayan bitmez tükenmez erdemiyle; seninle arana girebilir.” diye sözünü tamamladı “Açlık” denilen yeşil görüntü.
“Kesinlikle öyle. İster sade, ister güzel olsun diğer kızların tümünden farklı olmadığını anlıyorum şimdi. Bana öyle geliyor ki ...”
Genç Sir Galwyn derin düşünceler içinde sürdürdü konuşmasını, “insan ne kadar arzularsa arzulasın, istediği o değilmiş; oysa müzikten de güzel bu kızın, beni bir gün bile mutlu edemeyeceğini anlamak, kılıçtan daha keskin geliyor.”
“Ama Sir Galwyn, yaşam dediğin budur işte: Sahibi olmayan gölgeleri elde edebilmek için yapılan başı sonu gelmez bir çile. Bana insanoğlu ne adını bildiği, ne de tanıdığı, belki de bunları yapmak bile istemediği bir şeyi arayarak tuhaf bir dünyada aptal aptal dolaşıp duran, vızıldayan bir sinekten başka bir şey değil. Oysa sen gençsin, önünde ne yapıp edip üstesinden gelebileceğin kadar çok yıllar var, o yüzden bir dahasına bahtın açık olsun derim.”
Böylece; dolgun, şavkıyan bir göğüs üzerindeki saydam, cilâlanmış bir ipeğe benzer gökyüzünün ve üzerine iğnelenmiş simli bir güle benzer tek bir yıldızın bulunduğu batıya doğru yükseklerdeki solgun binlerce yıldız kümesinin altında at koşturdular. Çevrelerinde belli belirsiz yeşilimsi bir parıldama vardı, ateş böcekleri adeta görünmez ateşlerin içinden kıvılcımlar saçıyorlardı. Birden, ormanın içindeki açıklıktan karşılarına sütbeyazı, dişi bir geyik çıkıverdi, Genç Bir Galwyn’in önünde diz çökerek, kılıcıyla kendisini parçalara ayırması için yalvardı. Genç Sir Galwyn dediğini yaptığında bir de ne görsün; karşısında Galler Kralının kızı Elys, diz çökmüş öylece duruyor! Üzerine yeşil bir elbise giymiş, safirlerle tutturulmuş gümüşten bir kemer takmıştı. Genç Sir Galwyn’i elinden tutup, ormanın içlerinde sazlardan yapılma bir yatağın bulunduğu, fildişinden direkleri olan leylek renkli ipekten bir çadıra götürdü. Genç Sir Galwyn batıya doğru baktığında, akşam yıldızının artık yerinde olmadığını gördü.
Ve masal, Genç Sir Galwyn’in bir süre sonra uyanarak dirseklerinin üzerine oturduğunu anlatır: Prenses Elys hala uyuyordu, Genç Sir Galwyn belirsiz bir hüzünle baktı ona, kendiyle bunun için gururlanmadan, merhametle, uyuyan kızı öptü ve ses çıkarmadan kalkıp çadırdan çıktı.
Yine atına binmişti.
Doğuda hava aydınlanıyordu. Ta yukarılarda, sabah yıldızı boşluk içinde ipil ipil yüzüyordu. Uzaktan borazanların utkulu sancaklar gibi öttüğünü işitti, sesler giderek artıyordu. Sonra etrafını bir anda borazanlı askerler kuşattı, çevresindeki kızlar sarabant raksları ediyorlardı. Göğüsleri altınlarla bezenmiş, alkırmızı renklerle çevrelenmişti. Derken kırmızılar giymiş oğlanlar karıştı aralarına. Ardından da üzerindeki kırmızı direkleriyle, amestistten gölgeliği olan altından bir araba çıktı ortaya. Arabayı dokuz tane beyaz yunus çekiyordu, içinde Merovingialı Aelius’un kızı Prenses Aelia vardı; sarı bir elbise giymiş, safirden bir de kemer takmıştı üzerine. Prenses Aelia arabayı durdurup, ona doğru eğildi.
“Gelin, Arthgylli Genç Sir Galwyn; uzun zamandır sizi bekliyordum.”
Genç Sir Galwyn, “Ey hanımefendi,” dedi, “ben ki çöllerde bir damla suya hasret kalmıştım, oysa şimdi karşımda tüm güzelliği, umarsızlığı ve sevinçleriyle bir düş alemi duruyor.”
Prenses Aelia bu sözlere pek sevinmişti. “Ne kadar büyüleyici bir konuşma! Adınızı duymuştum Sir Galwyn, ama böylesine güzel konuşan, yakışıklı birini beklemiyordum hani. Şimdi gelin yanıma, gelin de arabama binip gidelim.”
Genç Sir Galwyn arabaya adadığında borazanlar öttü, dokuz beyaz yunus arabayı rüzgâr gibi uçuruyorlardı. Genç Sir Galwyn, yukarılara baktığında sabah yıldızının kaybolduğunu gördü.
Prenses Aelia, “Artık rahat rahat konuşabiliriz. Hadi bana kendinizden sözedin.”
Genç Sir Galwyn, düşünde gördüğü, kendisine petek petek balları, güneş ışığını ve taze sümbülleri anımsatan birini, dünyanın dört bir bucağında arayan ve nihayet onu, ancak karanlıkta bir bebek gibi ağlayacağı, dokunmaya cesaret edemeyeceği bir ölümsüzün kişiliğinde bulan o kişi size ne söyleyebilir ki?” diye yanıtladı.
“Onu hiçbir zaman yüreğinden söküp atamaz, çünkü şafakta öten kuşların şarkılarından, havada güvercinlerin kanatlarından ışıklar yaratan Tanrıların ayaklarından daha güzeldir. Hiçbir yerden medet gelmez, çünkü o hem ölümlü, hem de bir prensestir.”
“Demek gerçekten güzel olduğumu düşünüyorsunuz.” dedi Prenses Aelia, hoşuna giden şaşkınlığıyla. “Beni bu çapulların içinde gördüğünüz için sizden özür dilerim. Sarıdan nefret ederim. Beni -şey- tombul gösteriyor, oysa hiç de tombul değilim. Ama siz ise bana debdebeli sözlerle” bir an ona kuşkuyla göz atarak, “Kaç tane kız var demiştiniz, Sir Galwyn?”
“Şey ...” dedi Sir Galwyn, biraz sıkılarak, “Suda yıkanırken merakımı yenemeyip gözetlediğim, yakında Cornwall kralıyla evlenecek, Yseult adında biri vardı; kendisiyle sohbet etmek için ısrar edince (Nezaket’in yüzü suyu hürmetine geri çevirememiştim), sanırım bunlara benzer bir şeyler söylemiştim ona.
Sonra beni bir ormanın içinde durdurup, geceyi çadırında geçirmem için üsteleyen Prenses Elys geliyor, onda da nezaketim reddetmeme üstün gelmiş ve bunlara benzer bir şeyler söylemiştim.”
“Erkek diye buna derim ben!” diye haykırdı, kafası karışan Prenses Aelia.
Sonra meraklı meraklı, biraz da saygıyla Genç Sir Galwyn’e dik dik baktı. “Ne yaptığını bilen aklı başında biri olduğu kadar, elin de çabukmuş hani ... Demek Prenses Elys’miş, şu sarışın sürtük! Erkekler de nasıl çocuk ruhlu oluyorlar, ellerine hep bir oyuncak vermek lazım. Sahi, nasıl oluyor da gece yarısı ormanlarda dolaşan, sonra da yabancı bir erkeğe rastlayan bir kıza yaptığın konuşmanın tıpatıp aynısını bana da tekrarlamaya gönlün elveriyor? Anlaşılan fazla matah bir şey değilmiş şu kız.”
Prenses Aelia bir süre uzaklara doğru bakakaldı. Araba, artık yeryüzünü çok gerilerde bırakmış; şahinler kırmızı-sarı mücevherlere benzer gözleri ve süzülen sert kanatlarıyla arabanın çevresinde çığlıklar ata ata dönenirken, dalgaların arasında ilerleyen kıvrak bir gemi gibi gümüş renkli bulutları eze eze gökyüzünde yukarılara doğru yol alıyordu.
Prenses Aelia, “Öyle bir yaratığı bırakıp bana geldin demek! Hem de dudaklarında aynı sözlerle! Yazıklar olsun, bana hiç saygın yokmuş.” diyerek ağladı. “Demek adımı o yaratıkla bir tuttun!” Gözyaşı döküyordu. “Hayır, hayır, sakın kendini haklı çıkarmaya kalkma. Sanma ki karşıma bir tek senin gibi bir erkek çıktı. Ya soylu adımın onuruna ne olacak şimdi? Bir daha başım nasıl dik duracağım? Ah, nefret ediyorum sizden; nefret ediyorum!”
Genç Sir Galwyn, “Bakın hanımefendi, bu durumdan dolayı kesinlikle beni suçlayamazsınız. Bu arabaya önce sizin çağrınız üzerine bindim” dedi.
Konuşan sağduyunun, mantığın sesiydi ve her zamanki karşılığını da aldı. “Konuşma artık!” dedi Prenses Aelia hüngür hüngür ağlayarak, “Senin gibi bir erkekten de bu beklenirdi. Onulmaz biçimde kırdın beni, sonra da kalkmış kendi nezdimde aklamaya çalışıyorsun.”
“O halde, beni tekrar yeryüzüne indirerek bunu yoluna koyabiliriz. Kimseyi incitmeye niyetim yoktu. Aslında sizi kırdığımı da sanmıyorum.”
“Seni yeryüzüne geri götürmekle işler nasıl yoluna girermiş bakalım? Meyhane köşelerinde oturup, adımı sanımı ayağa düşüreceksin. Yoo, siz erkek milletini iyi bilirim! Ne yapacağım ben şimdi?”
Genç Sir Galwyn, “Siz götürmeyecekseniz, ben de tek başıma giderim.” dedi, sonra da ayağını arabanın kenarından sarkıttı.
Prenses Aelia kollarını ona dolayarak, çığlık çığlığa:
“Hayır, hayır! Kendini öldüreceksin!” diye haykırdı.
“Öyleyse ağlamayı kesip, yapmadığım bir şey için beni suçlamaktan vazgeçeceğine söz verir misin?”
“Peki.”
Bunun üzerine genç Sir Galwyn bacağını geri çekti. Prenses Aelia elbisesinin koluna gözlerini siliyordu.
“Doğrusu Galwyn, iş sözlere gelince çok aptalca konuşuyorsun. Ama bana söylediğin ya da inanmamı istediğin onca şeyden sonra beni inciten, senin için …” İşte tam burada Prenses Aelia çarpıcı bir söz söyledi, “-den başka bir şey olmadığımdır.”
Genç Sir Galwyn afal1ayıp kalmıştı.. “Prenses, dostlarıma yöneltilen bu gibi sözlere karşı çıkmam gerekiyor. Üstelik bir hanımefendinin, yinelemek bir yana, böyle bir sözcüğü hiç bilmemesi gerekir.”
“Senin hanımefendilerinin de, dostlarının da! Hah!”
Bana ne onlardan? Gel bana doğruyu söyle hadi,” dedi. Ona yaklaşarak, “Ondan daha güzel görünmüyor muyum, ne dersin?”
Genç Sir Galwyn, hiç oralı değilmiş gibi, “Yok canım,” diye söze giriyordu ki,
“Kaba herif, nefret ediyorum senden! Nereden rastladım bu hayvana? Ölsem daha iyiydi!”
“İyi olur hani!” dedi Genç Sir Galwyn, bağırırcasına, “Tekrar zırlama da, ne yaparsan yap!”
“Ah Galwyn, Galwyn, niye bu kadar açık sözlüsün? Kadınları bir parçacık tanısaydın ne iyi olurdu. Nasıl oluyor da kadınları bu kadar iyi idare edebiliyor, onlar hakkında her şeyi bu kadar iyi bilebiliyorsun? Neyse, o iğrenç, aşağılık Elys ile birlikte olmamalısın. Sana aşkın ne olduğunu göstereceğim Sir Galwyn, kolay kolay unutamayacağın bir şey göstereceğim sana!”
Böyle diyerek, dokuz yunusa yabancı bir dilde seslendi, yeryüzüne doğru baş döndürücü bir hızla inişe geçtiler.
Genç Sir Galwyn korkuyla haykıracaktı, ama Prenses Aelia eliyle ağzını kapatınca bağıramadı bile.
Zaman ve sonsuzluk fırıl fırıl dönüyor, düşüşlerinin hızıyla anaforlanıyordu; yeryüzü masmavi, boşluktan oluşmuş devasa bir girdapın içinde dönenen toz zerresinden başka bir şey değildi. Şahinler arabanın çevresinde fırdolayı uçuşuyorlar, rüzgâr kanat tüylerinin aralarında çığlıklar atıyordu. Kırmızı, sarı mücevherden gözleri dayanılmaz bir sıcaklığı harlandıran kor parçalarına benziyordu. Genç Sir Galwyn artık korkmuyordu, yüreği böylesine bir esrime tanımamıştı daha.
Ardında ne bir ışık, ne de bir ses bırakmış, korkunun ve zevkin uçsuz bucaksız diyarlarına doğru süratle, uzun bir sıçrayış yaparak tüm dünyayı tüketen bir tanrı, kayan bir yıldız olmuştu artık.
Ve Masal, Genç Sir Galwyn’in çok geçmeden bir ormanda uyandığını anlatır:
Başucunda, körpe bir kavağın narin yapraklarına bağlanmış atının dizginleri duruyordu; yanında iki atın üzerinde Açlık denilen yeşil görüntü ile Acı denilen kızıl görüntü ağırbaşlı, sakin sakin oturmuş bekliyorlardı. Derken, Genç Sir Galwyn ayağa kalkıp atına bindi; üçü birlikte buradan doludizgin uzaklaştılar.
Genç Sir Galwyn derin bir soluk aldı.
“Tanrı aşkına Sir,” dedi Açlık, “herhalde bu, hanımından yakınlarda ayrılmış bir aşığın iç çekişi değildi? Bana daha çok huzura kavuşmuş birinin iç çekmeleri gibi geldi de.”
“Dostum, doğrusunu söylemek gerekirse, bu soluklanmanın tam olarak ne anlama geldiğini ben de bilmiyorum. Kuşku yok ki, insan şu birkaç gün içinde bulduğum şu üç güzel kadından daha güzellerini bulamaz, hem yine de ...”
“Aman Sir Galwyn, yine başlamayın. Daha kocası bile yüzünü görmeden önce bir kral gelinini tanıdınız, Hıristiyan alemindeki en önemli iki küçük prensin kızlarının kişiliklerinde, sabah ve akşam yıldızlarına sahip oldunuz. Bunlara karşın, yatıştıramadığınız bir açlıktan başka bir şey elde edemediniz. Bir keresinde insanın adlandıramadığı, tanımadığı ya da bunları yapmak bile istemediği bir şeyin peşinde koşarak, yabancı bir dünyada amaçsızca dolaşan, vızıldayan bir sinektir dediğimi anımsıyorum da sanırım artık bu sözü iyice belirginleştirmem gerekiyor: İnsanoğlu, yanılsamalarla dolu, ters çevrilmiş bir fanusun altında vızıldayan bir sinektir”
Açlık sustu, üçü birden kıpraşan, benek benek gölgelerin ortasında gezinip durdular. Ormanın açıklıklarında çiçekler neşeyle dolanıyor, kuşlar her yerde şarkılarını cıvıldıyorlardı. Güneş, Genç Sir Galwyn’in yüzüne yazılı şeylerin üzerine dolu dolu yansıdı, bu Genç Sir Galwyn’in özellikle gururlandığı bir şey değildi aslında. Kalkanı, atının terkisinden sarktı, ama eskiden olduğu gibi pırıl pırıl parlamıyordu artık, üzerine bir şeyler yazılmıştı, Genç Sir Galwyn bununla da böbürlenmedi. Uzun kılıcı kınının içinde paslanmıştı, Genç Sir Galwyn pelerinin ucunu kılıcının üstüne örttü.
Çok geçmeden Açlık söze girdi, “Sana gösterebileceğim bir kız daha var. Bu kızın, yüzündeki açlığı silip atacağını garanti ederim. Ne dersin Genç Sir Galwyn, bu kızı arayalım mı?”
Genç Sir Galwyn, “Benim yüzümdeki açlığı ve anımsayışı silecek bu kız da kimin nesi?” dedi.
Öteki, “Kız kardeşim” diye yanıtladı.
Genç Sir Galwyn de, “beni ona götür öyleyse”, dedi. Böylece, üçü birden dümdüz bir kumsal gibi, son ışığın da çekildiği batıya doğru at sürdüler.
Burası da bildik, tanıdık bir yerdi. Yani, Genç Sir Galwyn’e yakın bir zamanda gördüğü, tanıdığı bir şey yeniden görünecekmiş, bir zamanlar izlediği, katıldığı bir olay yeniden canlanacakmış gibi geldi. Havası bozbulanık, ilkyaz kokan üst üste sıralanmış belirsiz tepelerin arasındaki bir vadiden geçtiler. Sonunda, Genç Sir Galwyn’in ayakları altında delidolu akan, karanlık bir ırmak duruyordu; ırmağın yanında birbirinden farklı binbir renkli yapraklarla örtülü bir ağaç yükseliyor, ağacın yanında da içinde pek çok şeyin boğulup gittiği sular kadar hiçlik ifade eden, belirli bir rengi olmayan gözleri, beyaz kalkık kaşlı bir güzel ile ne ayakta durduğu ne de yattığı anlaşılabilen ufak tefek, tonton bir adam bulunuyordu.
Genç Sir Galwyn ırmağın kenarında durunca, Açlık ve Acı da yanına gelip itaatle yerlerini aldılar. Delidolu akan karanlık sulara baktığında, burada daha önce de dikildiğini anladı ve diyar diyar kaygıyla dolaşıp durmasının, hiç terketmeyeceği bir yere geri dönmesi için yaptığı gereksiz, aldatıcı bir yol olup olmadığını düşündü.
Çok geçmeden, dingin, güzel kaşları olan adam Genç Sir Galwyn’in yanına gelip, solgun uzun elleriyle bir işaret yaptı. Bunun üzerine Açlık ve Acı çekildiler, ıssız bir yerdeydiler artık. Kalkık beyaz kaşlı adam Genç Sir Galwyn’e şöyle dedi:
“Seç.”
“Neyi seçeyim?” diye sordu Genç Sir Galwyn.
Öteki sadece, “Bak; göreceksin.” diye yanıtladı.
Yan yana durup, karanlık sulara uzun uzun baktılar. Baktıkça, sular karanlık olmaktan çıkarak, sağa sola kaçışan küçümen balıklara benzer, biçim kazanmamış ses ve renk parçacıklarıyla doluverdi, Genç Sir Galwyn bakmayı sürdürdüğünde, ölçülü, düzenli ışık ve gölge katmanları haline girip tek bir gövde oluverdiler.
Ayakta durmaktan rahatsız oluyormuş gibi görünen ufak tefek, tonton adam; “Bu ırmağı bir zamanlar ıslanmadan geçen sen, şimdi iki şeyden birini seçmek zorundasın. Bu delidolu akan karanlık selin içinde zamanın başlangıcından şu dakikaya kadar tüm yaşamın değişik dönemleri, senden önce gelenlerin belleklerinin yıkanıp, silindiği, yağmur sonrası bir mermer yüzeyi gibi yamyassı edildiği görünecektir; izin verdiğim devranı sen de tamamladın artık, bu dönemlerden birini seçip yaşamana devam edebilirsin. Diğer gölgelerin içinde, sen de bir gölgeden başka bir şey değilsin; şimdi burada başına geleceklerin çok önceden gördüğün kara bir düş, kendinin de elle tutulur, gözle görülür bir alemde alınyazını yönlendiren somut bir varlık olduğunu anlayacaksın…
“Bu suların içinde gözden yitip gitmeyi de seçebilirsin. O zaman hiç bir şey anımsamayacaksın; ne bu konuşmayı, ne de yapacağın seçimi, bütün önemsiz utkuların, sevgi ve nefretin, üstesinden geldiğin bütün işlerin buraya bakmak için eğildiğinde ortaya çıkan devingen küçümen balıklara benzer bu delidolu akan karanlık suların içinde can çekişmek üzere belleğinden silinmiş olacak, bunun adı Şöhret’tir. Ne var ki, bu sular bir kez başını aşıp, seni yuttuğunda, belleğin yağmurlarla aşınmış bir levha gibi olacak ve artık hiç bir şeyi anımsamayacaksın.”
Genç Sir Galwyn, “Ya ben ne olacağım?” dedi. “Hiç bir şey olmayacaksın.”
“Bir gölge bile olamayacak mıyım?”
“Bir gölge bile olamayacaksın.”
“Ola ki bu ırmağı geçmeyi seçtim; ıslanmadan nasıl geçerim peki?”
Öteki, soluk yayvan elini kaldırdığında, delidolu akan karanlık suyun ilerisindeki sisin içinden, kürekleri olmayan sandalıyla gri renkli bir adam beliriverdi. Sandal kıyıya, ayaklarının ucuna dek yanaştı; gri renkli adam başını önüne eğmiş, sulara bakıyordu, üzerine kalıp gibi geçirdiği elbisesi sıska gövdesinden düşecek gibi duruyordu.
“Ya bu ırmağı geçmeyi seçersem?” diye yineledi Genç Sir Galwyn,
“Daha önce de dediğim gibi, gölgelerden oluşan hastalıkların hepsine gölgeden bir köle olacaksın; acıya, açlığa ve bedensel ısdıraplara, aşka, nefrete, umuda ve umutsuzluğa. Bundan öte, yeryüzüne yaptığın bu son yolculuktan başına gelenlerden sonra onlarla nasıl savaşman gerektiğini de daha iyi bilemeyeceksin, çünkü benim göçebe yasalarım, Yaşantı’nın egemenlik sınırlarımı bırakıp gitmesini yasaklamaktadır. Nasıl ki, er kişi kadınlardan kendini sakınmak zorundaysa, Yaşantı’dan da uzak durmalıdır, çünkü yanında kadın olsun olmasın sonu sefalet olacaktır, ne var ki onsuz, tehlikede değil demektir.”
“Demek bundan böyle ben Arthgylli Sir Galwyn denilen şey olmayacağım?”
“Bundan böyle Arthgylli Sir Galwyn denilen şey olmayacaksın.”
“Madem gölgeden başka bir şey değilim, nasıl oluyor da açlığı ve acıyı duyabiliyorum?”
Öteki başını kaldırdı. Gözleri uyku rengini almıştı, yorgun argın Sir Galwyn’i süzdü. “Açlık ve Acı, onları anımsamaya başlamadan önce de yanında değiller miydi sanki? Tüm yolculuklarında, tüm çarpışmalarında senin sağında ve solunda yer almadılar mı? Gencecik Yseult, Elys ve Aelia’nın; yahut sana bahardaki körpe sümbülleri, petek petek balları ve güneş ışığını anımsatan herhangi birinin olabileceğinden daha yakın olmadılar mı sana?”
Genç Sir Galwyn, “Evet, bu doğru ...” diye ağır ağır kabullendi. Sonra birden,
“Öyleyse bir gölge değilim ben” dedi.
“Bir gölge olmadığını nereden biliyorsun?”
Genç Sir Galwyn bir müddet düşündü, sanki üzerinden buz gibi bir yel geçmişti. Ardından, “Kimsin sen? Bana hiç de hoş olmayan iki seçenekten birini seçmeye zorluyorsun” dedi.
“Uyku Tanrısıyım.”
Ve Genç Sir Galwyn güzel, kalkık kaşlı, gözleri uyku rengindeki bu ufak tefek tonton adama bakakaldı. Genç Sir Galwyn susuyordu artık. Çok geçmeden öteki şöyle dedi:
“Bak.”
Genç Sir Galwyn baktığında delidolu akan karanlık sularda üç tane yüz belirdi. Prenses Yseult, Cornwall kraliçesi olmuştu. Mertlik, sitem dolu bir gururla yüce bakışlarını çevirip ötelere geçti.
Büyülü ormanda terkettiği Galler kralının kızı prenses Elys, pişmanlıkla, hüzünle ona bakıyordu.
Üçüncü yüz, Merovingianlar’ın prensesi, ışıl ışıl sevecenlik saçan Aelia’nınkiydi. Ona nobranca bakıyordu; ince, kanlı bir aşağılama vardı ağzında.
O da suların içinde parıldayan öteki döküntülerle birlikte akıp gitti.
Acı ve Açlık tekrar yanına gelerek bir ağızdan:
“Bak”, dediler.
Acıyla Açlık yavaş yavaş yanına geldiklerinde, güneşli güzel sulardan bir sütuna benzeyen, bembeyaz, parıltılı uzun saçlarıyla gencecik biri suların içinden ortaya çıkıverdi; Genç Sir Galwyn baharda açan sümbülleri, balları ve güneş ışığını geçirdi aklından. Ateşi düşmüş de yumuşacık, dibi görünmeyen bir uykuya dalmış gibi görünen bu yüzü uzun uzun inceledi. Suya doğru eğildiğinde Acı ve Açlık ondan uzaklaştılar; su, ona değer değmez sanki karanlık bir odada diz çökmüş, günün ağarmasını beklediğini, dingin yumuşak ışıklar saçan birinin, “Kalk Sir Galwyn, için inanç dolu, bahtın açık, yüreğin mert olsun” diyerek ona doğru geldiğini görür gibi oldu.
Binbir renkli yapraklarla örtülü ağaç konuştuğunda, bütün yaprakları havada fırıl fırıl dönerek, ağacın etrafında mekik dokuyorlardı. Ağaç aslında, gümüş bir zırh gibi parıldayan, ak sakallı bir ihtiyardı; yapraklar da kuşlar.
Ne diyorsun, iyi yürekli Aziz Francis?
“Küçük kızkardeş, ölümmüş meğer”, dedi iyi yürekli Aziz Francis.
Bunlarsa çok eskilerde kaldı.
7 Şubat 2010 Pazar
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder