RSS

27 Şubat 2010 Cumartesi

Louis ARAGON / BAUDELAIRE VE ŞİİRİ

ÇAĞIMIZIN SANATI /ARAGON
Çev: Bertan Onaran
Gerçek Yayınevi / Nisan 1966



Baudelaire'in, daha sonraları Le Spleen de Paris başlığını verdiği, Küçük Düzyazı Şiirler' inin en son ucuz baskısında, Yves-Gérard Le Dantec, kısa bir önsözde düzyazı şiir sorununu ele alıyor. Verlaine üzerine yapılmış araştırma­ların pek çok şey borçlu olduğu bu meraklı insan, Leconte de Lisle' in, Baudelaire şiirlerini ilkin düzyazıyla yazar, son­ra onları şiirleştirirdi» diyen saçma bir savına cevap veriyor.

Hatta o, tam tersine, Fleurs du Mal'daki birçok şiirin, bu kitabın yayımlanışından birkaç yıl sonra, şair tarafından düz­yazıya çevrildiğini, böylece de Le Spleen de Paris'deki şiir­leri elde etmiş olduğumuzu ima ediyor. Doğrusu, bu olgu­dan ancak, bazı temaların Baudelaire için pek gerekli oldu­ğu, kafasına takıldığı sonucunu çıkarabiliriz. Ama, Yves-Gé­rard Le Dantec'in görüşleri içinde en çok ilgimi çeken şey, düzyazı şiir türü'yle ilgili sözleridir. Şöyle diyor Le Dantec:


"Bu elli parçanın kaçı gerçekten şiir acaba? Çok çok, altı yedisi. Ötekiler kısa öykülerden, masallardan, yaşamın gelip geçici duyguları üzerinde, kimi zaman kulaktan çok göze hitab eden düşüncelere dalışından başka bir şey değil­dirler ... Başka bir deyim yokluğundan, düzyazı şiir adı ve­rilen ve Parny'nin Chansons Madecasses'ından (Madagas­kar Ezgileri) tutun da Max Jacob'ın Cornet a dés' sine (Me­şin Hokka) dek uzanan ... tanınması kolay birtakım örnek­ler ortaya koymuş olan bu melez türü tanımlamaya çalışmak boşunadır. O sıralarda La Presse'i yöneten Houssaye'e yaz­dığı önsözümsü mektupta Baudelaire, Aloysius Bertrand' ın Gaspard de la Nuh adlı düzyazı şiirinde örnek aldığını söyler. Ama - ki bu onun lehine bir noktadır - Le Spleen de Pa­ris Dijon'lu şairin keskin çizgili yağlıboya tablolarına hiç mi hiç benzememektedir ... "

Yves-Gerard Le Dantec' in gerçek şiir dediği altı yedi parçanın hangileri olduğunu bulmaya çalışarak Le Spleen de Pallis önünde düşlere daldım. Ve şunu itiraf etmeliyim ki, yaptığım hiç bir seçme beni doyurmadı. L'Etranger'yi (Yabancı) düzyazı şiir mi saymalı, yoksa masal mı? L'Horloge (Duvar Saati) nedir? Çinliler saatı kedi gözünden anlar ne­dir? Bir düşünme mi? Ya Le Mauvais Vitrier (Kötü Cam­cı), bir masal mı acaba? Zaten düzyazı şiire melez bir tür gözüyle bakan Yves-Gerard Le Dantec' in değerlendirmesi için tek bir açıklama yolu var: Çağdaş şairlerin pek çoğu gi­bi, bu akıllı insan masalları, öyküleri (yani anlatıları), hatta, Lamartine'e rağmen, düşüncelere dalışları (yani bir bakıma felsefî şiiri) şiirle bağdaştıramamaktadır. Bu duruma göre, bir düzyazı şiirin, Yves-Gerard Le Dantec tarafından şiir ola­rak kabul edilebilmesi için, Rimbaud'vari olması gerekmek­tedir; ve görünüşe göre, bu tanımlama Baudelaire'in bütün ,düzyazı şiirlerini konu dışı bırakmaktadır. Eğer, Le Dantec'in önsözündeki bir ara yargının (ki bu onun lehine bir nokta­dır ) imâ ettiği üzere, betimleme alanı da (Dijon'lu şairin keskin çizgili yağlıboya tabloları) düzyazı şiire kapalıysa, şurası açıkça ortaya çıkıyor ki, Parny'den Max Jacob'a dek uzanan düzyazı şiirlerin pek çoğunda bu melez tür niteliği vardır. İyi ama o zaman, yalnız Hugo örneğini ele alsak bile, kısa ya da uzun birer öykü, masal, felsefi: düşünceler dizisi olan, bununla birlikte, bazı çağdaş şairlerimizin zorlamaları bir yana bırakılırsa, şiir niteliğini yitirmeyen şeyler için ne diyeceğiz?

Aslında, burada söz konusu olan, düzyazı ya da başka bir biçimde, şiir kavramının ta kendisidir. Ya da, daha doğru bir deyimle, şiirin içeriği sorunudur karşımıza çıkan. Ben, kendi payıma, beni L'Invitation au Voyage'daki, Gaspard de la Nuit'deki ve La Légende des Siécles'deki şiirselliği kapı dışarı etmeye zorlayan hiç bir kavramla yetinemem.

*

Bu düşünceler, yakınlarda okuduğum bir kitap dola­yısıyla aklıma geliyor; şu ana kadar bunu belirtecek bir şey söylemedim. Adı üzerinde hiç bir gürültü koparılmayan bir şairin, Lucien Scheler'in ilgi çekici küçük kitabı, La Lampetempéte (Fırtına Lamba) sebep oldu bu düşüncelerime, bu kitapcıkta yalnız düzyazı şiirler bulunduğu için değil, ayrıca bu şiirler, bence, ileri atılmış bir adım gibi, düzyazı şiir ko­nusunda bugüne dek edindiğimiz birtakım fikirlere de karşı çıktığı için.

Biz burada oturmuş, ne düzyazı şiirdir, ne değildir diye tartışırken, Lucien Scheler yazıyor:

POLİS (Champerret Mahallesi).

"Şafağın insanı hayran bırakan aydınlığı, her günkü, ama gene de hayran olunan aydınlık çocuğun saçları ışıkta oynaşıyor, anne sabah çorbasını hazırlıyordu.

Kim böyle sabah sabah kapıyı çalan? Yürek, cellâdın sesiyle sıkışıyor. Koyu gölgeler, eşikten içeri süzülüyor. Döşeme görünmez oluyor, duvarlar birbirleriyle kucaklaş­maya çabalıyor ve çatır çatır çatlıyorlar.

Anne çocuğunu kollarına aldı ve camdan attı kendini."


L'Honneur des Poétes'de bu şiiri okuduğum zaman, sislerimiz içinde yeni bir ışığın belirdiğini sandım. Bu ışığın La Lampe-tempéte' den geldiğini, bunun Lucien Scheler'in sesi olduğunu bilmiyordum. Bu dergide takma isimle ya­yımlanmış şiirlerin garip havasında Desnos'dan, Eluard'­dan, Leiris'den etkiler bulunduğu görülüyordu. Ama burada, hiç kimsenin malı olmayan, görülmedik, değerli, kes­kin bir şeyler vardı. Gerçeğin şiire garip bir biçimde girişi, yaşamla söz arasında bir ses tonu eşitliği. Sanki çağdaş bir yeninin keşfi. Le Spleen de Paris' yi Arsene Houssaye'e gön­derdiği zaman, Baudelaire'in Gaspard de la Nuit'den Tron­çons du serpent'a nasıl geçildiğini anlatan sözlerini anımsı­yor musunuz? Bilmiyorum neden, yukarki şiiri okur oku­maz, bu sözler geldi aklıma, metnin tamamı şöyle:

… "Aloysius Dertrand'ın ünlü kitabını (sizin, benim ve dostlarımızdan birkaçının tanıdığı bir kitap ünlü adına layık ­değil midir?), belki yirminci kez karıştırırken, aklıma aynı şeyi denemek ve onun, son derece çekici olan eski günlerde­ki yaşamı betimlemekte kullandığı yöntemi yeni yaşamın, daha doğrusu yeni ve çok daha soyut bir yaşamın anlatılma­sına uygulamak geldi ...

. .. Kafamı kurcalayan bu ülkü özellikle büyük kentle­rin çokluğundan, aralarındaki sayısız ilişkilerin iç içeliğinden doğuyor ...

Baudelaire'in bu niyetini, ki aralarında daha bir sürü benzerlik var zaten, gayet haklı olarak bugün Lucien Scheler'in içinde bulunduğu duruma uygulayamaz mıyız?

İçinde yaşadığımız şu çağda, büyük etkilere, edepsiz duygululuğa, derin şeylere eğilim duyulan şu günlerde, hiç gürültü koparmayacak, küçük, sessiz, garip bir kitap bu. Ama size garanti veririm ki, Miller'ler sustuğu ve Saint - Germain-des- Prés'den gelen, geçici bir hevese benzeyen o aşırı üreme durduğu zaman, bu kitap okunacaktır. Yeni bir yaşamın betimlemesine ayrılmış, şairin ilk kez şiir dışına çıkmadan şiir yazabildiği garip kitapcık: Paris, Darnand'da Galiffet'yi, Hitler'de Bismarck'ı görüp tanıdı. Büyük kent­lerin çokluğundan, bu kentler arasındaki sayısız ilişkilerin karmaşıklığından doğmuş olan garip kitapçık:…

"Kentin dı­şındaki mahallelerde nisan'dan ve akdikenlerden akisler var, ve aşağılardan Noumea'ya sürgün edilmişlerin sesi geliyor. Dün, bugün, damlarda mevzilenmiş adamlar yurdu mitral­yöz ateşine tutuyor, ama bugün Paris savaşıyor ve onları gebertiyor. Çocuk yatakları, fıçılar, kaldırım taşları, kum torbaları yeniden doğmakta olan ulusun haykırışlarını parlak siperini meydana getiriyor."

Dilin son sınırında dolaşan, içinde, düzyazının birkaç kez on iki heceli mısralarla karıştığı ve l'Autre (Öteki) adlı şiirin küçük mısralarının yaşamı bir çeşit romanslarla selâmladığı garip kitapçık. Daha şimdiden ünlü olduğunu söy­leyebileceğim garip kitapçık, çünkü içimizden birkaç kişi onu tanıyor, ve, hiç kimsecikler sözünü etmese bile, yazarı

... critics all are ready made ...

bütün eleştirmenlerin hazır elbiseye benzediğini hatırlaya­caktır.

La Lampe-tempéte'deki şiirlerin herhangi bir tür içine sokulup sokulamayacağını bilmiyorum, ki bunlar, bir eleştirrnen kafasına göre, şiirle bağdaşmayacak şeylerdir, yine bu şiirlerin düşünceye mi, yoksa masala mı dayandığını, ve Coeur pétrifié' yi (Taşlaşmış Yürek) nasıl sınıflandırabile­ceğimizi de bilmiyorum:

"Mademki tuz yüzdeki çizgilerin dibinde parıldamakta, mademki sel hiç kurumamaktadır, bütün bu insan vücutla­rının asitlenmiş, kömürleştirilmiş, eritilmiş olmasının ne öne­mi var: Elin dal biçimini almasının ne önemi var; gözlerin, erimiş kurşun gibi akmış olmasının ne önemi var; ağzın, için­de artık yalnızca rüzgârın fısıldaştığı kara bir delik olmasının ne önemi var?

Bu insanların külü yeryüzüne sinmiş: Kemiklerinin üzerindeki jelatin bütün kıt'ayı örtmekte, orada birikip saydam bir kristal halini, hâlâ oralarda dolaşan ruhun devşir­diği bir tohum halini almakta. Ateş, kireç, klor, petrol, balta, siyanür, darağaçları ve ölü çukurları onları alt edeme­di, çünkü onların canlı düşüncesi yaşayanlara hayat vermek­te."


Bana göre bu bir şiirdir, çünkü bir ezgi var burada,. çünkü, tıpkı Baudelaire'in Yabancı'sı gibi, bizler de bu satırlarda bulutların, harika bulutların akışını görüyoruz. Ve Lucien Scheler, saygısızca, ama patırdı gürültü etmeden, eleştirmenlerin, son yağmurlarla boy atmış şairlerin, ağızda çakıl taşı yuvarlamaya, yıldız falına ve zihinsel bozukluklara düşkün insanlara, gözleri kör eden ve bazı körlerin mahsus bilmezlikten geldiği bir çözüm yolu gösteriyor: Tam Bau­delaire'in gönlüne göre, biçimi özüne uyan, özü ise, gün ışı­ğını apansız yakaladığı bir gece kuşu gibi, bütün hal ve şartlarıyla verilen, oluşum halindeki yeni dünya olan bir şiir.

Hiç yorum yok: