
MAYDAY
Önsöz: CARVEL COLLINS
Çev: Semih Aközlü / Ara Yayıncılık /1989
Faulkner’ın elyazması kitaplarından biri olan MAYDAY; gene kendisi tarafından resimlenmiş ve ciltlenmiştir...
Carvel Collıns'in önsözü; kitabın yazılış öyküsünün yanısıra, Faulkner'ın başka özelliklerini de içeriyor...
William Faulkner Mayday adını verdiği kitapçığı kendi el yazısıyla yazmış, resimlemiş ve ciltlemişti. Kitaba “27 Ocak 1926” tarihini düşerek Helen Baird’e adamış, bilinen tek nüshasını da ona vermişti. Birkaç yıl sonra William B. Wisdom kitapçığı ele geçirerek, Faulkner kolleksiyonunun diğer yapıtlarıyla birlikte Tulane Üniversitesi Kütüphane’sine armağan etti...
Mayday, kolaylıkla bulunabilecek bir yapıt olmadığından bu baskının yayımlanmasında fayda vardı. Bay Wisdom kitapçığın kusursuz ama tahrip olabilecek yapısını korumak amacıyla elden ele dolaşımına bir sınır koymak istedi, buna rağmen 1950 yılı başlarında bir siyah-beyaz kopyasını, 1962’de de renkli fotokopisini yaptırmama izin verdi. Sonradan, kitapçığın elinde bulunduğu yıllarda iki uzmandan başkasının incelemesine yanaşmadı, bunun nedeni içlerinden birinin yapıta değgin “yetersiz yargı” ya varmasıydı. Faulkner incelemesinde (aynı zamanda uzman olduğu, Thomas Wolfe incelemesinde de bu türden bir karşılaştırma yaparak) bilimle uzaktan yakından ilgisi olmadığını düşündüğü siyasetten gitgide huzursuzluk duyarak, Tulane Kütüphanesi Özel Kolleksiyonlar Bölümü Başkanı Bn. Ann S. Gwyn’in yaratıcı ve oldukça profesyonel yönetimine bağışlayana dek “Mayday” ve “Faulkner ile ilgili materyalin” tümünün kullanımını sınırlandırmaya devam etti. Sonra yalnız konuyla özellikle ilgilenenlerin Mayday’ i okumalarına izin verildi.
1976’dan sonra Bn. Gwyn’in Tulane’de düzenlediği ‘William B. Wisdom’un William Faulkner Kolleksiyonu’ adlı görkemli sergide enikonu ilgi görmesi üzerine, New Orleans’a giden ciddi araştırmacıların kitabı incelemesine olanak tanındı.
1977’de Bn. Jill Faulkner Summers, Bay Wisdom ve Bn. Gwyn’in onayları üzerine yapıtın incelenmesi daha da yaygınlaştı; Notre Dame Üniversitesi yayınları 25 özel nüsha ve 125 adet numaralı baskı ile sınırlandırılan tıpkı basımlarını yayımladı. Yapıtın orijinaline oldukça benzeyen bu basımların maliyeti, son derece yüksek bir fiyata satılmalarına yol açtı ve ender bulunan kitaplar piyasasında bu baskının fiyatının akıl almaz rakamlara fırlaması ,okuyucuların kitaptan yararlanmalarını engellemeye devam etti. Nihayet bu yayımın ortaya çıkmasıyla yapıt daha çok insanın eline ulaşacaktır.
Mayday, Nobel ile ödüllendirilen bir insanın yaşamında yalnızca dış görünümüyle ilgi çeken bir ‘marginalia’ parçası olmadığı için yerinde bir girişimdir. İlk kez 1950’lerin başlarında Bay Wisdom kitapçığı okumama izin verdiği günden beri bana Faulkner’in sanatı üzerindeki yanlış düşüncelerin bazılarını, yeniden gözden geçirmek konusunda değerli bir yardımı olacak gibi gelmişti; Faulkner’in el yazması kitapçıkları arasında en önemlilerinden biri olan, “The Sound and the Fury” ve onun aracılığıyla belli başlı yapıtlarına dolaysız ve belirgin göndermeler yaptığı için de bu yapıtın bir eşi daha yoktu.
Faulkner 1920’lerde pek çok el yazması kitapçık yazdı; bunlardan sekizini gördüm, ötekilerinin ise yıllar önce kaybolduğunu duydum.
Kaybolanlardan üçünün kimliği bir şekilde tespit edildi, ancak geriye kalanların yalnız söylentisi var. İnceleyebildiğim sekiz kopyadan beşinin başlığı şunlardır:
Faulkner’ın, dostu Phil Stone’a verdiği The Lilacs adındaki 1920’lerden bir şiir kitabı. Günümüze kalan birkaç nüshasından yalnızca dördünün incelenebildiği Marionettes adındaki 1920’lerden kalma bir oyun. Helen Baird’e 1926’da armağan edilen iki kitapçık; bunlardan biri Mayday, öteki Helen: A Courtship başlığını taşıyan ve onaltı şiirden oluşan ilginç bir derleme.
Yine 1926 yılından, Estelle Oldham Franklin’e ithaf edilmiş, kısa düzyazı parçalarından oluşan Faulkner’ın daha önceleri birini yayımladığı Royal Street.
Bu yapıt “Helen: A Courtship” gibi resimlendirilmemişti ama, Mayday gibi pek çok paragraf girişinde renkli büyük harfler bulunuyordu. Faulkner’ın tanıdıklarının sözünü ettikleri ve tanımladıkları üç el yazması kitapçığın şiirlerden oluştuğu söylenmektedir:
Bunlardan birini Memph’s’te bir adama armağan etmiş, biri Faulkner tarafından Missısippi Üniversitesi’nde dostu olan bir öğrenciye 15 dolara satılmış, hakkında daha çok ayrıntının anımsandığı diğer kitapçık ise Faulkner’ın dostu olan, ara sıra şiirlerini okuduğu ve resimlerini gösterdiği bir kıza armağan edilmiştir. Kız, yapıtlarından bazılarına sahip olmak istediğini söyler söylemez, Faulkner’ın ona beş ya da sekiz tane şiirden ve bir sayfalık teatral diyalogdan oluşan bir kitapçık yaptığını anımsamıştır.
Ev yandığında ortadan kaybolan bu kitapçığın içindeki çalışmaların her biri için Faulkner’ın siyah mürekkeple resimler çizdiğini, “The Asphodel” ya da “The Asphodels” başlığını koyduğu şiiri için; vazo ya da çiçeklikten bir bitki gibi filizlenen ince bir kadın figürü yaptığını da anımsıyordu.
Kaybolan bu üç el yazması kitapçığa ek olarak, Phil Stone’un sözünü ettiği, Faulkner’ın zaman zaman doğum günü ya da başka nedenlerle armağan olarak verdiği ve Stone’un evini yerle bir eden yangından sonra yitirilenler de bulunuyordu.
İlgi çekici, tek perdelik bir oyun olan Marionnettes, kitlelerin eline geniş çapta ulaşan Faulkner’ın ilk el yazması kitapçıklarından biridir. Sınırlı sayıdaki basımı 1975’te Virginia Üniversitesi Yayınevi’nden çıkmıştı. Daha sonra Mississippi-Oxford’daki Yoknapatawha yayınevi oldukça gösterişli bir tıpkı basımını yaptı. Yakın bir zamanda da Virginia Üniversitesi yayınevi yeni bir baskısını çıkardı.
1950’de William Faulkner’ın annesi bana oğlunun 1929’de yok pahasına birkaç nüshasını sattığı Marionettes’in bir nüshasına yüz dolardan daha fazla para teklif edilmesi karşısında duyduğu keyifli şaşkınlığı anlatmıştı. 1975 yılında yaşıyor olsaydı herhalde kadının şaşkınlığı çok daha büyük olacaktı, çünkü o yıl Marioanettes’ in bir nüshası 34.000 dolardan satıldı. Bu nüshanın eski sahibi birkaç yıl önce pek üzerinde durmadan iki kere bana yapıtı -o sıralar elimde olan Marionettes’ in öteki nüshası ile karşılaştırma yapmam isteğiyle- postaladığı için en azından ben çok şaşırmıştım.
Faulkner’ın bu uğraşısının ilk yıllarında ve hemen öncesinde diğer yazarlar da onun yaptıklarına benzer kitapçıklar ortaya çıkardılar. Sözgelimi James Joyce bir ya da birden çok kitapçık yazdı. Faulkner’ın yazın kadar resim ve çizime duyduğu ciddi ilgi aklımıza geldiğinde, böyle armağanlar alacak yeterli parası olmadığı ve yayınlanması için gerekli yatırımı yapamadığından, dönemin küçük boyutlu el sanatlarıyla da ilintili bu kitapçıkları yapmış olması oldukça doğal görünüyor.
Mayday, Faulkner’ın belli başlı yapıtlarıyla en yakın bağları kuran el yazması kitapçık olmasının yanısıra, bildiğim kadarıyla, küçük çapta eşsiz bir yapıttır. Yukarıda sözü edilen diğer kitapların bazıları Faulkner’ın siyah mürekkeple yaptığı çizimleri içermektedir; örneğin Marionettes içinde bunlar etkileyici bir biçimde karşımıza çıkmaktadırlar, ama Mayday içinde yer alan üç sayfalık suluboya resim, Faulkner’a ait renkli illüstrasyonları içeren ve sağlam olarak elimize ulaştığı bilinen tek kitapçıktır.
Bir kaç yıl önce Faulkner tarafından resimlendirilmiş bir kitapçığı gördüm-The Lilacs; bu, yukarıda adı geçen Faulkner’ın Phil Stone’a armağan ettiği kitapçıktı. 1940’ların başlarında Stone’un yangınla kül olan Oxford’daki evinde bulunmaktaydı.
Faulkner’ın romanlarını daha iyi anlayabilmem için 1948’de bana cömertçe ve uzunca bir süre yardım etmeye çalışan Stone, 1950’lerin başlarında Faulkner’ın acemilik dönemi yazılarının kimi artıklarını bulma umuduyla eski evi içinde araştırına yapmama izin verdi. Hemen hemen on yıl önce evi yerle bir eden yangın mahallinden Bn. Stone ile birlikte nemli, ateşten kavrulmuş destelerce kağıt yığınıyla ayrıldık; Stone’ların arka avlusunda kurutmak amacıyla yere serip ayırdığımda 470 sayfadan çok tutan, Faulkner’ın ilk dönem yazılarıyla ilgili kağıtların arasında kötü bir biçimde yanmış bir kitapçık ortaya çıktı. İçinde en azından dokuz şiiri vardı, Faulkner tarafından el yazısıyla yazılmış ve ciltlenmişti; imzası atılmış, The Lilacs adı verilerek, 1Ocak 1920 tarihi düşülmüştü. Metnin ilk sayfasının karşısında yangından kavrulmuş bir kağıt üzerinde renkli bir illüstrasyon vardı, ancak bu küçük resmin tamamı sonsuza dek yitik kalacaktı.
Resim ve çizim William Faulkner’ın daha çocukluk yıllarında ilgisini çekmişti. Bu tür bir sanatçı olabilme ereğiyle edebiyatın yanında grafik sanatlarıyla ilgili bir meslek düşünmekteydi. Annesi bana onun daha genç yaşlarda çizime ilgi duyduğunu ve buna karşı bir yeteneği olduğunu anlattı. Konuyla ilgili öteki delillerin yanısıra, çocukken Oxford kasabasında caddeleri sulamak için yeni bir itfaiye arabasının kullanılmaya başlandığı sıralarda yaptığı bir taslağın da sözünü etti. Bu karmaşık aracın işleyişini seyredip heyecanla eve gelmiş, ve ailesine büyük bir coşkuyla tarif etmişti. Anlatımının yetersiz kaldığını anlayınca hemen oracıkta arabanın sübapları, su püskürtme hortumlarıyla annesinin şaşkınlıktan ağzını açık bırakacak denli ayrıntılı bir resmini çizivermiş. Bununla birlikte, annesi, esas ilgisinin artık yazı yazmaya kaydığı için ilk yıllarda onu resim ve çizime çok fazla zorlamış olabileceğini söyleyip durdu.
Faulkner on dört yaşında ülke çapındaki bir dergiye bir çizimini göndermişti. Lisede iken bir çok çizgi romanlar yaptı; eski bir sınıf arkadaşı, Bn. Frederick V.B. Demarest, bunları saklamış ve yirmibeş yıl önce fotokopilerinin çekilmesine izin vermişti.
1917 Mississippi Üniversitesi yıllığı için yaptığı bir çizim, bu türde bilinen basılmış ilk yapıtıdır. New Haven Connecticut’dan yazdığı mektuplarda birkaç taslak çizim vardı; daha sonra 1918 yılında R.A.F. eğitimi için Kanada’da bulunduğu sıralarda okul defterlerine pek çok çizim yapmış, bir düzineden fazlası da Toronto’dan attığı mektupların içinden çıkmıştır.
1925’te Üniversitenin bir gülmece dergisinde, 1917 ve 1922 yılları arasında çıkan Mississippi Üniversitesi yıllıklarında yaptığı çalışmalar gerçekten övgüye değer yapıtlardı. Yaşam öyküsünü yazan bazıları bilmez: 1921’de New Haven’da oldukça acı dolu birkaç haftalık konukluğu sırasında Faulkner yazma eylemine ciddi ciddi sarılmıştı; yazdıklarıyla yayınevlerinde bir yer edinmeye çalışıyor, aynı zamanda çizim yeteneklerini, özellikle kurşunkalem ve kreyon (mumboya) ile geliştirmek için ciddi bir çaba harcıyordu. O yılı New York City’de geçirdiği sıralarda çizim üzerine daha çok şey öğrenmek için bir gece sanat okuluna gitmeyi tasarladığını Lord Taylor’daki kitap bölümü müdürünün çizimlerini satmasının daha kolay olacağını sezdiğini bildirmişti. Faulkner, bir yazar olarak kendini geliştirirken bir yandan da çizimler yaparak özellikle reklamcılık dalında para kazanmayı umduğunu açıklamıştı.
Annesinin evindeki tavan arasında, üzerinde adının yazılı olduğu siyah, madeni bir sanatçı kutusu vardı; annesinin bana anlattıklarını göz önüne alırsak, bu kutuyu yaşamı boyunca kullanmış olmalıydı. Daha sonraki yıllar birçok mektubunda ustaca çizimler yapacaktır. Ama 1926’da suluboya ve eskizlerle Mayday’ i resimlediği zaman, artık profesyonel sanat yaşamını çizim ve resime adamayı düşünmüyordu.
Mayday’ i Helen Baird’e verdiği yıl, yine ona armağan ettiği “Helen:A Courtship” içinde “Bill” başlığını taşıyan bir şiiri yer almaktaydı. Onda, “Yüreğinin tüm düşünün /ilk ve son kez/gözlerini ışık ve boşlukla beslemek” olduğunu, “Oysa dillerin armağanıyla kargışlandığını” yazmıştır. Bu gerçeği daha ince bir dille 1925 yılında bir gazetede ifade etmiş, “Out of Nazareth” de New Orleans’lı dostu Spratling’in “elinin bir fırça gibi biçimlendirildiğini, benimkinin ise (ne yazık ki!) böyle olmadığını” yazarak, “benim ekmeğim, içeceğim, etim sözcüklerdir” diye eklemiştir.
Bundan böyle çizim ve resim çalışmaları yalnızca özel, kişisel kullanıma yönelik olacak ailesi, dostları ve Mayday’ de Helen Baird için yapacaktır.
Faulkner, Helen Baird ile 1925 yılında New Orleans’ta tanıştı ve tanışır tanışmaz aşık oldu. Helen Baird, 1954 ve 1962’de ama onun kendisine evlenme teklif ettiğini söyledi. O ise teklifini geri çevirerek 1927’de Guy Lyman ile evlenmişti. Bir kadına evlenme teklif edip de onun bir başkasıyla evlenmeye karar vermesi, Faulkner’ın başına ikinci kez geliyordu:
19l8’de de Faulkner Oxford’dan Estelle Oldham ile evlenmeyi tasarlamışlardı. O sıralardaki yakın arkadaşlarından biri, Faulkner’ın 1920 noelinde armağan olarak Marionettes’ in bir nüshasını verdiğini, evlenme cüzdanı çıkarttıklarını bana söylemişti. Ancak ailesel ve diğer baskılardan dolayı tasarıları suya düşmüş; Estelle Oldham, Cornell Franklin ile evlenmişti. O ve Faulkner, 1989’da kadın kocasından boşandıktan sonra tekrar evlenmeyi isteyeceklerdi; ama Estelle ilk kocasıyla Doğu’da iken, Faulkner 1925 ve 1926’da New Orleans ve Mississippi kıyısında Helen Baird ile başarısız bir duygusal ilişki yaşamaktaydı.
Faulkner’ın Helen Baird’e tutulmasını daha sonra ona yazdığı mektuplardan, dostlarından üçünün ve akrabalarından birinin anımsadıklarından, -ve edebiyat açısından en önemlisi- romanlarından ele aldığı Helen Baird’e değgin anılarında ve ona beslediği duygularda açık açık ortaya koymuştur.
Helen Baird’e duyduğu hüsrana uğramış aşk deneyiminin bir kısmını yine Mayday gibi Helen’e ithaf ettiği ikinci romanı Mosquitoes’ da Patricia adlı kızın kimliğinde anlatmıştır. Faulkner, bu romana bir yazar olarak kendi kişiliğini kattığı gibi, kendini aynı zamanda romandaki genç tayfanın yerine de koymuş, Patricia’ya umutsuzca tutulup, onunla birlikte sivrisinekler arasındaki bataklık yolculuğuna çıkmıştır. Faulkner, tayfanın adını “David” koymuştur; roman kurgusu içinde birkaç kere onu psikolojik olarak otobiyografik bir kişiliğe uygulamıştır. Ama Faulkner’ın Helen Baird’e duyduğu aşkı en anlamlı biçimde anlattığı yapıtı 1939’da yayınlanan The Wild Palms’ dır.
Mayday’i yazdıktan sonraki yıllar içinde Faulkner, kimi zamanlarını onunla ve kocası Guy ile geçirmekteydi. Bu birliktelik 1925’te oluşan duyguları genişletti, öteki deneyimlerinin etkilerini de buna katarak The Wild Palms’ın eleştirel değerinin bir hayli yükselmesine katkıda bulunan derin acıyı ifade etmesine yardımcı oldu.
Faulkner, romanın son sahnelerine, 1920’lerde Helen’i tanıdığı Mississippi Körfezi kıyısında Pascagoula kasabasındaki Charlotte Rittenmeyer ve Harry Wilboume’ı (roman kahramanları olarak) koydu.
Gerçi Helen Baird Lyman doğal olarak kocasını ve çocuklarını terketmedi, ne de Charlotte’un Harry ile girdiği türden bir ilişkiye yanaştı. Faulkner Charlotte’a, Helen’in sevdiği fiziksel özelliklerinden bir kısmını tıpkı sanatsal etkinliklerinden olduğu gibi ve onda alımladığı karşı konulmaz çekicilik ile hırçınlığı verdi.
Bir zamanlar Helen’i bir “alev” olarak düşündüğünü söyledi ve sanırım Charlotte Rittenmeyer’de Walter Pater’in meşhur öğüdü ile yaşamaya çalışan bir kişilik yarattı. The Wild Palms ile ilgili eleştirilerin çoğu Charlotte’u oldukça ayıplamaktadır; her ne kadar gereken ayrıntılarıyla izlenecek bir yazı değilse de, bu hüküm yeniden gözden geçirilmelidir.
1963’de Bn. Meta Wilde, William Faulkner ile olan ilişkisini ayrıntılı olarak anımsayarak, bana çok değerli bilgiler vermeye başladı; ondan gelen mektupları okumamı sağladı ve yaşamıyla ilgili soruları fazlasıyla yanıtladı. Hatıraları ve Faulkner’ın ona yazdığı mektuplar, The Wild Palms’ ın sonunda Harry Wilboune’un duygu yoğunluğunun Faulkner’ın içinde bulunduğu durumdan kaynaklandığını açıklığa kavuşturdu; çünkü Faulkner Meta’ya umutsuz ve büyük bir tutkuyla bağlıydı, Meta ile tanışmadan önce romanın büyük bir bölümünü kafasında hazırlamıştı, bunları yazmakla daha önce Helen’e duyduğu imkânsız aşkın anılarını da su yüzüne çıkarmış oluyordu.
Bunu başarmakla bir hayli yol katetti: 1939’da The Wild Palms içinde Harry Wilbourne’un ve Charlotte’un anılarını sevgiyle, hayranlıkla belleğinde tutma kararıyla intihardan vazgeçişi, Faulkner’in James Branch Cabell’e çok şey borçlu olan bir alaycı ifade 1926’da ortaya çıkardığı Mayday’ daki Sir Galwnin aşk hakkındaki düş kırıklığı ve intiharından çok uzaktadır.
Bundan yıllar öncesini anımsayan okurların çoğu Mayday’in Cabell’in romanına çok şey borçlu olduğunu hemen anlayacaklardır. Faulkner’ın Mayday’ i Helen Baird’e bir armağan olarak hazırladığı sıralarda, Cabell’in ünü doruktaydı. 1925’te Carl Van Doren şöyle demişti:
“Bu yüzyıl içinde klasik denilebilecek bir Amerikalı roman yazarı varsa, o da Cabell’dir.” Benjamin de Casseres, Cabell’i “Bir Amerikan Rönesansının Prometheus’u” diye adlandırdı.
Faulkner üzerinde, şimdiye dek kitaplara geçmemiş, belirgin bir etkisi olan New Orleans’dan kültürlü dostu John McClure, Times - Picayune’ nin yayın yönetmenliğini yaptığı sıralar meşhur bir kitabın içine 1925’te “Bay Cabell belki de çağımızın bir avuç insanından birisidir ... gelecek kuşakların onu tanıması gerekir” diye yazmıştı. Derken Cabell’in ünü aniden yitiverdi. 1925’de John Maclure bile onun “yükselişi ve düşüşünü” yazdı. İlk dönem yapıtlarındaki yozlaşma tohumları yerini yabanıl otlara bırakmışu. Oysa Faulkner Mayday’i yazdığı zaman Cabell’in şöhreti güvenli bir noktada görünüyordu.
İlk kez 1905’te basılan, 1921’de yeniden gözden geçirilen The Line of Love’ın içine Cabell, en iyi bilinen yapıtının bir ana izleği olacak şeyi koydu: "İdeal aşk hiçbir zaman sonsuza dek sürmez; ister seven kişi kazansın, isterse sevilen kaybetsin." Yeni bir görüş olmasa da, bir örnek oluşturması bakımından yalnız antik çağ yazınını değil, nitelikli geç dönem şiir sanatını da bir yana koyarsak Emerson’un “Each and All” daki şu dizeleri örnek olarak gösterilebilir:
"At last she came to his hermitage,
Like the bird from the woodlands to the cage;
The gay enchantment was undone,
A gentle wife, but fairy none, "
“En sonunda onun kutsal mezarına geldi,
Ağaçlardan kafese giren bir kuş gibi
Geriye birşey kalmadı şen büyüden.
iyi bir eş, oysa eser yoktu o periden”
Cabell, dikkatini yıllarca bu görüş üzerinde topladı. 1950’lerde Cabell’in ününü canlandırmaya çalışan Edmund Wilson, övgü dolu bazı sözler söyledi, ama “Bana benimsenmesi hep oldukça güç gelmiş olan Cabell’in yazılarındaki izlek ... yani onun ilk gençlik düşlerinde, ideal ve güzel kadınlara duyduğu bitmez tükenmez nostalji” diyerek, onu yerici biçimde eleştirmişti.
Öte yandan Mayday üzerine yeniden eğilmesiyle, Cabell’in en çok bilinen izleği, Helen Baird ile olan çıkmaz ilişkisi nedeniyle 1926 yılı başında Faulkner’ın işine yaramış olmalıdır: Ondan çok, Faulkner kadına ilgi duyuyordu ve Faulkner bu yılgı verici durumu acıklı buluyordu.
Bn. Margery Gumbel bana, Faulkner’ın Mayday’i yazmadan önceki yıl New Orleans’ta, Helen Baird’in ilişkilerindeki sorumsuzluğu üzerine konuştuklarını anlattı.
Daha sonra Bn. Edward Martin ünvanını alan Helen’in teyzesi, 1926’da Pascagoula kumsalındaki evinin yanındaki bir kulübede Faulkner’in The Mosquitoes’u yazarken, Helen’in yokluğunu hissettiğini ve bunu da tutkuyla, elemle anlattığını anımsadı.
Bir kaç yıl önce, 1919 ile 1922 yılları arasında, Stone’un ailesine ait bir avukatlık bürosunda çalıştığı Mississippi Charleston’da Faulkner; Phil Stone’u sık sık ziyarete gittiği sıralar, genç bir kadına aşık olmuştu. Sevgisine karşılık alamayınca, Faulkner duygusal bir çöküntü içine girdi. Ama Stone’a, o başka türlü idealize ettiği kişinin, türümüzün düzenli olarak tekrarlanan en az romantik edimini yaparken görüntülerini zihninden geçirip, kendini iyileştirdiğini söyledi. Daha yüksek bir düzeyde ele alıp Mayday içinde Cabell’in izleğini ve alaycı tarzını benimseyerek, Helen Baird’e duyduğu aşktaki başarısız akibeti ile gelen acıyı aynı şekilde kovmaya girişmiş olabilir.
Mayday gibi, Cabell’in The Line of Love’ ının büyük bir bölümü de, yine Mayday gibi, masalların çoğunun Ortaçağ’da geçtiği, önceden anlatılmış bir “masalın” yinelenmesinden oluşmuştur.
The Line of Love’ da olay, “Nisan’ın sona erdiği gün, “Walburga Arifesinde” başlar ve Faulkner’ın Mayday’i gibi bir anda Mayıs’ın ilk gününe geçer; “yeni başlangıçlara sahne olacak günün” geleneksel bölümleri olmayan, trajik ögelere sahiptir: The Line of Love’ da Mayıs gününde aşk kadar ölümden de söz eden bir şarkı söylendiği zaman, bir delikanlı buna, “çok aptalca, karamsar eski bir şarkı” der. Sonra delikanlı zamanın akıp gittiğini, öte yandan bu büyü ile gençliğini korurken, otuz yıl önce evlenmeyi düşündüğü kızın, “evlenip çoluk çocuğa karışmış, orta yaşlı heybetli bir ev kadını” olduğunu öğrenir. Gerçekten Adelaide’si olup olmadığını sorduğunda kız:
“Evet, etiyle teniyle ta kendisi, zavallı yavrucak, bu çok şeyi açıklıyor.” diye yanıtlar. Kendisi büyünün etkisi altındayken başkasıyla evlendiği için onu sadakatsizlikle suçlar; kız da doğal olarak birlikte olsalardı “tıpkı şimdiki gibi olacağını, kendisinin de ona bağlı kalacağını” ileri sürer.
Derken kendini hâlâ genç ve romantik hisseden adam, eski nişanlısının kızına aşık olur, başına gelenlerden hâlâ ders almadığı için de, bunun “yaşadığı sürece değişmeden kalacak bir aşk” olduğuna inanır. Bu genç damatla gelinin hikayesi Cabell’in The Line of Love’ da sürekli yinelediği, sonraki kitaplarında da kullandığı bir motifle sona erer: Kadınla erkek evlendikten sonra aşk uçup gider, oysa o “kadını yaratmıştır, kadınlar mazbut bir kocaya aittirler.”
Faulkner’in dostu Dashiell Hammett, The Dain Curse’ deki karakterlerden birinin ağzından “Tahta at Troya için neyse, Cabell’in romantizminin de aynı anlama geldiği” söyler.
The Line of Love’ ın diğer bölümleri, Faulkner’ın Mayday’de yinelediği düş bozumuna uğrama izleğinin çeşitlemelerini sergiler; ama Cabell bu kitabı ve diğerlerini, Faulkner’ın Mayday’de yaptığından (bunun nedenleri ileride tartışılacak) daha az kötümser bir yoldan sona erdirir.
Cabell’in burada ve sonraki romanlarında yer alan kahramanları yaşamın gerçekliğini kabullenirler, oysa Faulkner’in Sir Galwyn’i kendi canına kıyar. Cabell, “aşkın hüsranına uğramadan yaşamanın, durmadan yer değiştirmek ve kaçak yaşamak anlamına geldiğini” ve “bu akıldışı, geçici boyun eğişin de yaşayan bir canlının elinden gelen en yüce, daha doğrusu en zorunlu eylem” olabileceğini öne sürerek “The Line of Love”ı bitirirken, Faulkner’ın 1939’da yazdığı The Wild Palms’ da yer alan ama 1920'lerin ortasında kaleme alınmış Mayday’de bulunmayan bir duruma değiniyordu. Kuşkusuz Faulkner Mayday’in içine, Cabell’in sonradan yayımlanan bazı alaycı allegorilerinden parçalar koymuştu; ama The Line of Love’ı okumuş, hatta buradan çıkardığı bir adı Mayday’in içine koymuş olması olasılığı da vardır.
The Cream of the Jest - ilk kez 1917’de yayımlanmış, 1922’de yeniden gözden geçirilmişti ve Cabell’in en gözde romanları arasında yer alıyordu. Mayday’in ana ögelerinden birini barındırır içinde: Cabell’in, daha çok ulaşılmaz ideal kadını Etrarre’ın yer aldığı düşlerde yaşayan bir yirminci yüzyıl kahramanı olan Kennaston, romanın sonunda Ettarre’ın elleri ona doğru uzandığında “sanki evren çevresini kuşatıyormuş gibi” gelir ve bu son düşünde Ettarre’ın ona ölüm biçiminde yaklaştığını düşünür, bir yandan sevinir bir yandan da ödü kopar.
Oysa, sonunda ırmağın içinde ölüm ile birleşen Mayday’in Sir Galwyn’inden farklı olarak Kennaston, Ettarre ile birleşmez, gerçek yaşamındaki karısıyla halinden memnun, yaşamını sürdürür.
Mayday’deki diğer ögeler The Cream of the Jest’te de ortaya çıkar; ama tüm bu yapıtların daha kesin kökeni Cabell’in Jurgen’idir. Faulkner, Mayday’i bitirmeden bir yıl önce tamamladığı ilk romanına bu yapıttan doğrudan alıntılar yapar.
1922’de tamamlanan Jurgen, yankılar uyandıran bir sansür davasıyla üne kavuşmuş, Cabell’in en çok tanınan romanlarından biridir. Jurgen ve Mayday’ in pek çok ögesi özdeştir: Olay örgüsü, kinayeli alaylar, dalga geçercesine yapılan anakronizmalar, her kahramanın bir “gölge”, bunun dışındaysa “hiç” oluşu, yaşamın olabildiğince yalnız düşlerden oluştuğu, bir kez elde edildikten sonra erkeği can sıkıntısından ahlayıp oflatan efsanevi kadınların (Jurgen’ in Guenevere’si, Sir Galwyn’in Yseult’u) aşkları, kahramanların gerçekte neyi istediklerine değgin ikircimleri, insana benzemeyen ürkünç kadınlarla girişilen aşk maceraları (Jurgen’ in ayla ilintili Göl Kraliçesi, fareyle yarasa arası tuhaf yaratıklardan oluşan bir mürettebatın yönettiği bir geminin sahibesidir; Sir Galwyn’in Prenses Aelia’sı sabah yıldızıyla bağdaştırılır ve yunuslann çektiği bir arabanın sürücüsüdür), kahramanların kendilerini önemli hissetmesi, ölümlü yeteneklerini kıskanan ölümsüz kişileştirmelerle sürdürülen zaman hakkındaki, olmadık yerlerde saçlarının durumundan dem vuran kadınlar, kitabın sonunda tanıdıkları kadınlarla son kez karşılaşan Jurgen ve Sir Galwyn’in başlangıçtaki sahnelere dönmeleri ve iki kitabın başında ve sonunda yer alan tümcelerin benzerlikleri: “Tüm bunlar çok eskilerde kaldı.”
Jurgen’ deki kahramanın delici mızrağına yapılan sürekli göndermelere benzer kösnül, pornografik ögelerden yoksundur Mayday; öte yandan sonuç bölümleri arasındaki ayrım daha çok göze batar. Cabell, The Cream of the Jest ve öteki romanlarında olduğu gibi Jurgen’de de kahramanın sorununu iyimser bir çözümle noktalamıştır. Jurgen gençlik dolu, sihirli bedenini tüketerek gönül serüvenleriyle yıllarca diyar diyar dolaşıp durduktan sonra yine başlangıçtaki orta yaşlı adam olur; ama serüvenler bir bakıma değiştirmiştir onu: Sürekli olarak vurgulanan duyumsallık kadar idealize edilmiş romantik aşk konusunda da gerçeği görerek, on yıllık karısıyla pek çok şeyi paylaştığını anlayıp sonunda kendi isteğiyle durulmuştur.
Oysa Faulkner Mayday’de Sir Galwyn’i böylesi bir iyimser uzlaşma içine sokmaz, kahramanını ırmağın derinliklerine gönderir.
Cabell’in romanlarında yer almayan, sözü geçen diğer ögeler gibi Sir Galwyn’in intiharı da hiç kuşkusuz Mayday ile Faulkner’ın ilk başyapıtı The Sound and the Fury arasındaki bağlantılardan dolayı gerçekleşmiştir.
Görülüyor ki Faulkner, Mayday’i yazarak yalnızca Helen Baird için bir armağan hazırlamakla kalmamış - çünkü sanatçı her zaman sanatçıdır - The Sound and the Fury’i biçimlendirdiği ilk dönemlerle ilgili olarak romanın küçük bir üçgenini yazma fırsatını da bulmuştur.
Kimi zaman duygusal olarak ileri sürülen düşünceye ve ortak kanıya göre Faulkner I928’e dek The Sound and the Fury’ yi yazmaya başlamamıştır (ya da en azından 1927’ye dek, çünkü 1926’da ortaya çıkan Mayday ile bağıntısı düşünülürse çok geç bir tarihtir).
Oysa önceden elimizde bulunmayan ve bunun aksini kanıtlayan deliller vardır. Sonraları William Spratling’in doğruluğu su götürür anıları ve elimize geçenlerin yayımlandığı Paris’ten tek tük yazdığı mektupları dışında Faulkner’ın, 1925’te Paris’te geçirdiği aylara ait fazla birşey bilinmiyor.
Faulkner’ın Paris’te dost olduğu, sık sık birlikte yemek yedikleri ve şehrin içinde uzun yürüyüşlere çıktıkları biri vardı. Bu dostu (önce Jacob caddesinde, sonraları Serrandoni’deki otel odasında kalan) Faulkner’ı almaya gelip de bulamadığı zamanlar, bir yandan onu beklerken bir yandan da onun izniyle yazdıklarını okumaktaydı.
Bana Faulkner’ın üzerinde çalıştığı bir yapıttan söz etti; okuduğu şey bir kız ile iki erkek kardeşinin başından geçenleri konu alıyordu ve bu da sonradan The Sound and the Fury haline gelmişti. Konuştuğumuz her konuda kusursuz bir belleğe sahip olan dostunun burada yanılmış olabileceğini düşündüm. Okuduğu, Elmer Hodge üzerine 1925’te yazmaya kalkıştığı ama Faulkner’ın bir türlü bitiremediği bir romandan alınmış parçalardı.
Buna 1950’lerde Faulkner’ın editörü Saxe Commins’in konuğu olduğum sıralarda görmüştüm. Faulkner’ın Mississippi’den Princeton’daki Commins’in evine getirdiği pek çok elyazmasının bulunduğu bir kutudan çıkarmıştı. Ama Faulkner’ın dostu ona ayrıntılarıyla anlattığım Hodges ailesi ya da Elmer adında birine ait hiçbir şey okumadığını söyleyerek, yayımlanmasından dört yıl sonra The Sound and the Fury’ i okuyunca I925’te Faulkner’ın Paris’teki odasında neler gördüğünü açık seçik anımsadığını da ekleyerek, sorumu es geçti.
Oysa daha önceleri yaptıkları yürüyüşlerden birinde -bunlardan biri Meudon Ormanı’ndaydı- Faulkner’ın yazmak istediği iki aileden sözettiğini söylemişti bana. İlk aile iyice yoksullaşıp oradan oraya göç ediyor, çocuklarını, en küçükleri dışında, terk ediyordu. Sonunda baba petrol buluyor, oğlu da bir ressam olmaya çalışıyordu. Eskiden hali vakti yerinde olan diğer ailenin başı derde giren ve evden kaçan bir kızı, intihar etmeye kalkışan, dolandırıcı, zihinsel özürlü bir de oğlu vardı. Kuşkusuz ilk aile "Elmer el yazmaları"ndaki, ikincisi ise "The Sound and the Fury" dekidir.
Herhalde söz sanatçıların yaratılarına nasıl ve ne zaman “başlamaları” gerektiği konusuna gelince, herkesin bu konuda naiflikten kaçınmak için çaba harcaması gerekir.
Bernard De Voto bir yazarın, üzerinde “Yazar işbaşında” yazılı bir levhayı yirmidört saat takması gerektiğini vurguluyor; sözgelimi, burada küçük bir tartışma zemini açmak gerekirse, Faulkner A Fable’ a (1954) 1918’de New Haven’da, The Brick Row Kitabevi’nde William Aspenwall Bradley’i dinlerken “başlamıştı”. F
aulkner’ın The Sound and the Fury’ ye nasıl başladığı üzerine hep yinelenen ortak kanıya ait naif yorumlar bulunmaktadır elbette: Önce Benjy’nin bölümünü ele almış, yetersiz olduğunu düşünerek Quentin’in bölümünü yazmış, sonra belirsizlik izleğine devam etmiştir. Tanınmış, son derece zekice yazılmış iki eleştiri, Faulkner’ın açıklamalarına dayanarak onun kompozisyon uygulamasının ve sonuçta ortaya çıkan romanın ne kadar rastlantısal olduğunu belirtmişlerdi.
Bununla beraber, Faulkner’ın soru ve yanıt bölümlerini aktaran söyleşilerinde dediklerine inanmak gibi büyük bir risk göze alınacak olursa, var olabileceği düşünülen parçaları ve 1928’te Paris’teki odasında dostunun okudukları bunlardan biri olabilir. Ama burada bu riski göze almak gereksizdir.
Mayday ’in "The Sound and the Fury" deki Quentin Compson’un monologlarıyla ortak pek çok yönü olduğu apaçık ortadadır. Her iki kahraman da, Sir Galwyn ve Quentin, öyküye başlamadan önce geceyi yalnız başlarına geçirmişlerdir.
Her iki yapıtın da ilk bölümleri kahramanın önündeki pencerede günün ağarmasını betimleyerek başlar. Mayday’in açılış paragraflarındaki bazı tümce dizinleri 1929’daki basılı metni gözden geçirmeden önceki The Sound and the Fury’nin el yazmalarında Quentin’in giriş monologundaki tümce dizinleriyle özdeşti.
Daha başlangıçta Sir Galwyn ve Quentin’in düşlerinlerinde bir kız vardır: Şövalye için o, kızkardeşi ölüme dönüşen “Uzun, pırıl pırıl saçlı” biridir; Mississippi’li içinse, bir bakıma kendi ölümü olan kızkardeşi Caddy’dir.
İki delikanlı da öykülerinin içinde bıkmadan usanmadan dolaşır dururlar. Gerçi Quentin karanlık basınca amacının ölmek olduğunu önceden beri bilmektedir. Sir Galwyn ise ne aradığını bilemez ama sonunda o da amacının ölüm olduğunu bulgular.
Quentin Assisi’li Aziz Francis’i düşünür, Sir Galwyn onunla yüzyüze konuşur iki kez. Quentin bir söyleşilerinde babasının ona “zaman akıcı olduğu için yaşam anlamsızdır” dediğini anımsar. Sir Galwyn de adı "Zaman" olan tuhaf bir yabancıyla karşılaşır, yabancı Sir Galwyn’e, Bay Compson’un Quentin’e verdiği nihilist mesajın benzerini verir ve iki kahraman da bir nehirde boğulup giderler.
Mayday ve The Sound and the Fury arasında ilgi çekici bir başka bağlantı da, Sir Galwyn’in yol arkadaşları -Açlık ve Acı- ile Quentin Compson’un dostları olan "monologçular" -kardeşleri Benjy ve Johnson’arasındaki benzerliklerdir. Bu ilişkinin geçmişini irdelemek ve tartışmak gerekiyor burada.
Birçok Faulkner okuyucusu, ilk eleştirilerin ve sonraki izleyicilerinin ışığı altında, romanlarının belli başlı, hatta biricik işlevinin genel olarak Güney’de ve Mississippi’de geçen yaşam üzerine bilgi vermek olduğunu sezinlemiştir.
Kısa bir süre önce Michigan’da yetenekli bir üniversite öğretmeni, Güney’i daha iyi anlamaları için öğrencilerine Faulkner’ın romanlarını ödev olarak verdiğini anlattığında çok şaşırmıştım. Faulkner bütün yaşamının bir parçası haline geldiğini bilerek, yapıtlarının çoğunu buraya dayandırmış ve Mississippi üzerine yazmıştır doğal olarak. Bu yüzden romanının tüm bakış açısını belgesel, yöresel ya da izleksel olarak enine boyuna göstermek, akla oldukça yatkın geliyor.
Görünen tek yanlış, en iyi romanlarının yöresel, izleksel ya da tarihselin ötelerine geçtiğinin farkedilememesidir. Böyle olmasaydı şimdi onun yapıtlarını okuyor olmazdık.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Camus ve arkadaşları Fransız yeraltı örgütünde Faulkner’ın romanına coşkuyla yönelmişler, akademi dünyasınca kabul gören ve onun Nobel Ödülü almasına yol açan yapıtlarına artan ilginin temellerini atmışlardı, çünkü yabancı bir ülkenin toplumbilimsel ayrıntılarına karşı artan bir ilgi duymaya başlamışlardı. Faulkner’ın yapıtlarında daha çok evrensel bir yön olduğunu, “bölgesel inceleme”lerden daha dolaysız ve kişisel bildiriler vermiş olduğunu hissetmiş olsalar gerekti.
Yöresel incelemeler ve toplumbilim, özgün bir yazarla karşı karşıya olduklarını kabul eder -ya da en azından bunu ortaya çıkarır. Ama özgünlük, Faulkner’ın birçok iyi romanında yüzeyde cereyan eden olaylar içinde bulunmayan bir niteliktir:
The Sound and the Fury’ deki Compson ailesinde alkolik bir baba, hastalık hastası bir ana, kötü yola düşmüş kızları ve biri geri zekâlı, biri sadist bir diğeri Harvard’da okuyan üç oğluyla yüzyüze geliriz.
Absalom, Absalom’daki Sutpen ailesi hiç de özgün değildir; Light in August’ daki esas kişilik, Yüce Hightower, tüm yaşamını gerçekte olmayan askeri bir at koşumuna adamıştır; bu, sessiz Jefferson caddesinde her öğleden sonra olagelen mesai çıkışının hayhuyunu canlandırır onda.
Öte yandan As I Lay Dying’ deki Mississippi özelliklerini taşımayan Bundren ailesi cenaze için dokuz gün beklemiş, ardından sel, yangın ve sinek sürüsünün akibetine uğramıştır. Faulkner, 1956’da şöyle demişti: “As I Lay Dying gibi, romanlarının içinde sunduğum toplumbilimsel manzara üzerine konuşulanları duymak beni adeta eğlendiriyor …”
Faulkner’ın romanlarının birçoğu toplumbilimin ötesindeki konularla ilgilidir, Mayday’ de ise şimdi irdeleyeceğim yöne işaret etmektedir bir bakıma.
Faulkner bu el yazması armağan kitapçığı hazırlamakla başyapıtlarından birinin, The Sound and the Fury’ nin ilk aşamaları sırasında zaten aklında olan bazı ögeleri kullanarak belki de zamandan kazanmış; ama bir bakıma da bu romanın son biçimini almasına katkıda bulunmuş olabilir: The Sound and Fury, Faulkner’ın Joyce’un romanı Ulysses’den öğrendiği yöntemleri kullandığı allegorik bir yapıttır.
Bu yöntemler yüzeyde geçen öyküyü Zola’nın herhangi bir romanı kadar gerçekçi kılmakta, öte yandan yüzey ile belirgin bir bağı olsa da, daha derinlere inerek söylensel ya da yazınsal bir yapıtın ögelerini (tıpkı Ulysses gibi, aslında bu Homeros’un Odysseia’sıydı) ya da öteki izlekleri (sözgelimi Ulysses’deki bir kahraman aslında insan anatomisinin bir haritasını verir) içinde barındırmaktaydı.
Zola romanlarından birine Cennet Bahçesi ile ilgili bir bölüm yazıyordu (işte konunun özü de buradadır) ama romanın geri kalanında gerçeklik örtüsünü bu bölümle sürdürmedi; bu, Joyce’un Ulysses’ in ana özelliği olarak gösterdiğinden tümüyle farklıdır. Joyce’un yapıtındaki bu düşünce, sözgelimi Pilgrim’s Progress’in ayan beyan allegorisine hiç benzemeyen yepyeni bir allegori türüdür.
Joyce’un Leopold Bloom’u 1904 Dublin’in tam anlamıyla gerçekçi bir kişisi ve Homeros’un Odysseia’sı ile sürekli kıyaslanan, ona ters düşen bir figürdür aynı zamanda. Bunyan’ın açık allegorik ögeleri “Bay Dürüst”, “Bay Zulüm” ve “Bay Eşitlik” ten tamamen farklıdır.
The Sound and the Fury’ de Faulkner gerçekçi bir örtüsü olan, ama altında daha çok allegoriye yer veren Joyce’vari bir allegori yazmıştı, halbuki Mayday’ de Bunyan’vâri bir allegori kaleme aldı.
Çok daha önemli bir romanın parçası olarak ve gerçekliğe gerek duymayan eski tip bir allegori olarak Mayday’in esas değeri, Faulkner’ın allegoriye olan ilgisini göstermesi ve "The Sound and the Fury" nin; su altında yatan kimi belirgin ögelerini açıkça ortaya sermesidir.
Mayday’daki yalın anlatım Faulkner’ın kimi ilk dönem eleştirmenleri ve ardıllarınca bir hayli tepki almış- benim 1952’den beri desteklemeye çalıştığım The Sound and the Fury’ deki bazı kuruluş bölümlerine yardımcı bir nitelik taşımaktadır.
1952’de İngiliz Enstitüsü’ndeki toplantıda “The Sound and the Fury’nin İçsel Monologları” adlı makale içinde, 1920’lerde savaş sonrası yazın dünyasına giren yeni psikoloji akımıyla Freudcu kavramların bu romanda Faulkner tarafından bilinçli kullanımını açıklamıştım.
Bu makale 1952 tarihli English Institute Essays’da yayımlandı, Irwin Malin’in 1965 tarihli "Psychoanalysis and American Fiction" un da, James B. Meriwether’in 1970 tarihli The Merrill Studies in the Sound and the Fury derlemesinde yeniden basıldı ve diğer iki derlemede kısaltılmış olarak yer aldı.
Burada yalnız Mayday ile bağıntısı olan, gerekli yerleri ele alacağım.
The Sound and the Furry’deki kanıtların niceliği Faulkner’ın sistematik bir biçimde Freud’un kavramlarından çıkardığı ve Freudun “Id” adını verdiği kavramı Benjy Compson için belirginleştirir; Quentin Compson için; Freud’un “Ego” kavramını, kardeşi Jason için de Freud’un “Superego” kavramını kullanır.
Joyce’un Ulysses’ de gösterdiği teknikleri kullanarak Faulkner romandaki üç kardeşi “gerçek” karakterlere ustaca dönüştürürken, aynı zamanda bu üç soyutlamanın bütün ayrıntılarıyla biçimlendirilmelerini de sağlar.
Faulkner’ın romanının temel ya da biricik değerinin Birleşik Devletler’deki özel bir bölgenin içindeki yaşamın anlatısı olduğu, içindeki çeşitli psikolojik ve felsefi bakış açılarıyla ilgilenmenin hatalı olacağı biçiminde yıllarca süregelen kanıların yol açtığı eleştiri türleri (dar bir çevreye) “indirgeyici” sözünü ona karşı çıkanların bir klişesi haline getirmiştir. Aslında, düşünülürse bunun tersinin doğru olduğu, okuyucuların Faulkner’ın bir romanı karşılığında ödedikleri paradan daha fazla şeyler aldıkları görülür.
The Sound and the Fury dört bölümden oluşur: İlk üç bölümde Compson kardeşlerin teker teker uzun birer monologu verilir. Sırasıyla; Benjy, Quentin ve Jason’ın anlatımları Freud’un ileri sürdüğü, insan gelişiminde yer alan üç aşamanın dizgesine göre yapılmıştır:
Önce Id, sonra "Ego "ve son olarak "Superego". Bu üç içsel konuşmacıyı bize bir sahneden sesleniyormuşcasına gözümüzde canlandırırsak, Quentin’in ortada, sağında Benjy’nin ve solunda Jason’ın bulunduğunu farkedebiliriz.
Faulkner, Mayday’ de Sir Galwyn’i de aynı konuma yerleştirmişti: genç şövalye “sol tarafında "Açlık" denilen ve yüz tane korkunç ağzı olan, küçük yeşil bir görüntü ve sağ tarafında "Acı" denilen kımıl kımıl yüz eli olan kızıl bir görüntü”nün yanında yer aldıkları görülür.
Duygudan yoksun bu allegorik iki figür- Faulkner’ın tüm resimlerinde karşımıza çıkar Sir Galwyn’i Mayday boyunca bir oraya bir buraya sürükler dururlar. Faulkner’ın kitapçığının sonundaki resminde, Sir Galwyn kendi mezarının ardında, sağında düz kafalı Açlık, solunda çentikli kafasıyla Acı figürleri ayakta dururlarken betimlenmişlerdir.
"Açlık", Faulkner’ın The Sound and the Fury’de Benjy Compson’un benliğinde kızkardeşi Caddy’den zevk verici sevgisinde kişileştirdiği sırada belirginleştirdiği, "Freudcu Id" in bir yansımasıdır.
Faulkner’ın Jason Compson da belirginleştirdiği Superego’nun bir yansıması ise Jason’ın bu kızkardeşe karşı olan ket vurucu tepkisidir ve onu sonsuz acılara iter. Quentin Compson tıpkı kardeşi Benjy gibi Caddy için açlık duyar ve o da kendini kardeşi Jason’ın acı dolu yöntemleriyle cezalandırır; gerçekte kendisine en yüce cezayı -ölümü- vermektedir.
Quentin’in içsel monoloğunun iki farklı biçimi de kendi içindeki bu bölünmeyi destekler; çünkü Caddy’ye duyduğu açlıkla monologu Benjy’nin biçimine yaklaşır, acı çeke çeke kendi canına kıymayı tasarladığı anda ise biçimi Jason’ın monologundakine benzemeye başlar.
Şimdi, Faulkner’ın bilinçli olarak Quentin’de vurguladığı Freudcu Ego’nun bu görünümü, açlık duyan Id ile acı çekerek kendini cezalandıran Superego arasında bir aracı durumundadır. Quentin’in sürdüremeyecek denli zayıf olduğu bir durumdur, bu yüzden suyun içinde öldürür kendini.
"Id" den dolayı çekilen açlık güçlüyse ve karşıtı "uperego"an aldığı acı dolu baskı daha da sertleşirse, zayıf olan ortadaki Ego’nun yok olacağını ileri süren Freud’un görüşlerine koşut olarak Faulkner da böylece onu izlemiş olur.
Faulkner, insan kişiliğinin yapısı üzerine Freud’un kuramlarından yararlanmasının yanısıra, Freud’un ilk kez 1920’de çıkardığı, 1922 ve 1924’te İngilizce olarak yayımlanmış olan daha pek çok felsefi varsayımlarını kullanmış olsa gerektir.
Gerek Mayday, gerekse The Sound and the Fury, Freud’ un “Eros” adını verdiği içgüdü ile ölüm içgüdüsü (ki Freud buna hiçbir zaman özel bir ad vermemiş ama sonradan öteki bilim adamları ve Helen Baird için yazdığı Mayday’ den bir yıl önce Faulkner’ın New Orleans’da tanıştığı bazı yazın dostlarınca “thanatos” diye adlandırılmıştı) arasındaki yakın çağrışımlan içinde banndırır.
Böylece, Faulkner’ın Freud’un yazılarındaki bilinçli kullanımını saptamak, onun ya da romanının, denildiği gibi, “Freudcu” bir uygulama olduğunu göstermez.
The Sound and the Fury’i yaratırken beceriyle kullandığı Freud’un tüm bu düşünceleri İngilizce olarak Faulkner’ın elinde vardı zaten ve bunlardan bilerek yararlanmıştı. Faulkner üzerine yazarken, “Shakespeare’vâri” olduğu kadar “Freudcu”da olabileceği gerçeği, The Sound and the Fury’nin kurgusunun bilinçli olarak Macbeth’e dayandığını gösterir. Bu yorumlar üzerine Faulkner ne düşünürse düşünsün, olumlu olarak açıklanamayacağını iddia edebilirim; tüm bunları okumuştu, konuşmalarımızda bunun bahsi geçtiğinde itiraz etmekten nazikçe uzak durdu.
Gerçekte, destekleyici diğer eylemler arasında özellikle şaşırtıcı olan yapıtlarına yaklaşımlarında bu genel eleştirilerden hoşnut olduğu bir tanesini seçmişti. 12 Ekim 1955’te Londra’daki "Chatto and Windus" yayınevinin müdüründen bir mektup geldi bana. Şöyle diyordu:
"Sayın Bay Collins,
Bana, yapıtı üzerine eleştirel bir kitap yazmakta olduğunuzu söyleyen William Faulkner’ın önerisi üzerine yazıyorum. Bildiğiniz gibi şirketim yıllarca Bay Faulkner’ın kitaplarını yayımladı; kitabınız için bir İngiliz yayımcı ile anlaşma yapmadıysanız, bittiği zaman onu görmekten kıvanç duyacağız."
Gerçi bu mektup yukarıda kısaca özetlenen The Sound and the Fury’ deki görüşlerle bağdaştığını kanıtlamıyorsa da, yapıtı üzerine bu türden bir eleştiriyi daha yaygın hale getirmeye gönüllü olduğunu ortaya koyuyor.
Bay Wisdom’un Mayday’in ilk kopyalarından birini edinmeme izin vermesi bana göre işe yarar, destekleyici bir şeydi; çünkü az da olsa Faulkner’ın “allegorik” imge dünyasını açık seçik serimliyor ve The Sound and the Fury’ deki Quentin Compson’un toplumbilimsel olmaktan çok felsefi ve psikolojik bir dramanın merkezi figürü olduğu tartışmalarına belirgin biçimde katkıda bulunuyordu.
Sonuç olarak, Faulkner’ın kitaplarına verdiği isimlerin çoğunlukla yapıtlarının can alıcı bir bölümünü oluşturduğunu, el yazması bu kitapçığın adının da bir istisna olmadığını belirtmek doğru olur.
Sir Galwyn’in bir Mayıs gününün sonunda boğulması kitabın adına tamı tamına uymaktadır. Faulkner, Mayıs’ın ilk gününe değgin olumlayıcı yanıyla ilgi duymuşsa da, -Bart College’de Ioan Williams’a verdiği bir kitabın içine “Mayday 1951” diye yazmasının nedeni elyazısının zorluğundan dolayı “May day 1951” biçiminde imzalamasındandır- * yapıtı içinde Mayıs gününü kötümser bir bağlamda ele aldı.
Yeni şeylerin başlangıcı olan, geleneksel olarak iyimser kabul edilen bu ayı, sonradan ortaya çıkan felaketlerden dolayı alaycı bir karşıtlıkda kullanmış; sözgelimi, kitap adı olarak Mayday’ i ilk romanı "Soldiers’s Pay "için düşünmüştü. 1923’lerde bitirdiği bu yapıtında Nisan’dan Mayıs’a umut dolu geçen günleri, havacı roman kahramanının bir savaş yarasıyla ölümü izliyordu.
Faulkner’ın havacılığa duyduğu ilgiyi ve kötü bir durum karşısında kullanılan Fransızca “m’aidez” -ki sonraları İngilizcede “Mayday”e dönüşen- bu sözcüğü bildiğini de anımsatmak gerekir. Wild Palms içinde Mayıs ayı başlarında yinelenen iyimser beklentilerle trajik olaylar arasındaki bağıntıyı kaleme almıştı Faulkner.
The Sound and the Fury’ deki en etkileyici monologlarla çok yakından ilintili olan ve onunla evlenmeyi reddeden kadın için bir armağan kitap olarak hazırlanan 1926 tarihli bu el yazması kitapçık için Faulkner, sonradan apaçık bir hüzne dönüşen mutluluk dolu geleneğiyle bir Mayıs gününde vereceği bu adı seçmişti.
Faulkner’ın sonradan bir halkbilimci olan yakını Arthur Palmer Hudson, Mississippi’de bir Mayıs günü bir ırmağın sularına bakan gençlerin evleneceği kişinin yüzünü göreceğine değgin yaygın bir inançla ilgili pek çok örnek toplamıştı. Mayday’ in başlarında “delidolu akan karanlık suların içinde ... uzun, pırıl pırıl saçları olan, kırmızılı beyazlı gencecik bir yüzün” hayali görünür Sir Galwyn’e.
Öykünün sonunda pekçok serüvenden sonra Sir Galwyn, bu ilk hayali gördüğü ırmağa döner. Orada, yine aynı kızın hayalini gördüğünde, suların içinde ona doğru gider -bu esnada Aziz Francis onun kimliğini açıklar: “Küçük kızkardeş, ölümmüş meğer.”
Eliot, “Çorak Ülke”de Nisan ayı için ayların en zalimi der, Faulkner’ın kitapçığındaki ad ise Bir Mayıs’ın en zalim gün olabileceğini öne sürer.
* “Mayday” bitişik yazıldığında Mayıs’ın birinci gününü, aynı zamanda Bahar Bayramı’nı ifade eder. (Ç.N.)
Önsöz: CARVEL COLLINS
Çev: Semih Aközlü / Ara Yayıncılık /1989
Faulkner’ın elyazması kitaplarından biri olan MAYDAY; gene kendisi tarafından resimlenmiş ve ciltlenmiştir...
Carvel Collıns'in önsözü; kitabın yazılış öyküsünün yanısıra, Faulkner'ın başka özelliklerini de içeriyor...
William Faulkner Mayday adını verdiği kitapçığı kendi el yazısıyla yazmış, resimlemiş ve ciltlemişti. Kitaba “27 Ocak 1926” tarihini düşerek Helen Baird’e adamış, bilinen tek nüshasını da ona vermişti. Birkaç yıl sonra William B. Wisdom kitapçığı ele geçirerek, Faulkner kolleksiyonunun diğer yapıtlarıyla birlikte Tulane Üniversitesi Kütüphane’sine armağan etti...
Mayday, kolaylıkla bulunabilecek bir yapıt olmadığından bu baskının yayımlanmasında fayda vardı. Bay Wisdom kitapçığın kusursuz ama tahrip olabilecek yapısını korumak amacıyla elden ele dolaşımına bir sınır koymak istedi, buna rağmen 1950 yılı başlarında bir siyah-beyaz kopyasını, 1962’de de renkli fotokopisini yaptırmama izin verdi. Sonradan, kitapçığın elinde bulunduğu yıllarda iki uzmandan başkasının incelemesine yanaşmadı, bunun nedeni içlerinden birinin yapıta değgin “yetersiz yargı” ya varmasıydı. Faulkner incelemesinde (aynı zamanda uzman olduğu, Thomas Wolfe incelemesinde de bu türden bir karşılaştırma yaparak) bilimle uzaktan yakından ilgisi olmadığını düşündüğü siyasetten gitgide huzursuzluk duyarak, Tulane Kütüphanesi Özel Kolleksiyonlar Bölümü Başkanı Bn. Ann S. Gwyn’in yaratıcı ve oldukça profesyonel yönetimine bağışlayana dek “Mayday” ve “Faulkner ile ilgili materyalin” tümünün kullanımını sınırlandırmaya devam etti. Sonra yalnız konuyla özellikle ilgilenenlerin Mayday’ i okumalarına izin verildi.
1976’dan sonra Bn. Gwyn’in Tulane’de düzenlediği ‘William B. Wisdom’un William Faulkner Kolleksiyonu’ adlı görkemli sergide enikonu ilgi görmesi üzerine, New Orleans’a giden ciddi araştırmacıların kitabı incelemesine olanak tanındı.
1977’de Bn. Jill Faulkner Summers, Bay Wisdom ve Bn. Gwyn’in onayları üzerine yapıtın incelenmesi daha da yaygınlaştı; Notre Dame Üniversitesi yayınları 25 özel nüsha ve 125 adet numaralı baskı ile sınırlandırılan tıpkı basımlarını yayımladı. Yapıtın orijinaline oldukça benzeyen bu basımların maliyeti, son derece yüksek bir fiyata satılmalarına yol açtı ve ender bulunan kitaplar piyasasında bu baskının fiyatının akıl almaz rakamlara fırlaması ,okuyucuların kitaptan yararlanmalarını engellemeye devam etti. Nihayet bu yayımın ortaya çıkmasıyla yapıt daha çok insanın eline ulaşacaktır.
Mayday, Nobel ile ödüllendirilen bir insanın yaşamında yalnızca dış görünümüyle ilgi çeken bir ‘marginalia’ parçası olmadığı için yerinde bir girişimdir. İlk kez 1950’lerin başlarında Bay Wisdom kitapçığı okumama izin verdiği günden beri bana Faulkner’in sanatı üzerindeki yanlış düşüncelerin bazılarını, yeniden gözden geçirmek konusunda değerli bir yardımı olacak gibi gelmişti; Faulkner’in el yazması kitapçıkları arasında en önemlilerinden biri olan, “The Sound and the Fury” ve onun aracılığıyla belli başlı yapıtlarına dolaysız ve belirgin göndermeler yaptığı için de bu yapıtın bir eşi daha yoktu.
Faulkner 1920’lerde pek çok el yazması kitapçık yazdı; bunlardan sekizini gördüm, ötekilerinin ise yıllar önce kaybolduğunu duydum.
Kaybolanlardan üçünün kimliği bir şekilde tespit edildi, ancak geriye kalanların yalnız söylentisi var. İnceleyebildiğim sekiz kopyadan beşinin başlığı şunlardır:
Faulkner’ın, dostu Phil Stone’a verdiği The Lilacs adındaki 1920’lerden bir şiir kitabı. Günümüze kalan birkaç nüshasından yalnızca dördünün incelenebildiği Marionettes adındaki 1920’lerden kalma bir oyun. Helen Baird’e 1926’da armağan edilen iki kitapçık; bunlardan biri Mayday, öteki Helen: A Courtship başlığını taşıyan ve onaltı şiirden oluşan ilginç bir derleme.
Yine 1926 yılından, Estelle Oldham Franklin’e ithaf edilmiş, kısa düzyazı parçalarından oluşan Faulkner’ın daha önceleri birini yayımladığı Royal Street.
Bu yapıt “Helen: A Courtship” gibi resimlendirilmemişti ama, Mayday gibi pek çok paragraf girişinde renkli büyük harfler bulunuyordu. Faulkner’ın tanıdıklarının sözünü ettikleri ve tanımladıkları üç el yazması kitapçığın şiirlerden oluştuğu söylenmektedir:
Bunlardan birini Memph’s’te bir adama armağan etmiş, biri Faulkner tarafından Missısippi Üniversitesi’nde dostu olan bir öğrenciye 15 dolara satılmış, hakkında daha çok ayrıntının anımsandığı diğer kitapçık ise Faulkner’ın dostu olan, ara sıra şiirlerini okuduğu ve resimlerini gösterdiği bir kıza armağan edilmiştir. Kız, yapıtlarından bazılarına sahip olmak istediğini söyler söylemez, Faulkner’ın ona beş ya da sekiz tane şiirden ve bir sayfalık teatral diyalogdan oluşan bir kitapçık yaptığını anımsamıştır.
Ev yandığında ortadan kaybolan bu kitapçığın içindeki çalışmaların her biri için Faulkner’ın siyah mürekkeple resimler çizdiğini, “The Asphodel” ya da “The Asphodels” başlığını koyduğu şiiri için; vazo ya da çiçeklikten bir bitki gibi filizlenen ince bir kadın figürü yaptığını da anımsıyordu.
Kaybolan bu üç el yazması kitapçığa ek olarak, Phil Stone’un sözünü ettiği, Faulkner’ın zaman zaman doğum günü ya da başka nedenlerle armağan olarak verdiği ve Stone’un evini yerle bir eden yangından sonra yitirilenler de bulunuyordu.
İlgi çekici, tek perdelik bir oyun olan Marionnettes, kitlelerin eline geniş çapta ulaşan Faulkner’ın ilk el yazması kitapçıklarından biridir. Sınırlı sayıdaki basımı 1975’te Virginia Üniversitesi Yayınevi’nden çıkmıştı. Daha sonra Mississippi-Oxford’daki Yoknapatawha yayınevi oldukça gösterişli bir tıpkı basımını yaptı. Yakın bir zamanda da Virginia Üniversitesi yayınevi yeni bir baskısını çıkardı.
1950’de William Faulkner’ın annesi bana oğlunun 1929’de yok pahasına birkaç nüshasını sattığı Marionettes’in bir nüshasına yüz dolardan daha fazla para teklif edilmesi karşısında duyduğu keyifli şaşkınlığı anlatmıştı. 1975 yılında yaşıyor olsaydı herhalde kadının şaşkınlığı çok daha büyük olacaktı, çünkü o yıl Marioanettes’ in bir nüshası 34.000 dolardan satıldı. Bu nüshanın eski sahibi birkaç yıl önce pek üzerinde durmadan iki kere bana yapıtı -o sıralar elimde olan Marionettes’ in öteki nüshası ile karşılaştırma yapmam isteğiyle- postaladığı için en azından ben çok şaşırmıştım.
Faulkner’ın bu uğraşısının ilk yıllarında ve hemen öncesinde diğer yazarlar da onun yaptıklarına benzer kitapçıklar ortaya çıkardılar. Sözgelimi James Joyce bir ya da birden çok kitapçık yazdı. Faulkner’ın yazın kadar resim ve çizime duyduğu ciddi ilgi aklımıza geldiğinde, böyle armağanlar alacak yeterli parası olmadığı ve yayınlanması için gerekli yatırımı yapamadığından, dönemin küçük boyutlu el sanatlarıyla da ilintili bu kitapçıkları yapmış olması oldukça doğal görünüyor.
Mayday, Faulkner’ın belli başlı yapıtlarıyla en yakın bağları kuran el yazması kitapçık olmasının yanısıra, bildiğim kadarıyla, küçük çapta eşsiz bir yapıttır. Yukarıda sözü edilen diğer kitapların bazıları Faulkner’ın siyah mürekkeple yaptığı çizimleri içermektedir; örneğin Marionettes içinde bunlar etkileyici bir biçimde karşımıza çıkmaktadırlar, ama Mayday içinde yer alan üç sayfalık suluboya resim, Faulkner’a ait renkli illüstrasyonları içeren ve sağlam olarak elimize ulaştığı bilinen tek kitapçıktır.
Bir kaç yıl önce Faulkner tarafından resimlendirilmiş bir kitapçığı gördüm-The Lilacs; bu, yukarıda adı geçen Faulkner’ın Phil Stone’a armağan ettiği kitapçıktı. 1940’ların başlarında Stone’un yangınla kül olan Oxford’daki evinde bulunmaktaydı.
Faulkner’ın romanlarını daha iyi anlayabilmem için 1948’de bana cömertçe ve uzunca bir süre yardım etmeye çalışan Stone, 1950’lerin başlarında Faulkner’ın acemilik dönemi yazılarının kimi artıklarını bulma umuduyla eski evi içinde araştırına yapmama izin verdi. Hemen hemen on yıl önce evi yerle bir eden yangın mahallinden Bn. Stone ile birlikte nemli, ateşten kavrulmuş destelerce kağıt yığınıyla ayrıldık; Stone’ların arka avlusunda kurutmak amacıyla yere serip ayırdığımda 470 sayfadan çok tutan, Faulkner’ın ilk dönem yazılarıyla ilgili kağıtların arasında kötü bir biçimde yanmış bir kitapçık ortaya çıktı. İçinde en azından dokuz şiiri vardı, Faulkner tarafından el yazısıyla yazılmış ve ciltlenmişti; imzası atılmış, The Lilacs adı verilerek, 1Ocak 1920 tarihi düşülmüştü. Metnin ilk sayfasının karşısında yangından kavrulmuş bir kağıt üzerinde renkli bir illüstrasyon vardı, ancak bu küçük resmin tamamı sonsuza dek yitik kalacaktı.
Resim ve çizim William Faulkner’ın daha çocukluk yıllarında ilgisini çekmişti. Bu tür bir sanatçı olabilme ereğiyle edebiyatın yanında grafik sanatlarıyla ilgili bir meslek düşünmekteydi. Annesi bana onun daha genç yaşlarda çizime ilgi duyduğunu ve buna karşı bir yeteneği olduğunu anlattı. Konuyla ilgili öteki delillerin yanısıra, çocukken Oxford kasabasında caddeleri sulamak için yeni bir itfaiye arabasının kullanılmaya başlandığı sıralarda yaptığı bir taslağın da sözünü etti. Bu karmaşık aracın işleyişini seyredip heyecanla eve gelmiş, ve ailesine büyük bir coşkuyla tarif etmişti. Anlatımının yetersiz kaldığını anlayınca hemen oracıkta arabanın sübapları, su püskürtme hortumlarıyla annesinin şaşkınlıktan ağzını açık bırakacak denli ayrıntılı bir resmini çizivermiş. Bununla birlikte, annesi, esas ilgisinin artık yazı yazmaya kaydığı için ilk yıllarda onu resim ve çizime çok fazla zorlamış olabileceğini söyleyip durdu.
Faulkner on dört yaşında ülke çapındaki bir dergiye bir çizimini göndermişti. Lisede iken bir çok çizgi romanlar yaptı; eski bir sınıf arkadaşı, Bn. Frederick V.B. Demarest, bunları saklamış ve yirmibeş yıl önce fotokopilerinin çekilmesine izin vermişti.
1917 Mississippi Üniversitesi yıllığı için yaptığı bir çizim, bu türde bilinen basılmış ilk yapıtıdır. New Haven Connecticut’dan yazdığı mektuplarda birkaç taslak çizim vardı; daha sonra 1918 yılında R.A.F. eğitimi için Kanada’da bulunduğu sıralarda okul defterlerine pek çok çizim yapmış, bir düzineden fazlası da Toronto’dan attığı mektupların içinden çıkmıştır.
1925’te Üniversitenin bir gülmece dergisinde, 1917 ve 1922 yılları arasında çıkan Mississippi Üniversitesi yıllıklarında yaptığı çalışmalar gerçekten övgüye değer yapıtlardı. Yaşam öyküsünü yazan bazıları bilmez: 1921’de New Haven’da oldukça acı dolu birkaç haftalık konukluğu sırasında Faulkner yazma eylemine ciddi ciddi sarılmıştı; yazdıklarıyla yayınevlerinde bir yer edinmeye çalışıyor, aynı zamanda çizim yeteneklerini, özellikle kurşunkalem ve kreyon (mumboya) ile geliştirmek için ciddi bir çaba harcıyordu. O yılı New York City’de geçirdiği sıralarda çizim üzerine daha çok şey öğrenmek için bir gece sanat okuluna gitmeyi tasarladığını Lord Taylor’daki kitap bölümü müdürünün çizimlerini satmasının daha kolay olacağını sezdiğini bildirmişti. Faulkner, bir yazar olarak kendini geliştirirken bir yandan da çizimler yaparak özellikle reklamcılık dalında para kazanmayı umduğunu açıklamıştı.
Annesinin evindeki tavan arasında, üzerinde adının yazılı olduğu siyah, madeni bir sanatçı kutusu vardı; annesinin bana anlattıklarını göz önüne alırsak, bu kutuyu yaşamı boyunca kullanmış olmalıydı. Daha sonraki yıllar birçok mektubunda ustaca çizimler yapacaktır. Ama 1926’da suluboya ve eskizlerle Mayday’ i resimlediği zaman, artık profesyonel sanat yaşamını çizim ve resime adamayı düşünmüyordu.
Mayday’ i Helen Baird’e verdiği yıl, yine ona armağan ettiği “Helen:A Courtship” içinde “Bill” başlığını taşıyan bir şiiri yer almaktaydı. Onda, “Yüreğinin tüm düşünün /ilk ve son kez/gözlerini ışık ve boşlukla beslemek” olduğunu, “Oysa dillerin armağanıyla kargışlandığını” yazmıştır. Bu gerçeği daha ince bir dille 1925 yılında bir gazetede ifade etmiş, “Out of Nazareth” de New Orleans’lı dostu Spratling’in “elinin bir fırça gibi biçimlendirildiğini, benimkinin ise (ne yazık ki!) böyle olmadığını” yazarak, “benim ekmeğim, içeceğim, etim sözcüklerdir” diye eklemiştir.
Bundan böyle çizim ve resim çalışmaları yalnızca özel, kişisel kullanıma yönelik olacak ailesi, dostları ve Mayday’ de Helen Baird için yapacaktır.
Faulkner, Helen Baird ile 1925 yılında New Orleans’ta tanıştı ve tanışır tanışmaz aşık oldu. Helen Baird, 1954 ve 1962’de ama onun kendisine evlenme teklif ettiğini söyledi. O ise teklifini geri çevirerek 1927’de Guy Lyman ile evlenmişti. Bir kadına evlenme teklif edip de onun bir başkasıyla evlenmeye karar vermesi, Faulkner’ın başına ikinci kez geliyordu:
19l8’de de Faulkner Oxford’dan Estelle Oldham ile evlenmeyi tasarlamışlardı. O sıralardaki yakın arkadaşlarından biri, Faulkner’ın 1920 noelinde armağan olarak Marionettes’ in bir nüshasını verdiğini, evlenme cüzdanı çıkarttıklarını bana söylemişti. Ancak ailesel ve diğer baskılardan dolayı tasarıları suya düşmüş; Estelle Oldham, Cornell Franklin ile evlenmişti. O ve Faulkner, 1989’da kadın kocasından boşandıktan sonra tekrar evlenmeyi isteyeceklerdi; ama Estelle ilk kocasıyla Doğu’da iken, Faulkner 1925 ve 1926’da New Orleans ve Mississippi kıyısında Helen Baird ile başarısız bir duygusal ilişki yaşamaktaydı.
Faulkner’ın Helen Baird’e tutulmasını daha sonra ona yazdığı mektuplardan, dostlarından üçünün ve akrabalarından birinin anımsadıklarından, -ve edebiyat açısından en önemlisi- romanlarından ele aldığı Helen Baird’e değgin anılarında ve ona beslediği duygularda açık açık ortaya koymuştur.
Helen Baird’e duyduğu hüsrana uğramış aşk deneyiminin bir kısmını yine Mayday gibi Helen’e ithaf ettiği ikinci romanı Mosquitoes’ da Patricia adlı kızın kimliğinde anlatmıştır. Faulkner, bu romana bir yazar olarak kendi kişiliğini kattığı gibi, kendini aynı zamanda romandaki genç tayfanın yerine de koymuş, Patricia’ya umutsuzca tutulup, onunla birlikte sivrisinekler arasındaki bataklık yolculuğuna çıkmıştır. Faulkner, tayfanın adını “David” koymuştur; roman kurgusu içinde birkaç kere onu psikolojik olarak otobiyografik bir kişiliğe uygulamıştır. Ama Faulkner’ın Helen Baird’e duyduğu aşkı en anlamlı biçimde anlattığı yapıtı 1939’da yayınlanan The Wild Palms’ dır.
Mayday’i yazdıktan sonraki yıllar içinde Faulkner, kimi zamanlarını onunla ve kocası Guy ile geçirmekteydi. Bu birliktelik 1925’te oluşan duyguları genişletti, öteki deneyimlerinin etkilerini de buna katarak The Wild Palms’ın eleştirel değerinin bir hayli yükselmesine katkıda bulunan derin acıyı ifade etmesine yardımcı oldu.
Faulkner, romanın son sahnelerine, 1920’lerde Helen’i tanıdığı Mississippi Körfezi kıyısında Pascagoula kasabasındaki Charlotte Rittenmeyer ve Harry Wilboume’ı (roman kahramanları olarak) koydu.
Gerçi Helen Baird Lyman doğal olarak kocasını ve çocuklarını terketmedi, ne de Charlotte’un Harry ile girdiği türden bir ilişkiye yanaştı. Faulkner Charlotte’a, Helen’in sevdiği fiziksel özelliklerinden bir kısmını tıpkı sanatsal etkinliklerinden olduğu gibi ve onda alımladığı karşı konulmaz çekicilik ile hırçınlığı verdi.
Bir zamanlar Helen’i bir “alev” olarak düşündüğünü söyledi ve sanırım Charlotte Rittenmeyer’de Walter Pater’in meşhur öğüdü ile yaşamaya çalışan bir kişilik yarattı. The Wild Palms ile ilgili eleştirilerin çoğu Charlotte’u oldukça ayıplamaktadır; her ne kadar gereken ayrıntılarıyla izlenecek bir yazı değilse de, bu hüküm yeniden gözden geçirilmelidir.
1963’de Bn. Meta Wilde, William Faulkner ile olan ilişkisini ayrıntılı olarak anımsayarak, bana çok değerli bilgiler vermeye başladı; ondan gelen mektupları okumamı sağladı ve yaşamıyla ilgili soruları fazlasıyla yanıtladı. Hatıraları ve Faulkner’ın ona yazdığı mektuplar, The Wild Palms’ ın sonunda Harry Wilboune’un duygu yoğunluğunun Faulkner’ın içinde bulunduğu durumdan kaynaklandığını açıklığa kavuşturdu; çünkü Faulkner Meta’ya umutsuz ve büyük bir tutkuyla bağlıydı, Meta ile tanışmadan önce romanın büyük bir bölümünü kafasında hazırlamıştı, bunları yazmakla daha önce Helen’e duyduğu imkânsız aşkın anılarını da su yüzüne çıkarmış oluyordu.
Bunu başarmakla bir hayli yol katetti: 1939’da The Wild Palms içinde Harry Wilbourne’un ve Charlotte’un anılarını sevgiyle, hayranlıkla belleğinde tutma kararıyla intihardan vazgeçişi, Faulkner’in James Branch Cabell’e çok şey borçlu olan bir alaycı ifade 1926’da ortaya çıkardığı Mayday’ daki Sir Galwnin aşk hakkındaki düş kırıklığı ve intiharından çok uzaktadır.
Bundan yıllar öncesini anımsayan okurların çoğu Mayday’in Cabell’in romanına çok şey borçlu olduğunu hemen anlayacaklardır. Faulkner’ın Mayday’ i Helen Baird’e bir armağan olarak hazırladığı sıralarda, Cabell’in ünü doruktaydı. 1925’te Carl Van Doren şöyle demişti:
“Bu yüzyıl içinde klasik denilebilecek bir Amerikalı roman yazarı varsa, o da Cabell’dir.” Benjamin de Casseres, Cabell’i “Bir Amerikan Rönesansının Prometheus’u” diye adlandırdı.
Faulkner üzerinde, şimdiye dek kitaplara geçmemiş, belirgin bir etkisi olan New Orleans’dan kültürlü dostu John McClure, Times - Picayune’ nin yayın yönetmenliğini yaptığı sıralar meşhur bir kitabın içine 1925’te “Bay Cabell belki de çağımızın bir avuç insanından birisidir ... gelecek kuşakların onu tanıması gerekir” diye yazmıştı. Derken Cabell’in ünü aniden yitiverdi. 1925’de John Maclure bile onun “yükselişi ve düşüşünü” yazdı. İlk dönem yapıtlarındaki yozlaşma tohumları yerini yabanıl otlara bırakmışu. Oysa Faulkner Mayday’i yazdığı zaman Cabell’in şöhreti güvenli bir noktada görünüyordu.
İlk kez 1905’te basılan, 1921’de yeniden gözden geçirilen The Line of Love’ın içine Cabell, en iyi bilinen yapıtının bir ana izleği olacak şeyi koydu: "İdeal aşk hiçbir zaman sonsuza dek sürmez; ister seven kişi kazansın, isterse sevilen kaybetsin." Yeni bir görüş olmasa da, bir örnek oluşturması bakımından yalnız antik çağ yazınını değil, nitelikli geç dönem şiir sanatını da bir yana koyarsak Emerson’un “Each and All” daki şu dizeleri örnek olarak gösterilebilir:
"At last she came to his hermitage,
Like the bird from the woodlands to the cage;
The gay enchantment was undone,
A gentle wife, but fairy none, "
“En sonunda onun kutsal mezarına geldi,
Ağaçlardan kafese giren bir kuş gibi
Geriye birşey kalmadı şen büyüden.
iyi bir eş, oysa eser yoktu o periden”
Cabell, dikkatini yıllarca bu görüş üzerinde topladı. 1950’lerde Cabell’in ününü canlandırmaya çalışan Edmund Wilson, övgü dolu bazı sözler söyledi, ama “Bana benimsenmesi hep oldukça güç gelmiş olan Cabell’in yazılarındaki izlek ... yani onun ilk gençlik düşlerinde, ideal ve güzel kadınlara duyduğu bitmez tükenmez nostalji” diyerek, onu yerici biçimde eleştirmişti.
Öte yandan Mayday üzerine yeniden eğilmesiyle, Cabell’in en çok bilinen izleği, Helen Baird ile olan çıkmaz ilişkisi nedeniyle 1926 yılı başında Faulkner’ın işine yaramış olmalıdır: Ondan çok, Faulkner kadına ilgi duyuyordu ve Faulkner bu yılgı verici durumu acıklı buluyordu.
Bn. Margery Gumbel bana, Faulkner’ın Mayday’i yazmadan önceki yıl New Orleans’ta, Helen Baird’in ilişkilerindeki sorumsuzluğu üzerine konuştuklarını anlattı.
Daha sonra Bn. Edward Martin ünvanını alan Helen’in teyzesi, 1926’da Pascagoula kumsalındaki evinin yanındaki bir kulübede Faulkner’in The Mosquitoes’u yazarken, Helen’in yokluğunu hissettiğini ve bunu da tutkuyla, elemle anlattığını anımsadı.
Bir kaç yıl önce, 1919 ile 1922 yılları arasında, Stone’un ailesine ait bir avukatlık bürosunda çalıştığı Mississippi Charleston’da Faulkner; Phil Stone’u sık sık ziyarete gittiği sıralar, genç bir kadına aşık olmuştu. Sevgisine karşılık alamayınca, Faulkner duygusal bir çöküntü içine girdi. Ama Stone’a, o başka türlü idealize ettiği kişinin, türümüzün düzenli olarak tekrarlanan en az romantik edimini yaparken görüntülerini zihninden geçirip, kendini iyileştirdiğini söyledi. Daha yüksek bir düzeyde ele alıp Mayday içinde Cabell’in izleğini ve alaycı tarzını benimseyerek, Helen Baird’e duyduğu aşktaki başarısız akibeti ile gelen acıyı aynı şekilde kovmaya girişmiş olabilir.
Mayday gibi, Cabell’in The Line of Love’ ının büyük bir bölümü de, yine Mayday gibi, masalların çoğunun Ortaçağ’da geçtiği, önceden anlatılmış bir “masalın” yinelenmesinden oluşmuştur.
The Line of Love’ da olay, “Nisan’ın sona erdiği gün, “Walburga Arifesinde” başlar ve Faulkner’ın Mayday’i gibi bir anda Mayıs’ın ilk gününe geçer; “yeni başlangıçlara sahne olacak günün” geleneksel bölümleri olmayan, trajik ögelere sahiptir: The Line of Love’ da Mayıs gününde aşk kadar ölümden de söz eden bir şarkı söylendiği zaman, bir delikanlı buna, “çok aptalca, karamsar eski bir şarkı” der. Sonra delikanlı zamanın akıp gittiğini, öte yandan bu büyü ile gençliğini korurken, otuz yıl önce evlenmeyi düşündüğü kızın, “evlenip çoluk çocuğa karışmış, orta yaşlı heybetli bir ev kadını” olduğunu öğrenir. Gerçekten Adelaide’si olup olmadığını sorduğunda kız:
“Evet, etiyle teniyle ta kendisi, zavallı yavrucak, bu çok şeyi açıklıyor.” diye yanıtlar. Kendisi büyünün etkisi altındayken başkasıyla evlendiği için onu sadakatsizlikle suçlar; kız da doğal olarak birlikte olsalardı “tıpkı şimdiki gibi olacağını, kendisinin de ona bağlı kalacağını” ileri sürer.
Derken kendini hâlâ genç ve romantik hisseden adam, eski nişanlısının kızına aşık olur, başına gelenlerden hâlâ ders almadığı için de, bunun “yaşadığı sürece değişmeden kalacak bir aşk” olduğuna inanır. Bu genç damatla gelinin hikayesi Cabell’in The Line of Love’ da sürekli yinelediği, sonraki kitaplarında da kullandığı bir motifle sona erer: Kadınla erkek evlendikten sonra aşk uçup gider, oysa o “kadını yaratmıştır, kadınlar mazbut bir kocaya aittirler.”
Faulkner’in dostu Dashiell Hammett, The Dain Curse’ deki karakterlerden birinin ağzından “Tahta at Troya için neyse, Cabell’in romantizminin de aynı anlama geldiği” söyler.
The Line of Love’ ın diğer bölümleri, Faulkner’ın Mayday’de yinelediği düş bozumuna uğrama izleğinin çeşitlemelerini sergiler; ama Cabell bu kitabı ve diğerlerini, Faulkner’ın Mayday’de yaptığından (bunun nedenleri ileride tartışılacak) daha az kötümser bir yoldan sona erdirir.
Cabell’in burada ve sonraki romanlarında yer alan kahramanları yaşamın gerçekliğini kabullenirler, oysa Faulkner’in Sir Galwyn’i kendi canına kıyar. Cabell, “aşkın hüsranına uğramadan yaşamanın, durmadan yer değiştirmek ve kaçak yaşamak anlamına geldiğini” ve “bu akıldışı, geçici boyun eğişin de yaşayan bir canlının elinden gelen en yüce, daha doğrusu en zorunlu eylem” olabileceğini öne sürerek “The Line of Love”ı bitirirken, Faulkner’ın 1939’da yazdığı The Wild Palms’ da yer alan ama 1920'lerin ortasında kaleme alınmış Mayday’de bulunmayan bir duruma değiniyordu. Kuşkusuz Faulkner Mayday’in içine, Cabell’in sonradan yayımlanan bazı alaycı allegorilerinden parçalar koymuştu; ama The Line of Love’ı okumuş, hatta buradan çıkardığı bir adı Mayday’in içine koymuş olması olasılığı da vardır.
The Cream of the Jest - ilk kez 1917’de yayımlanmış, 1922’de yeniden gözden geçirilmişti ve Cabell’in en gözde romanları arasında yer alıyordu. Mayday’in ana ögelerinden birini barındırır içinde: Cabell’in, daha çok ulaşılmaz ideal kadını Etrarre’ın yer aldığı düşlerde yaşayan bir yirminci yüzyıl kahramanı olan Kennaston, romanın sonunda Ettarre’ın elleri ona doğru uzandığında “sanki evren çevresini kuşatıyormuş gibi” gelir ve bu son düşünde Ettarre’ın ona ölüm biçiminde yaklaştığını düşünür, bir yandan sevinir bir yandan da ödü kopar.
Oysa, sonunda ırmağın içinde ölüm ile birleşen Mayday’in Sir Galwyn’inden farklı olarak Kennaston, Ettarre ile birleşmez, gerçek yaşamındaki karısıyla halinden memnun, yaşamını sürdürür.
Mayday’deki diğer ögeler The Cream of the Jest’te de ortaya çıkar; ama tüm bu yapıtların daha kesin kökeni Cabell’in Jurgen’idir. Faulkner, Mayday’i bitirmeden bir yıl önce tamamladığı ilk romanına bu yapıttan doğrudan alıntılar yapar.
1922’de tamamlanan Jurgen, yankılar uyandıran bir sansür davasıyla üne kavuşmuş, Cabell’in en çok tanınan romanlarından biridir. Jurgen ve Mayday’ in pek çok ögesi özdeştir: Olay örgüsü, kinayeli alaylar, dalga geçercesine yapılan anakronizmalar, her kahramanın bir “gölge”, bunun dışındaysa “hiç” oluşu, yaşamın olabildiğince yalnız düşlerden oluştuğu, bir kez elde edildikten sonra erkeği can sıkıntısından ahlayıp oflatan efsanevi kadınların (Jurgen’ in Guenevere’si, Sir Galwyn’in Yseult’u) aşkları, kahramanların gerçekte neyi istediklerine değgin ikircimleri, insana benzemeyen ürkünç kadınlarla girişilen aşk maceraları (Jurgen’ in ayla ilintili Göl Kraliçesi, fareyle yarasa arası tuhaf yaratıklardan oluşan bir mürettebatın yönettiği bir geminin sahibesidir; Sir Galwyn’in Prenses Aelia’sı sabah yıldızıyla bağdaştırılır ve yunuslann çektiği bir arabanın sürücüsüdür), kahramanların kendilerini önemli hissetmesi, ölümlü yeteneklerini kıskanan ölümsüz kişileştirmelerle sürdürülen zaman hakkındaki, olmadık yerlerde saçlarının durumundan dem vuran kadınlar, kitabın sonunda tanıdıkları kadınlarla son kez karşılaşan Jurgen ve Sir Galwyn’in başlangıçtaki sahnelere dönmeleri ve iki kitabın başında ve sonunda yer alan tümcelerin benzerlikleri: “Tüm bunlar çok eskilerde kaldı.”
Jurgen’ deki kahramanın delici mızrağına yapılan sürekli göndermelere benzer kösnül, pornografik ögelerden yoksundur Mayday; öte yandan sonuç bölümleri arasındaki ayrım daha çok göze batar. Cabell, The Cream of the Jest ve öteki romanlarında olduğu gibi Jurgen’de de kahramanın sorununu iyimser bir çözümle noktalamıştır. Jurgen gençlik dolu, sihirli bedenini tüketerek gönül serüvenleriyle yıllarca diyar diyar dolaşıp durduktan sonra yine başlangıçtaki orta yaşlı adam olur; ama serüvenler bir bakıma değiştirmiştir onu: Sürekli olarak vurgulanan duyumsallık kadar idealize edilmiş romantik aşk konusunda da gerçeği görerek, on yıllık karısıyla pek çok şeyi paylaştığını anlayıp sonunda kendi isteğiyle durulmuştur.
Oysa Faulkner Mayday’de Sir Galwyn’i böylesi bir iyimser uzlaşma içine sokmaz, kahramanını ırmağın derinliklerine gönderir.
Cabell’in romanlarında yer almayan, sözü geçen diğer ögeler gibi Sir Galwyn’in intiharı da hiç kuşkusuz Mayday ile Faulkner’ın ilk başyapıtı The Sound and the Fury arasındaki bağlantılardan dolayı gerçekleşmiştir.
Görülüyor ki Faulkner, Mayday’i yazarak yalnızca Helen Baird için bir armağan hazırlamakla kalmamış - çünkü sanatçı her zaman sanatçıdır - The Sound and the Fury’i biçimlendirdiği ilk dönemlerle ilgili olarak romanın küçük bir üçgenini yazma fırsatını da bulmuştur.
Kimi zaman duygusal olarak ileri sürülen düşünceye ve ortak kanıya göre Faulkner I928’e dek The Sound and the Fury’ yi yazmaya başlamamıştır (ya da en azından 1927’ye dek, çünkü 1926’da ortaya çıkan Mayday ile bağıntısı düşünülürse çok geç bir tarihtir).
Oysa önceden elimizde bulunmayan ve bunun aksini kanıtlayan deliller vardır. Sonraları William Spratling’in doğruluğu su götürür anıları ve elimize geçenlerin yayımlandığı Paris’ten tek tük yazdığı mektupları dışında Faulkner’ın, 1925’te Paris’te geçirdiği aylara ait fazla birşey bilinmiyor.
Faulkner’ın Paris’te dost olduğu, sık sık birlikte yemek yedikleri ve şehrin içinde uzun yürüyüşlere çıktıkları biri vardı. Bu dostu (önce Jacob caddesinde, sonraları Serrandoni’deki otel odasında kalan) Faulkner’ı almaya gelip de bulamadığı zamanlar, bir yandan onu beklerken bir yandan da onun izniyle yazdıklarını okumaktaydı.
Bana Faulkner’ın üzerinde çalıştığı bir yapıttan söz etti; okuduğu şey bir kız ile iki erkek kardeşinin başından geçenleri konu alıyordu ve bu da sonradan The Sound and the Fury haline gelmişti. Konuştuğumuz her konuda kusursuz bir belleğe sahip olan dostunun burada yanılmış olabileceğini düşündüm. Okuduğu, Elmer Hodge üzerine 1925’te yazmaya kalkıştığı ama Faulkner’ın bir türlü bitiremediği bir romandan alınmış parçalardı.
Buna 1950’lerde Faulkner’ın editörü Saxe Commins’in konuğu olduğum sıralarda görmüştüm. Faulkner’ın Mississippi’den Princeton’daki Commins’in evine getirdiği pek çok elyazmasının bulunduğu bir kutudan çıkarmıştı. Ama Faulkner’ın dostu ona ayrıntılarıyla anlattığım Hodges ailesi ya da Elmer adında birine ait hiçbir şey okumadığını söyleyerek, yayımlanmasından dört yıl sonra The Sound and the Fury’ i okuyunca I925’te Faulkner’ın Paris’teki odasında neler gördüğünü açık seçik anımsadığını da ekleyerek, sorumu es geçti.
Oysa daha önceleri yaptıkları yürüyüşlerden birinde -bunlardan biri Meudon Ormanı’ndaydı- Faulkner’ın yazmak istediği iki aileden sözettiğini söylemişti bana. İlk aile iyice yoksullaşıp oradan oraya göç ediyor, çocuklarını, en küçükleri dışında, terk ediyordu. Sonunda baba petrol buluyor, oğlu da bir ressam olmaya çalışıyordu. Eskiden hali vakti yerinde olan diğer ailenin başı derde giren ve evden kaçan bir kızı, intihar etmeye kalkışan, dolandırıcı, zihinsel özürlü bir de oğlu vardı. Kuşkusuz ilk aile "Elmer el yazmaları"ndaki, ikincisi ise "The Sound and the Fury" dekidir.
Herhalde söz sanatçıların yaratılarına nasıl ve ne zaman “başlamaları” gerektiği konusuna gelince, herkesin bu konuda naiflikten kaçınmak için çaba harcaması gerekir.
Bernard De Voto bir yazarın, üzerinde “Yazar işbaşında” yazılı bir levhayı yirmidört saat takması gerektiğini vurguluyor; sözgelimi, burada küçük bir tartışma zemini açmak gerekirse, Faulkner A Fable’ a (1954) 1918’de New Haven’da, The Brick Row Kitabevi’nde William Aspenwall Bradley’i dinlerken “başlamıştı”. F
aulkner’ın The Sound and the Fury’ ye nasıl başladığı üzerine hep yinelenen ortak kanıya ait naif yorumlar bulunmaktadır elbette: Önce Benjy’nin bölümünü ele almış, yetersiz olduğunu düşünerek Quentin’in bölümünü yazmış, sonra belirsizlik izleğine devam etmiştir. Tanınmış, son derece zekice yazılmış iki eleştiri, Faulkner’ın açıklamalarına dayanarak onun kompozisyon uygulamasının ve sonuçta ortaya çıkan romanın ne kadar rastlantısal olduğunu belirtmişlerdi.
Bununla beraber, Faulkner’ın soru ve yanıt bölümlerini aktaran söyleşilerinde dediklerine inanmak gibi büyük bir risk göze alınacak olursa, var olabileceği düşünülen parçaları ve 1928’te Paris’teki odasında dostunun okudukları bunlardan biri olabilir. Ama burada bu riski göze almak gereksizdir.
Mayday ’in "The Sound and the Fury" deki Quentin Compson’un monologlarıyla ortak pek çok yönü olduğu apaçık ortadadır. Her iki kahraman da, Sir Galwyn ve Quentin, öyküye başlamadan önce geceyi yalnız başlarına geçirmişlerdir.
Her iki yapıtın da ilk bölümleri kahramanın önündeki pencerede günün ağarmasını betimleyerek başlar. Mayday’in açılış paragraflarındaki bazı tümce dizinleri 1929’daki basılı metni gözden geçirmeden önceki The Sound and the Fury’nin el yazmalarında Quentin’in giriş monologundaki tümce dizinleriyle özdeşti.
Daha başlangıçta Sir Galwyn ve Quentin’in düşlerinlerinde bir kız vardır: Şövalye için o, kızkardeşi ölüme dönüşen “Uzun, pırıl pırıl saçlı” biridir; Mississippi’li içinse, bir bakıma kendi ölümü olan kızkardeşi Caddy’dir.
İki delikanlı da öykülerinin içinde bıkmadan usanmadan dolaşır dururlar. Gerçi Quentin karanlık basınca amacının ölmek olduğunu önceden beri bilmektedir. Sir Galwyn ise ne aradığını bilemez ama sonunda o da amacının ölüm olduğunu bulgular.
Quentin Assisi’li Aziz Francis’i düşünür, Sir Galwyn onunla yüzyüze konuşur iki kez. Quentin bir söyleşilerinde babasının ona “zaman akıcı olduğu için yaşam anlamsızdır” dediğini anımsar. Sir Galwyn de adı "Zaman" olan tuhaf bir yabancıyla karşılaşır, yabancı Sir Galwyn’e, Bay Compson’un Quentin’e verdiği nihilist mesajın benzerini verir ve iki kahraman da bir nehirde boğulup giderler.
Mayday ve The Sound and the Fury arasında ilgi çekici bir başka bağlantı da, Sir Galwyn’in yol arkadaşları -Açlık ve Acı- ile Quentin Compson’un dostları olan "monologçular" -kardeşleri Benjy ve Johnson’arasındaki benzerliklerdir. Bu ilişkinin geçmişini irdelemek ve tartışmak gerekiyor burada.
Birçok Faulkner okuyucusu, ilk eleştirilerin ve sonraki izleyicilerinin ışığı altında, romanlarının belli başlı, hatta biricik işlevinin genel olarak Güney’de ve Mississippi’de geçen yaşam üzerine bilgi vermek olduğunu sezinlemiştir.
Kısa bir süre önce Michigan’da yetenekli bir üniversite öğretmeni, Güney’i daha iyi anlamaları için öğrencilerine Faulkner’ın romanlarını ödev olarak verdiğini anlattığında çok şaşırmıştım. Faulkner bütün yaşamının bir parçası haline geldiğini bilerek, yapıtlarının çoğunu buraya dayandırmış ve Mississippi üzerine yazmıştır doğal olarak. Bu yüzden romanının tüm bakış açısını belgesel, yöresel ya da izleksel olarak enine boyuna göstermek, akla oldukça yatkın geliyor.
Görünen tek yanlış, en iyi romanlarının yöresel, izleksel ya da tarihselin ötelerine geçtiğinin farkedilememesidir. Böyle olmasaydı şimdi onun yapıtlarını okuyor olmazdık.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Camus ve arkadaşları Fransız yeraltı örgütünde Faulkner’ın romanına coşkuyla yönelmişler, akademi dünyasınca kabul gören ve onun Nobel Ödülü almasına yol açan yapıtlarına artan ilginin temellerini atmışlardı, çünkü yabancı bir ülkenin toplumbilimsel ayrıntılarına karşı artan bir ilgi duymaya başlamışlardı. Faulkner’ın yapıtlarında daha çok evrensel bir yön olduğunu, “bölgesel inceleme”lerden daha dolaysız ve kişisel bildiriler vermiş olduğunu hissetmiş olsalar gerekti.
Yöresel incelemeler ve toplumbilim, özgün bir yazarla karşı karşıya olduklarını kabul eder -ya da en azından bunu ortaya çıkarır. Ama özgünlük, Faulkner’ın birçok iyi romanında yüzeyde cereyan eden olaylar içinde bulunmayan bir niteliktir:
The Sound and the Fury’ deki Compson ailesinde alkolik bir baba, hastalık hastası bir ana, kötü yola düşmüş kızları ve biri geri zekâlı, biri sadist bir diğeri Harvard’da okuyan üç oğluyla yüzyüze geliriz.
Absalom, Absalom’daki Sutpen ailesi hiç de özgün değildir; Light in August’ daki esas kişilik, Yüce Hightower, tüm yaşamını gerçekte olmayan askeri bir at koşumuna adamıştır; bu, sessiz Jefferson caddesinde her öğleden sonra olagelen mesai çıkışının hayhuyunu canlandırır onda.
Öte yandan As I Lay Dying’ deki Mississippi özelliklerini taşımayan Bundren ailesi cenaze için dokuz gün beklemiş, ardından sel, yangın ve sinek sürüsünün akibetine uğramıştır. Faulkner, 1956’da şöyle demişti: “As I Lay Dying gibi, romanlarının içinde sunduğum toplumbilimsel manzara üzerine konuşulanları duymak beni adeta eğlendiriyor …”
Faulkner’ın romanlarının birçoğu toplumbilimin ötesindeki konularla ilgilidir, Mayday’ de ise şimdi irdeleyeceğim yöne işaret etmektedir bir bakıma.
Faulkner bu el yazması armağan kitapçığı hazırlamakla başyapıtlarından birinin, The Sound and the Fury’ nin ilk aşamaları sırasında zaten aklında olan bazı ögeleri kullanarak belki de zamandan kazanmış; ama bir bakıma da bu romanın son biçimini almasına katkıda bulunmuş olabilir: The Sound and Fury, Faulkner’ın Joyce’un romanı Ulysses’den öğrendiği yöntemleri kullandığı allegorik bir yapıttır.
Bu yöntemler yüzeyde geçen öyküyü Zola’nın herhangi bir romanı kadar gerçekçi kılmakta, öte yandan yüzey ile belirgin bir bağı olsa da, daha derinlere inerek söylensel ya da yazınsal bir yapıtın ögelerini (tıpkı Ulysses gibi, aslında bu Homeros’un Odysseia’sıydı) ya da öteki izlekleri (sözgelimi Ulysses’deki bir kahraman aslında insan anatomisinin bir haritasını verir) içinde barındırmaktaydı.
Zola romanlarından birine Cennet Bahçesi ile ilgili bir bölüm yazıyordu (işte konunun özü de buradadır) ama romanın geri kalanında gerçeklik örtüsünü bu bölümle sürdürmedi; bu, Joyce’un Ulysses’ in ana özelliği olarak gösterdiğinden tümüyle farklıdır. Joyce’un yapıtındaki bu düşünce, sözgelimi Pilgrim’s Progress’in ayan beyan allegorisine hiç benzemeyen yepyeni bir allegori türüdür.
Joyce’un Leopold Bloom’u 1904 Dublin’in tam anlamıyla gerçekçi bir kişisi ve Homeros’un Odysseia’sı ile sürekli kıyaslanan, ona ters düşen bir figürdür aynı zamanda. Bunyan’ın açık allegorik ögeleri “Bay Dürüst”, “Bay Zulüm” ve “Bay Eşitlik” ten tamamen farklıdır.
The Sound and the Fury’ de Faulkner gerçekçi bir örtüsü olan, ama altında daha çok allegoriye yer veren Joyce’vari bir allegori yazmıştı, halbuki Mayday’ de Bunyan’vâri bir allegori kaleme aldı.
Çok daha önemli bir romanın parçası olarak ve gerçekliğe gerek duymayan eski tip bir allegori olarak Mayday’in esas değeri, Faulkner’ın allegoriye olan ilgisini göstermesi ve "The Sound and the Fury" nin; su altında yatan kimi belirgin ögelerini açıkça ortaya sermesidir.
Mayday’daki yalın anlatım Faulkner’ın kimi ilk dönem eleştirmenleri ve ardıllarınca bir hayli tepki almış- benim 1952’den beri desteklemeye çalıştığım The Sound and the Fury’ deki bazı kuruluş bölümlerine yardımcı bir nitelik taşımaktadır.
1952’de İngiliz Enstitüsü’ndeki toplantıda “The Sound and the Fury’nin İçsel Monologları” adlı makale içinde, 1920’lerde savaş sonrası yazın dünyasına giren yeni psikoloji akımıyla Freudcu kavramların bu romanda Faulkner tarafından bilinçli kullanımını açıklamıştım.
Bu makale 1952 tarihli English Institute Essays’da yayımlandı, Irwin Malin’in 1965 tarihli "Psychoanalysis and American Fiction" un da, James B. Meriwether’in 1970 tarihli The Merrill Studies in the Sound and the Fury derlemesinde yeniden basıldı ve diğer iki derlemede kısaltılmış olarak yer aldı.
Burada yalnız Mayday ile bağıntısı olan, gerekli yerleri ele alacağım.
The Sound and the Furry’deki kanıtların niceliği Faulkner’ın sistematik bir biçimde Freud’un kavramlarından çıkardığı ve Freudun “Id” adını verdiği kavramı Benjy Compson için belirginleştirir; Quentin Compson için; Freud’un “Ego” kavramını, kardeşi Jason için de Freud’un “Superego” kavramını kullanır.
Joyce’un Ulysses’ de gösterdiği teknikleri kullanarak Faulkner romandaki üç kardeşi “gerçek” karakterlere ustaca dönüştürürken, aynı zamanda bu üç soyutlamanın bütün ayrıntılarıyla biçimlendirilmelerini de sağlar.
Faulkner’ın romanının temel ya da biricik değerinin Birleşik Devletler’deki özel bir bölgenin içindeki yaşamın anlatısı olduğu, içindeki çeşitli psikolojik ve felsefi bakış açılarıyla ilgilenmenin hatalı olacağı biçiminde yıllarca süregelen kanıların yol açtığı eleştiri türleri (dar bir çevreye) “indirgeyici” sözünü ona karşı çıkanların bir klişesi haline getirmiştir. Aslında, düşünülürse bunun tersinin doğru olduğu, okuyucuların Faulkner’ın bir romanı karşılığında ödedikleri paradan daha fazla şeyler aldıkları görülür.
The Sound and the Fury dört bölümden oluşur: İlk üç bölümde Compson kardeşlerin teker teker uzun birer monologu verilir. Sırasıyla; Benjy, Quentin ve Jason’ın anlatımları Freud’un ileri sürdüğü, insan gelişiminde yer alan üç aşamanın dizgesine göre yapılmıştır:
Önce Id, sonra "Ego "ve son olarak "Superego". Bu üç içsel konuşmacıyı bize bir sahneden sesleniyormuşcasına gözümüzde canlandırırsak, Quentin’in ortada, sağında Benjy’nin ve solunda Jason’ın bulunduğunu farkedebiliriz.
Faulkner, Mayday’ de Sir Galwyn’i de aynı konuma yerleştirmişti: genç şövalye “sol tarafında "Açlık" denilen ve yüz tane korkunç ağzı olan, küçük yeşil bir görüntü ve sağ tarafında "Acı" denilen kımıl kımıl yüz eli olan kızıl bir görüntü”nün yanında yer aldıkları görülür.
Duygudan yoksun bu allegorik iki figür- Faulkner’ın tüm resimlerinde karşımıza çıkar Sir Galwyn’i Mayday boyunca bir oraya bir buraya sürükler dururlar. Faulkner’ın kitapçığının sonundaki resminde, Sir Galwyn kendi mezarının ardında, sağında düz kafalı Açlık, solunda çentikli kafasıyla Acı figürleri ayakta dururlarken betimlenmişlerdir.
"Açlık", Faulkner’ın The Sound and the Fury’de Benjy Compson’un benliğinde kızkardeşi Caddy’den zevk verici sevgisinde kişileştirdiği sırada belirginleştirdiği, "Freudcu Id" in bir yansımasıdır.
Faulkner’ın Jason Compson da belirginleştirdiği Superego’nun bir yansıması ise Jason’ın bu kızkardeşe karşı olan ket vurucu tepkisidir ve onu sonsuz acılara iter. Quentin Compson tıpkı kardeşi Benjy gibi Caddy için açlık duyar ve o da kendini kardeşi Jason’ın acı dolu yöntemleriyle cezalandırır; gerçekte kendisine en yüce cezayı -ölümü- vermektedir.
Quentin’in içsel monoloğunun iki farklı biçimi de kendi içindeki bu bölünmeyi destekler; çünkü Caddy’ye duyduğu açlıkla monologu Benjy’nin biçimine yaklaşır, acı çeke çeke kendi canına kıymayı tasarladığı anda ise biçimi Jason’ın monologundakine benzemeye başlar.
Şimdi, Faulkner’ın bilinçli olarak Quentin’de vurguladığı Freudcu Ego’nun bu görünümü, açlık duyan Id ile acı çekerek kendini cezalandıran Superego arasında bir aracı durumundadır. Quentin’in sürdüremeyecek denli zayıf olduğu bir durumdur, bu yüzden suyun içinde öldürür kendini.
"Id" den dolayı çekilen açlık güçlüyse ve karşıtı "uperego"an aldığı acı dolu baskı daha da sertleşirse, zayıf olan ortadaki Ego’nun yok olacağını ileri süren Freud’un görüşlerine koşut olarak Faulkner da böylece onu izlemiş olur.
Faulkner, insan kişiliğinin yapısı üzerine Freud’un kuramlarından yararlanmasının yanısıra, Freud’un ilk kez 1920’de çıkardığı, 1922 ve 1924’te İngilizce olarak yayımlanmış olan daha pek çok felsefi varsayımlarını kullanmış olsa gerektir.
Gerek Mayday, gerekse The Sound and the Fury, Freud’ un “Eros” adını verdiği içgüdü ile ölüm içgüdüsü (ki Freud buna hiçbir zaman özel bir ad vermemiş ama sonradan öteki bilim adamları ve Helen Baird için yazdığı Mayday’ den bir yıl önce Faulkner’ın New Orleans’da tanıştığı bazı yazın dostlarınca “thanatos” diye adlandırılmıştı) arasındaki yakın çağrışımlan içinde banndırır.
Böylece, Faulkner’ın Freud’un yazılarındaki bilinçli kullanımını saptamak, onun ya da romanının, denildiği gibi, “Freudcu” bir uygulama olduğunu göstermez.
The Sound and the Fury’i yaratırken beceriyle kullandığı Freud’un tüm bu düşünceleri İngilizce olarak Faulkner’ın elinde vardı zaten ve bunlardan bilerek yararlanmıştı. Faulkner üzerine yazarken, “Shakespeare’vâri” olduğu kadar “Freudcu”da olabileceği gerçeği, The Sound and the Fury’nin kurgusunun bilinçli olarak Macbeth’e dayandığını gösterir. Bu yorumlar üzerine Faulkner ne düşünürse düşünsün, olumlu olarak açıklanamayacağını iddia edebilirim; tüm bunları okumuştu, konuşmalarımızda bunun bahsi geçtiğinde itiraz etmekten nazikçe uzak durdu.
Gerçekte, destekleyici diğer eylemler arasında özellikle şaşırtıcı olan yapıtlarına yaklaşımlarında bu genel eleştirilerden hoşnut olduğu bir tanesini seçmişti. 12 Ekim 1955’te Londra’daki "Chatto and Windus" yayınevinin müdüründen bir mektup geldi bana. Şöyle diyordu:
"Sayın Bay Collins,
Bana, yapıtı üzerine eleştirel bir kitap yazmakta olduğunuzu söyleyen William Faulkner’ın önerisi üzerine yazıyorum. Bildiğiniz gibi şirketim yıllarca Bay Faulkner’ın kitaplarını yayımladı; kitabınız için bir İngiliz yayımcı ile anlaşma yapmadıysanız, bittiği zaman onu görmekten kıvanç duyacağız."
Gerçi bu mektup yukarıda kısaca özetlenen The Sound and the Fury’ deki görüşlerle bağdaştığını kanıtlamıyorsa da, yapıtı üzerine bu türden bir eleştiriyi daha yaygın hale getirmeye gönüllü olduğunu ortaya koyuyor.
Bay Wisdom’un Mayday’in ilk kopyalarından birini edinmeme izin vermesi bana göre işe yarar, destekleyici bir şeydi; çünkü az da olsa Faulkner’ın “allegorik” imge dünyasını açık seçik serimliyor ve The Sound and the Fury’ deki Quentin Compson’un toplumbilimsel olmaktan çok felsefi ve psikolojik bir dramanın merkezi figürü olduğu tartışmalarına belirgin biçimde katkıda bulunuyordu.
Sonuç olarak, Faulkner’ın kitaplarına verdiği isimlerin çoğunlukla yapıtlarının can alıcı bir bölümünü oluşturduğunu, el yazması bu kitapçığın adının da bir istisna olmadığını belirtmek doğru olur.
Sir Galwyn’in bir Mayıs gününün sonunda boğulması kitabın adına tamı tamına uymaktadır. Faulkner, Mayıs’ın ilk gününe değgin olumlayıcı yanıyla ilgi duymuşsa da, -Bart College’de Ioan Williams’a verdiği bir kitabın içine “Mayday 1951” diye yazmasının nedeni elyazısının zorluğundan dolayı “May day 1951” biçiminde imzalamasındandır- * yapıtı içinde Mayıs gününü kötümser bir bağlamda ele aldı.
Yeni şeylerin başlangıcı olan, geleneksel olarak iyimser kabul edilen bu ayı, sonradan ortaya çıkan felaketlerden dolayı alaycı bir karşıtlıkda kullanmış; sözgelimi, kitap adı olarak Mayday’ i ilk romanı "Soldiers’s Pay "için düşünmüştü. 1923’lerde bitirdiği bu yapıtında Nisan’dan Mayıs’a umut dolu geçen günleri, havacı roman kahramanının bir savaş yarasıyla ölümü izliyordu.
Faulkner’ın havacılığa duyduğu ilgiyi ve kötü bir durum karşısında kullanılan Fransızca “m’aidez” -ki sonraları İngilizcede “Mayday”e dönüşen- bu sözcüğü bildiğini de anımsatmak gerekir. Wild Palms içinde Mayıs ayı başlarında yinelenen iyimser beklentilerle trajik olaylar arasındaki bağıntıyı kaleme almıştı Faulkner.
The Sound and the Fury’ deki en etkileyici monologlarla çok yakından ilintili olan ve onunla evlenmeyi reddeden kadın için bir armağan kitap olarak hazırlanan 1926 tarihli bu el yazması kitapçık için Faulkner, sonradan apaçık bir hüzne dönüşen mutluluk dolu geleneğiyle bir Mayıs gününde vereceği bu adı seçmişti.
Faulkner’ın sonradan bir halkbilimci olan yakını Arthur Palmer Hudson, Mississippi’de bir Mayıs günü bir ırmağın sularına bakan gençlerin evleneceği kişinin yüzünü göreceğine değgin yaygın bir inançla ilgili pek çok örnek toplamıştı. Mayday’ in başlarında “delidolu akan karanlık suların içinde ... uzun, pırıl pırıl saçları olan, kırmızılı beyazlı gencecik bir yüzün” hayali görünür Sir Galwyn’e.
Öykünün sonunda pekçok serüvenden sonra Sir Galwyn, bu ilk hayali gördüğü ırmağa döner. Orada, yine aynı kızın hayalini gördüğünde, suların içinde ona doğru gider -bu esnada Aziz Francis onun kimliğini açıklar: “Küçük kızkardeş, ölümmüş meğer.”
Eliot, “Çorak Ülke”de Nisan ayı için ayların en zalimi der, Faulkner’ın kitapçığındaki ad ise Bir Mayıs’ın en zalim gün olabileceğini öne sürer.
* “Mayday” bitişik yazıldığında Mayıs’ın birinci gününü, aynı zamanda Bahar Bayramı’nı ifade eder. (Ç.N.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder