
Hakkında / Önsöz /
Murat Belge
Cem Yayınevi / 1968
William Faulkner, yirminci yüzyılda Amerika’da yaşamış en büyük romancı sayılırdı. Şimdi onun çağımızın en büyük romancısı olduğunu söyleyenlerin de sayısı artıyor. Eserleri arasında erişilmesi güç bir bütünlük yaratan Faulkner, Amerikan yaşantısını en dolgun şekilde dile getirmekten başka, yirminci yüzyıl insanının sorunlarını romanlarındaki güçlü simgeleriyle (sembol) somutlaştırmayı da başarmıştır.
Faulkner, çok yerli, çok ulusal kalarak, evrenselliğe ulaşmayı amaçlayan bir yazardır. Böyle olması, Amerikan kültürünün, onun ele alarak işlediği görünümlerini bilmeyenler için, Faulkner’ı anlamayı güçleştirebilir. Bu önsözü işte bu çeşitten güçlükleri ortadan kaldırmak için yazıyorum.
Amerikalılar, Faulkner gibi bir yazarın yurttaşı olmaktan kıvanç duyarlar, ama eserlerini pek okumazlar. Amerika’nın eğitim koşulları, genel olarak hayat koşulları, halkın Faulkner gibi üslûbu güç yazarları anlamasına, kolayca sökmesine yatkın değildir. Dolayısıyla Faulkner kendi ülkesinden çok yabancı ülkelerde sevilen bir yazar olmuştur.
Üslûbunun güçlüğünü iki ana etmene (faktör) bağlayabiliriz:
a) olaylar dizisinin karmaşıklığı,
b) sözdiziminin çapraşıklığı.
Bunların üzerinde biraz duralım şimdi.
Faulkner, romanlarındaki olayları, normal kronolojik sıraya göre değil, kişiler için psikolojik önemlerine göre sıralar. İnsanlarının hayatlarında geçmiş olaylar, bir araya gelerek, belirli bir simgesel (sembolik) anlam yaratmaktadır. Bu anlamı tam olarak verebilmek için yazar bazan normal zaman akışının dışına çıkarak, sonradan olan şeyleri daha önce, daha önce geçmiş olayları da daha sonra yazmak gereğini duyar. Böylece, sinemada iyice yaygınlaşmış bir teknik olan «geri-dönüş» (flash-back) aracını romanda kullanır. Kişileri önce asıl anlatılan anda görür, tanırız. Belirli davranışlarını yaptıkça, yazar bir «geri -dönüş» ile, kişisinin psikolojik yaşantısında, o davranışa yol açan geçmişteki etkileri de ortaya serer. Böylece, bu romanda, ilkin bir cinayet işlendiğini öğreniriz. Sonra cinayeti işleyeni tanırız. Sonra cinayeti işleyenin geçmişini (roman başlamadan önceki hayatını) onun hatırlayışı yoluyla görürüz. Cinayet olayının kendisini de daha sonra ayrıntılarıyla izleriz. Bu değişik tekniğiyle Faulkner, psikolojik nedenselliği sağlar. Başarılı romanlarında, olay dizisindeki karışıklıkları önce yadırgasak bile, bunların en iyi, en etkili şekilde bu yoldan anlatılabileceğini sonradan görürüz.
Faulkner’ın söz dizimindeki çapraşıklığı da, gene psikolojik gerçekliği verme amacına bağlanabilir. İnsanların konuşurken veya yazarken kullandığı mantıklı, düzenli cümleler, insan zihninin dolaysız ürünü değildir. Zihnin doğal çalışması dışında kalan bir mantık süzgeciyle nesnelleştirilmiştir yazıda alışageldiğimiz sözdizimi.. Zihinden düşünceler karmakarışık geçer. Bunları mantıklı sözdizimine uydurarak toplumda anlaşılır şekle getirir, kamusallaştırırız. İnsanın özel, iç yaşantısını elden geldiğince dolaysız olarak sunmaya çalışan Faulkner ise kişilerin zihin durumlarını bütün çapraşıklığıyla, düşünce dizileri, atlamaları, çağırışımlarıyla vermeyi, mantıklı cümlelerle vermeye tercih etmiştir. Sözdizimindeki karmaşıklık bundan ötürüdür.
Faulkner Amerika’nın en büyük üslûpçularından biri olmuştur bu karmaşık anlatımıyla. Düzyazısına benzeri güç bulunur bir şiirlilik katmıştır. Öyle ki daha genç kuşaktan Truman Capote gibi kişiliğini bulmuş bir yazar bile, etkilenmekten korktuğu için Faulkner’ı okuyamadığını söylemiştir. Faulkner’ın düzyazısı, romanlarındaki olayların niteliğine göre değişir. Bu kitabın Lena Grove’u anlatan ilk ve son kısımlarında sözdizimi durgun, dingindir. Cümleler büyük dalgalar gibi yuvarlanır birbiri ardından. Joe Christmas’ın yoğun, gergin yaşantıları anlatılırken cümlelerin ritmi de hızlanır, sinirli imgeler sıklaşır. Normal mantıktan uzaklaşılır. Aynı şekilde, Joe’nun çocukluğunu anlatan bölümlerde cümleler çocuk mantığına göre biçimlenir. Hightower’ın kafasındaki karışıklığı belirtmek için üslûp dağınıklaşır, mantık gevşer. Dini fanatik Doc Hines’in konuşmaları ve düşünceleri, deliliğini yansıtacak ölçüde stakato bir biçime girer. Yani Faulkner’da üslûp, sözdizimi, birçok romancıda olduğu gibi gerçekliği anlatmak için değil, dolaysız şekilde göstermek için kullanılmış bir araçtır. Öyle ki, sonunda anlatım tarzı, anlatılan şeyin kendi olur.
Kişilerin zihin durumlarının bilinçliliğe yakınlık veya uzaklıklarını belirtmek için Faulkner matbaa tekniklerini de seferber etmiştir. Olayların hemen hepsi şu ya da bu kişinin bilinçliliği açısından anlatılır. Kişilerin düşüncelerini doğrudan doğruya vermek istediği zaman sözleri tırnak içine alır. Kişilerin düş görmeleri, eskiden olanları hatırlamaları, veya tam bilinçli sayılamayacak düşünce ve çağrışım akışları, italiklerle, siyahlarla belirtilir.
Zenci sorunu Faulkner’ın eserlerinde merkezî bir yer tutar. Bunda, onun bir Güneyli oluşunun özellikle payı vardır. Şimdi de Amerika’daki zenci-beyaz sorununun ve Kuzey-Güney çatışmasının tarihine biraz bakalım.
Amerika’da Kuzey başlangıçtan beri endüstri, Güney’de başlangıçtan beri tarım düzenleri üzerine kurulduğu için, iki bölge arasındaki çıkar ayrılıkları tarihlerinin başlamasıyla birlikte kendini göstermişti. Güney’de toprak Kuzey’de fabrika ağaları egemendi. Ve Güneyliler parasız iş gücü bulma, sorununu, zenci köle ithal ederek çözüyorlardı.
İki yörenin anlaşmazlığı, insan özgürlüğü gibi sorunlara değil, doğrudan doğruya üretim biçimlerinin farklılığına dayanıyordu. Nitekim, kölelik sorunu söz konusu değilken, gümrük dolayısıyla ilk önemli anlaşmazlıklar patlak verdi. Endüstriyel Kuzey, koruyucu gümrük istiyor, tarımsal Güney ise bundan zarar görüyordu. Bu kavga yüzünden Güney eyaletleri Federal Devlet’den ayrılmaya bile kalkıştılar ve bunun önüne büyük güçlüklerle geçilebildi.
Daha sonra zenci sorusunun da iki bölge arasında bir geçimsizlik konusu olması, insan özgürlüğü gibi soyut fikirlerden değil, son derece pratik çıkar çatışmalarından ötürüdür. Bu sırada Amerika Batı’ya doğru genişliyordu. Yeni kurulan eyaletlere Kuzeyliler önce sahip çıkarsa fabrikalarıyla endüstri düzenini gerçekleştiriyor, yok eğer Güneyliler daha erken davranırsa köleleriyle gelip yerleşip o eyaleti bir tarım bölgesi yapıyorlardı. Bu iki güç arasında böylece durmadan artan gerginliği hafifletmek için bulunan çeşitli geçici çözüm yolları uzun süre etkili olamayınca İç Savaş başladı. Gelgelelim, bütün çıkar kavgaları gibi bu savaş da, insanlık değerlerini savunan ülkücü önderlerini bulmuştu. Abraham Lincoln işte böyle bir başkandı.
Düzeninin tarihi süreç içinde daha geri olması, Güney’i başlangıçtan yenilmeye mahkûm etmişti. Ama aristokratik şövalye gelenekleriyle Güneyliler gerçekten büyük bir yiğitlikle dövüşerek, yenilgiyi elden geldiğince geciktirdiler. İşin kötüsü, yiğitlikleriyle haksızlıkları haklı çıkardıklarına inandılar. Daha da kötüsü, ne olup bittiğinden haberi olmayan bilinçsiz zenci köleler efendilerini desteklediler savaşta.
Daha ilerici olmasıyla tanınmış Demokrat Parti’den olan Lincoln öldürüldü; yerine geçen başkan yardımcısı da sahtekârlık ettiği iddiasıyla azledilince başkanlık Cumhuriyetçi Parti’ye kaldı. Özgürlük uğruna giriştiklerini söyledikleri savaşı kazanan Kuzeyliler bu dönemde büyük bir hızla Güney’e inip korkunç bir talana giriştiler. Bunlar, Güney halkının hâlâ unutamadığı halı-heybelilerdir. Güney’in Kuzey’e asıl kini, belki de zencilerden çok bu talandan ötürüdür. Çünkü Güney halkı bugün bile daha çok Demokrat Parti’ye oy verir. Oysa Lincoln kendisi Demokrat’tı ve zenci kurtuluşu için bu parti hep daha fazla çalışmıştır.
Kuzeyliler, zencilere, kâğıt üstünde kalmaya mahkûm bir özgürlük verdiler. Zencilerin bir kısmı Kuzey’e göçüp ora kapitalistlerine «en ucuz işçi» olur ve «getto»larda sıkışıp en kötü koşullar altında «özgür» yaşarken, bir kısmı da Güney’de kalıp ırgatlık ederek «özgür» oldu. Kuzey’den gelen halı-heybeliler ise çok geçmeden en azgın zenci düşmanı kesildiler. Eski aristokratlar bile kölelerine bu yeni ticaret ağalarından daha iyi bakmışlardı.
İç Savaş, Güney’in tarihinde dönüm noktası oldu. Eski toprak beyleri kendilerine göre bir aristokratik şeref yasası kurmuşlardı. Zenciyi sömürdükleri için suçluydu onlar da. Gene de insanî değerlere dayanan kuralları vardı ve bunlara harfi harfine uyuyorlardı. İç Savaş’dan sonra çöktü bu düzen. Onun yerine, ne idüğü belirsiz, gözünü para bürümüş serüvencilerin kurduğu insanlık dışı ticaret düzeni geçti. Bu dönemden sonra sömürü iyice yoğunlaştı ve gerek doğa, gerekse toplum kirlendi. Eski aristokratların çocukları ya iyice yozlaşıp alkolik oldular, çıldırdılar, intihar ettiler, ya da yeni tüccarlardan bile baskın çıktılar ahlaksızlıkta. Yeni yetmeler de zamanla kendilerine göre görgü kuralları icad edip çekilmez bir kibarlık taslar oldular.
İşte Faulkner’ın içine doğduğu Güney’in tarihi budur. Bir Güneyli olarak atalarının zencilere karşı işlediği, çağdaşlarının da Ku Klux Klan gibi kuruluşlarla işlemeye devam ettiği cinayetlerin yıkıcı sorumluluğunu duyar Faulkner. Bu günah mirası onu ezer. Öte yandan, ikiyüzlü Kuzeyliler’e daha çok öfkelenir. Zenci sorununu gene Güneyli karalarla beyazların çözmek zorunda olduğunu, Kuzeyli yalancı pehlivanların bu işe burunlarını sokmamaları gerektiğini düşünür. Yurdunun eski romantik aristokratik düzeninin sömürgen temelini bilir, geçmişi yadsımak ister. Ama kendisi de Güneyli’dir.
Düzen, derisi gibidir. Kendini yok etmeden onu yadsıyamayacağını anlar.
Tek umudu zencilerdir gene. Güney, ve bütün Amerika, büyük suçlarından bir gün gelip kurtulacaksa, bu işi, üstün nitelikleriyle zenciler başaracaktır. Güney’in tarihini istediği gibi yazıp anlatmak için Faulkner bir uydurma yöre yaratrmş ve buraya «Yoknapatawpha» adını vermiştir. Haritasını bile çizmiştir bu mitik yörenin.
Yoknapatawpha, Güney’in en yoksul, ve zenci beyaz sorununun da en belirgin olduğu, Missisipi eyaletindedir. Buranın insanları, eski aristokrat kalıntıları, yeni kapitalistler, zenciler, ırkçılar, yoksul beyazlar, v.b. bütün Güney’in hikâyesini temsil eder. Faulkner, yarattığı aileleri, değişik kitaplarında kuşaklar boyunca izleyerek hayalî, ama daha önemli anlamda çok gerçek olan dünyasında, zihninden hiçbir zaman silemediği tarihini çözümler, anlatır.
Faulkner bu romanında zenci sorununu özel bir açıdan ele almaktadır, kitabın başkişisi beyaz renktedir. Ancak, hiç de kesin olmayan birtakım kanıtlara göre, babasında zenci kanı vardır. Bu onun çocukluğundan beri kurtulamadığı felâketi olur. Ne zencidir, ne de beyaz . .Joe Christmas ile Faulkner, yirminci yüzyıldaki yabancılaşma olayının, Amerika’ya özgü bir şeklini ortaya koyar. Joe Christmas, zencilerle beyazlar arasında gidip gelir, iki dünyanın da yabancısıdır. Kim olduğunu, ne olduğunu bilemez bir türlü. Hayatı boyunca bir nesne olarak ele alınmıştır. /…/
Zencilikle beyazlık arasında bocalayan Christmas bu durumunun yarattığı kısır döngü (fasit daire) içinde dönenir durur. Dünyanın yolunu alır, ama her seferinde başladığı yere döner. Romanın içinde oraya buraya yerleştirilen halka imgeleri .Joe’nun bir. türlü yaramadığı bu çemberi temsil eder.
Faulkner, Ağustos Işığı’nda, zenci sorununu derinlemesine deştikten başka, Amerika’nın dinî yaşantısını da sertçe eleştirir. Roman dinî fanatiklerle doludur. Dedesinin İç Savaş’daki kahramanlığını bir türlü dini duygularından ayıramayan, dinin yalnızca sabırla acıya katlanma yanını başarıyla sürdürebilen, beceriksiz, etkisiz Hightower; dünyadaki her kötülüğün zencilerden geldiğine inanan çılgın vaiz Doc Bines; zencilerin, beyaz insanların lâneti ve çarmıhı olduğuna inanan, ve böyle bir ters inançla zencilere yardım etmeye çabalayan Miss Burden; sevme yeteneğinden büsbütün yoksun olarak İsa’yı kabul ettirmeye çalışan, dini dayakla sunan soğuk fanatik McEachern; amansız zenci düşmanı, Amerikan bayrağına., Amerikan beyazlığına, Amerikan dinine tapınan Amerikan faşisti korkunç Percy Grimm. Bunlar hepsi, İsa,’nın sevgi dininin Amerika’daki temsilcileridir. Bir araya toplanarak, zenci-beyaz Joe Chiristmas’ın tragedyasındaki çeşitli halkaları meydana getirirler.
Faulkner, Joe Christmas ile modern bir İsa resmi de çizmek istemiştir. Olaylar sırasında otuz üç yaşında olması, adı, ve daha birçok motif bu simgenin varlığına işaret eder. Christmas, çağımızda. bütün insanlığın günahlarını kendi omuzlarına yüklenen kurbandır. Ancak, Christmas kendisi kadar güçlü bir roman kişisi ki, ardında yatan İsa simgesini düşünemiyor bile insan. Christmas’ın kendi canlılığı, İsa’ya benzemesi biraz da zorlama olarak konmuş motifleri gölgede bırakıyor.
Kitabın orta yerinde Christmas’ın dramı yer alıyor. Doğuş koşullarının yarattığı çemberin içinde dönüp duruyor. Zenci olup olmadığının kesinlikle bilinmemesi de durumunun anlamasızlığını arttırıyor. Öte yandan, romanın başında ve sonunda karnındaki çocuğun babasını bulmak üzere yollara düşen Lena Grove’u görüyoruz. O, Christmas’ın tam tersine, dümdüz bir yolda hep ileriye, sonsuza doğru gidiyor. İki hikayenin yani Christmas’inkiyle Lena’nınkinin, hiç ilgisi yok bir bakıma. Ama, temsil ettikleri değerler bakımından aralarında tematik bir bağlantı var. Lena Grove bir bereket tanrıçası, bir toprak anadır. Doğurgandır, zaman dışıdır, ahlâk dışıdır. Christmas hikâyesinin çevresinde, insanların iğrençlikleri, vurup kırmalar, cinayetler toplanmıştır. Lena ise insanların bücür didinmelerine aldırış etmeksizin, kendi yolunda akıp giden doğayı, doğal hayatı temsil eder. Yaşamanın olumlanmasıdır yani.. Çocuk doğurması da, bütün öbür öldürme olaylarına bir karşıtlık olmak üzere romanda yer alır.
Avrupa romanı, türdeş gereçler kullanarak, uyuşmazlıkları, çatışmaları, eserin yapısı içinde eritme, çözme ve bu yolda bir bütünlük, birlik kurma amacını güder. Tutarlı bir kültüre, ortak bir tarihten gelen toplumsal göreneklere uyarak geliştiği için böyle bir özellik kazanmıştır. Son derece karşıt, çelişik ögeleri kapsayan Amerikan yaşantısını anlatan Amerikan romanı ise, romans, melodram gibi ögeleri kullanır - ama olumlu anlamda romans ve melodram- ve çatışmaları, uyuşmazlıkları çözüme vardırmaksızın, olduğu gibi bırakır. Amerika’nın büyük romancısı Faulkner da bu ulusal geleneğe bağlı kalmıştır. Amerikan yaşantısının bütün uyumsuzluklarını serer ortaya, o yaşantının içinde zaten varolmayan çözümü bulmaya hiç çalışmaz.
Bu romanına baktığımız zaman da karşıtlıkların pek çok olduğunu görürüz. Çok sayıda kişi olay örgüsüne karışır. Hemen hepsi tek-yanlıdır. Bir özel kaygı, hayatlarında bir saplantı olmuştur. Artık bütün dünyayı bu saplantı açısından görürler.
Tek-yanlılıklarını roman boyunca büyük bir hırsla sürdürürler. Dolayısıyla, roman sona erdiğinde, temsil ettikleri temalar çözülerek belli bir bütünlüğe varmış olmaz. Zaten Faulkner’ın istediği de işte bu kakafonik yapıdır. Bu uzlaşmazlığı dile getirmek ister. Hightower ve Byron Bunch, kendileri olayların gelişmesini pek fazla etkilemeksizin, olaylara az çok bulaşırlar. Hiç değilse bütün olayların tanığı olurlar. Biz de öbür birçok kişinin birçok yaşantısını onlarla birlikte seyrederiz. Ama her ikisinin de bilinçlilikleri, olayları yeterince sağlam bir görüşle yorumlamalarını sağlayacak kadar yüksek bir düzeye erişmemiştir. Yaşı, tecrübesi dolayısıyla romanda bir «bilgelik» merkezi olmasını bekleyebileceğimiz Hightower, o derece beceriksiz ve zavallıdır ki, olanları kavramamıza yardım etmek şöyle dursun, çevresindeki insanları bizim kadar bile değerlendiremez. Byron Bunch da, bütün iyi niyetine karşın, çaresizdir. O da iki ufuk arasında gider gelir (Lena’ın düz çizgide ilerlemesi, Christmas’ın çemberde dönmesi, Hightower’ın olduğu yerde durması gibi bir simgedir onun bu hareket tarzı). İki adamın olaylar karşısında zayıflığı, şaşkınlığı, sanırım Faulkner’ın tasarladığı etkiye uygundur.
Faulkner’ın bu romanında bir başarısı da psikolojik roman tekniğiyle, doğalcı (naturalist) toplumsal roman tekniğini birleştirmesidir. Bilindiği gibi doğalcı roman, kişilerini toplumsal gerekirliğin (determinizm) içinde ele alır. Bunu yapmak için de kişiye uzaktan, dıştan bakar. Psikolojik roman ise toplumsal etmenleri ikinci derecede işleyerek öncelikle kahramanın iç yaşantısı üstünde durur. Faulkner Ağustos Işığı’nda ikisi de eksik sayılabilecek bu yaklaşım yolları arasında bir bileşim yapar. Romanın bu derece başarılı olmasının ana nedenlerinden biri de, bence, psikolojik gerçeklikle toplumsal gerçeklik arasında kurulan bu kusursuz uyumdur.
(Yoknapatawpha yöresi üzerine daha çok bilgi ve yörenin haritası, Yeni Dergi’nin Faulkner özel sayısında verilmiştir.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder