
W. Faulkner
J.P.Sartre
Çev: Bertan Onaran
Birkaç tepkiden sonra, iyi romanlar doğal olaylara tüm benzer olup çıkarlar; birer yazarları bulunduğu unutulur; orada oldukları, varoldukları için, taşlar ya da ağaçlar gibi benimseriz onları. Light in August bu kimyasal maddelerden biri, bir mineral idi. Sartoris'i ise kabullenmiyor insan; zaten kitabı değerli kılan da bu işte: Faulkner kendini gösteriyor orada, her yanda onun elini, onun katkılarını yakalıyoruz. Sanatının büyük gücünü anladım bu romanını okuyunca: gerçeğe aykırılık. Aslında her sanat gerçeğe aykırıdır, yalan'dır. Bir tablo, görüş-açısı (perspective) üstüne yalan söyler. Bununla birlikte, gerçek tablolar da, «göz aldatıcı» resimler de vardır.
Light in August'daki «insan» 1 - Dostoyevski'nin ya da Meredith'in insanı dendiği gibi, Faulkner'in insanı diye düşünüyorum - bu tanrısal ve Tanrı'sız koca hayvanı, daha doğduğu an yitik olan, yitme peşinde delice koşan, acımasız, öldürmeye varana dek her şeyde ahlaksal olan, - ölümle, ölümde değil de - ölümden önceki son anlarda kurtulan, eziyetlerde, etinin en iğrenç aşağılanmalarında bile büyük olan bu insanı, hiçbir eleştiri yapmadan benimsemiştim; onun o yüksek edâlı ve tehdit edici tiran yüzünü, kör gözlerini unutmamıştım. Sartoris'de yeniden buldum onu, Bayard'ın «donuk büyülenmesi» ni tanıdım hemen. Ama bununla birlikte, Faulkner'in insanını kabullenemem artık: bir göz boyamaca o. Işıklandırma meselesi. Bir reçete var bu konuda: söylememek, saklı kalmak, yapmacıklı olarak saklı kalmak - birazcık söylemek. Bir ara, torununun beklenmeyen dönüşü ile ihtiyar Bayard'ın sarsıldığı söyleniyor bize. Şöyle belli belirsiz, az kalsın görülmeden geçilecek, hemen hemen görülmeden geçilsin istenen bir yarı cümle içinde yapılıyor bu iş. Ardından, biz fırtınalar beklerken, uzun uzun, inceden inceye jestler gösteriliyor. Faulkner bilmiyor değil sabırsızlığımızı, ona güveniyor ve jestler üstünde safça gevezelik etmek üzere, kalıyor bu noktada. Başka gevezeler de gördük: örneğin gerçekçiler (realistes), Dreiser. Ama Dreiser'in tasvirleri bilgi vermek ister, belgesel'dirler. Burada ise jestler (bot giymek, bir basamağa çıkmak, bir ata atlamak) anlatmak değil, saklamak ereğini gütmektedir. Bayard'ın dediğini açığa vuracak davranışı bekleriz hep: Ama Sartoris'ler hiç sarhoş olmaz, jestlerle kendilerini hiç ele vermezler. Oysa davranışları tehdit edici alışkanlıklara benzeyen bu putların da bir bilinci vardır. Konuşur, kendi içlerinde düşünür, heyecanlanır bu bilinçler. Faulkner bilir bunu. Zaman zaman, istemeye istemeye, bir bilincin sırlarını verir bize. Ama, bir kutuyu ancak boş olduğu zaman bize gösteren bir hokkabaz gibi yapar bunu. Ne görüyoruz orada? Dışarda görebileceğimiz şeylerden, jestlerden başka hiçbir şey. Ya da uyumak üzere olan, düğümü çözülmüş bilinçler. Ardından, yine jestler, tenis, piyano, viski: her şey bu bilinçlerin hep bu denli boş, hep bu denli kaçak olduğuna inandırmak ister bizi. Neden? Çünkü bilinçler çok insansal şeylerdir. Aztek tanrıları kendi aralarında küçük tatlı konuşmalar yapmazlar. Ama Faulkner, bilinçlerin boş olmadığını, alamayacağını çok iyi bilir. Hem de şunları yazabilecek kadar iyi bilir:
« ... yeniden hiçbir şey düşünmemeye; bilincini, çırpınması durana dek suyun altında tutulan küçük bir köpek gibi, boğulmuş bir durumda tutmaya uğraştı kadın.»
Ne var ki boğmak istediğimiz bu bilincin içinde ne olduğunu söylemez bize. İlle de onu bizden saklamak istediği için değil! Tanrısal el dokunduğunu büyülü kıldığından, bizim keşfetmemizi ister onu. Bu yüzden de jestler birbirini izler yeniden. Mozart için «Pek çok nota» var dediğimiz gibi, onun için de «Pek çok jest var» diyesi gelir insanın. Ayrıca, pek çok da sözcük vardır onda. Faulkner'in konuşkanlığı, o soyut, yüce, insansever vaazcı üslûbu: bunlar da göz boyamacılık. Üslûp günlük davranışları yoğunlaştırmakta, ağırlaştırmakta, onlara bir destan büyüklüğü kazandırmakta ve onları kurşundan köpekler gibi suyun taa dibine çekmektedir. Bile bile yapar bunu Faulkner: İstediği de insanın sabrını taşıran bu gösterişli tekdüzelik, günlük şeylerdeki alışkanlıktır işte: jestler, sıkıntı dünyası demektir. Bu zengin, işsiz ve tatilsiz, namuslu ve bilgisiz, kendi topraklarında tutsak olan, kendi emrindeki zencilerin hem efendisi, hem de esiri olan insanlar sıkılmakta, zamanı jestlerle doldurmaya savaşmaktadırlar. Ama bu sıkıntı (Faulkner, kahramanlarının sıkıntısı ile okuyucularınınkini ayırmayı her zaman bilebildi mi acaba?) bir görünüşten, Faulkner'in bize karşı, Sartoris'lerin kendi kendilerine karşı korunmalarından başka bir şey değil. Sıkıntı; toplumsal düzen, görülebilecek, duyulabilecek, dokunulabilecek olan her şeyin değişmesiz bitkinliğidir bu: Faulkner'in manzaraları da kişileri kadar sıkılmaktadır. Gerçek dram arka'da, sıkıntının arkasında, bilinçlerin arkasında'dır. Birden, bu dramın derinliklerinden, bir göktaşı gibi, Edim (acte) çıkıvermektedir ortaya. Bir Edim - nihayet oluşan bir şey, bir bildiri (message). Ama Faulkner bir kere daha hayal kırıklığına uğratır bizi: pek ender anlatır o Edim'leri. Roman tekniğinin eski bir sorununa rastlamakta ve onun üzerinde dönüp durmaktadır çünkü: Edim'ler, bir romanın temelidir; titizlikle hazırlarız onları, ama sonra, ortaya çıktıklarında, bronz gibi çıplak ve kaygan, son derece yalın'dırlar, parmaklarımızın arasından kayıp giderler. Artık söyleyecek hiçbir şeyimiz yoktur, onları sıralamak yetecektir. Faulkner sıralamaz onları, sözünü etmez onların ve oradan, dilin ötesinden, sayısız oldukları duygusunu verir bize. Yalnızca sonuçlarını gösterir: oturduğu yerde ölmüş bir ihtiyar, ırmağa yuvarlanmış bir otomobil ve sudan çıkan bir ayak. Hareketsiz ve kaba, Edim'in uçuculuğu ile ters orantıda sağlam ve sert olan bu sonuçlar, günlük davranışların ince ve sık yağmuru ortasında, kesin, açıklanamaz bir nitelikte görünmekte ve ortaya yayılmaktadırlar. Daha sonra, bu sırrı çözülmez sertlikler, «öyküler» durumunu alacaktır: o zaman onları sıralayacak, açıklayacak, anlatacaksınız. Bütün bu insanların, bütün bu ailelerin kendilerine özgü öyküleri vardır. Sartoris'ler iki savaşın, iki öykü dizisinin ağır yükünü taşımaktadır: büyük-dede Bayard'ın öldüğü Kuzey-Güney savaşı, John Sartoris'in öldüğü 1914 savaşı. Öyküler ortaya çıkmakta ve ortadan kaybolmakta, ağızdan ağıza dolaşmakta, günlük davranışlarla sürüp gitmektedir. Bütün bütün geçmişin malı değildir onlar; daha çok, şimdiki-zaman-üstü (sur-présent) şeylerdir:
«Her zamanki gibi, ihtiyar Falls odaya, kendisiyle birlikte getirmişti John Sartoris'in gölgesini. .. Şu andaki gibi, zamanın ve tenin boyunduruğundan kurtulmuş olan (John), değişmez günler boyunca orada, birbirlerinin sağır kulaklarına bağırıp duran bu iki ihtiyarınkinden daha belirgin bir varlık koyuyordu ortaya.» Bu öyküler şimdiki zamanın şiirini ve kaderselliğini meydana getirir: «kadersel ölümsüzlük ve ölümsüz kadersellik». Faulkner'in kahramanları öykülerle kurarlar alınyazılarını: kimi zaman birkaç kuşağın bezediği bu güzel öyküler arasından, adlandırılmaz, yıllardan beri karanlıklar içinde kalmış bir Edim, başka Edim'leri çağırır, onları büyüler, sivri bir ucun yıldırımı çekişi gibi çeker kendine. Sözcüklerin, öykülerin sinsi gücü; oysa Faulkner inanmaz bu büyülü deyişlere: « ... çılgın, gözünü budaktan esirgemez, kendi gençlikleriyle başları dönmüş iki oğlanın delice girişiminden başka bir şey olmayan bu olay, yiğitçe kaybolmuş ve yenik düşmüş iki meleğin, olayların gidişini değiştirerek, insan türünün tarihini yükselttikleri bir yiğitlik ve trajik güzellik zirvesi olup çıkmıştı...» Faulkner hiçbir zaman tüm ele vermez kendini; onları anlatan kendisi olduğu için, Sherwood Anderson gibi, «bir masalcı, bir yalancı» olduğu için, bu öykülerin değerini bilir. O öykülerin katılaşacağı, insanlar üzerinde gerçekten etkili olacağı bir dünyanın düşünü görür: romanları da, düşünü gördüğü dünyayı anlatmaktadır. The Sound and the Fury'nin (Ses ve Öfke), Light in August'un «düzensiz tekniğini», geçmiş ile şimdiki anın o içinden çıkılmaz karışımını tanıyoruz. Sartoris'de bu tekniğin iki yönlü kaynağını bulduğumu sanıyorum: bir yandan, dayanılmaz anlatma, araya bir öykü sokabilmek için en zorunlu eylemi durdurma gereksinimi - ki bence, birçok lirik romancının özelliğidir bu - öte yandan da, öykülerin gücüne karşı duyulan o yarı içten, yarı düşsel inanç'dır. Ama, Sartoris'i yazdığında, daha tekniğini olgunlaştırmamıştır Faulkner, şimdiki zamandan geçmişe, jestlerden öykülere geçişi, beceriksizce yapmaktadır.
Öyleyse, önümüze sürdüğü ve benimsememizi istediği insan şudur işte: Ele geçmez bir insan; ne bir dış görünüş olan jestleriyle, ne yalancı öyküleriyle, ne de anlatılmaz sessiz şimşek parıltıları olan edimleriyle yakalayamayız onu. Oysa, davranışların ve sözcüklerin ötesinde, boş bilincin ötesinde varolmaktadır bu insan; gerçek bir dramın, her şeyi açıklayan, aklın kavrayabileceği bir tür kişiliğin varlığını sezinleriz. Nedir bu gerçekte? Soydan ya da aileden gelen bir eksiklik mi, Adler'in söylediği aşağılık duygusu mu, içe atılmış bir libido mu? Kimi zaman şudur, kimi zaman bu: öykülere ve kişilere göre değişir; çoğu kez, Faulkner söylemez bunu bize. Hem sonra pek de aldırmaz buna: Onun için önemli olan, daha çok bu yeni varlığın doğasıdır; çelişiklikleri pek çok, ama gizli olan, her şeyden önce şiirsel ve büyülü bir doğa. Ruhsal belirtiler arasında yakalanan bu «doğa» (başka ne ad verilebilirdi ki ona?) ruhsal varoluşa katılır, hatta tümüyle bilinç-altı da değildir; çünkü yön verdiği kişilerin ona dönebilmesi ve onu gözleyebilmesi mümkün gibi görünmektedir. Ama öte yandan, kötü bir talih gibi değişmezdir bu doğa; Faulkner'in kahramanları doğuşlarından bu yana içlerinde taşırlar onu, bir kaya ya da taş dikkafalılığı, bir nesne'dir o. Bir akıl-nesne, nesneleşmiş, donuk, bilinç ardında bir akıl, özü aslında açıklık olan karanlıklar'dır: en büyülü şey budur işte; Faulkner'in yaratıkları büyülüdür, boğucu bir büyücülük havası çevreler onları. Benim de gerçeğe aykırılık (déloyaute) adını verdiğim buydu: bu büyülemeler olanaksızdır çünkü. Hatta akıl alır şeyler bile değillerdir. Bunun için de, Faulkner onları bize kavratmaktan titizlikle kaçınır: çeşitli yollardan onları telkin etmek ereğini güder hep.
Bütün bütün de gerçeği saklayıcı, yalancı mıdır acaba? Sanmıyorum. Yalan söylese bile, kendi kendine söyler. Sartoris'deki ilgi çekici bir bölüm, yalanlarının ve içtenliğinin anahtarını verir bize:
«Senin Arlen ve Sabatini'lerin gereğinden çok konuşurlar ve hiç kimsenin ihtiyar Dreiser kadar söyleyecek şeyi olmamıştır, hiç kimse de bunu söylemekte bu denli güçlük çekmemiştir.
- Ama onların sırları var, diye karşılık verdi kadın.
Shakespeare'in Sırrı yoktur. Her şeyi söyler.
- Anlıyorum, onda ne nüans duygusu, ne de üstü kapalı söyleme verisi yoktu. Yani, bir başka deyişle, bir centilmen değildi, diye cevap verdi adam.
- Tamam... benim de söylemek istediğim bu işte.
- Demek ki, bir centilmenin sırları bulunmalı.
- Öff, yoruyorsun beni.»
İki anlamlı, şüphesiz alaycı bir konuşma. Çünkü Narcissa pek öyle akıllı değildir ve Michael Arlen ile Sabatini kötü yazarlardır. Bununla birlikte, Faulkner'in burada kendinden pek çok şey açıkladığını sanıyorum. Narcissa'da belki, pek edebiyat beğenisi yoktur, ama buna karşılık içgüdüsü, ona Bayard'ı, sırları olan bir adamı seçtirdiği zaman, çok güvenlidir. Horace Benbow, Shakespeare'i sevmekte haklıdır belki; ama zayıf ve ağzı kalabalıktır, her şeyi söyler Shakespeare: erkek değildir. Faulkner'in sevdiği erkeklerin, Light in August'daki zencinin, Bayard Sartoris'in, Absalom'daki babanın sırları vardır: susar onlar. Faulkner'in hümanizmi, şüphesiz, kabullenilecek tek hümanizm'dir: bizim pek düzenli bilinçlerimizden, geveze mühendis bilinçlerimizden tiksinir o. Ama, bu karanlık büyük şekillerin birer dış görünüşten başka bir şey olmadığını bilmez mi acaba? Kendi sanatının oyununa mı gelmiştir? Sırlarımızın bilinç altına atılmış olması ona yeterli görünmiyecekti şüphesiz: bilincin ta göbeğinde, kendi elimizle, kendi içimizde yaratacağımız bir belirsizliğin, karanlığın düşü'nü görür Faulkner.
Sessizlik. Dışımızdaki, içimizdeki sessizlik; ilkelere aşırı derecede bağlı bir stoiklik ... Bize yalan mı söylüyor acaba? Ya kendi başınayken ne yapar? Aşırı insansal bilincinin sonu gelmez gevezeliği ile anlaşır mı acaba? Tanımak gerek Faulkner'i.
Şubat 1938
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder