
Enver Ercan
Cumhuriyet Kitap / Sayı 308
11 Ocak 1996
Sennur Sezer'le söyleşiyi evinde yapmayı ben istedim. Bir de şartım vardı: Eşi Adnan Özyalçıner olmayacaktı evde. Tamam, hafta sonuydu; ama dolaşmaya çıksındı; kızına ya da oğluna ziyarete gitsindi; ne bileyim, bir kıraathane filân bulsundu kendine. Yanlış anlaşılmasın, Adnan Abi'yi de çok severim tabii. Ama baş başa olmak istedim Sennur Abla'yla. Aynı dergi ve gazetelerde yazdık, hatta aynı işyerinde çalıştık birlikte, yine de iki başımıza oturup bir bardak çay bile içemedik karşılıklı. Hep bir yerlere yetişmeye çalışır gibi koşturuyorduk ikimiz de.
Şimdi bir fırsat çıkmıştı karşıma, neden değerlendirmeyeydim ki! Hem, Adnan Abi'yle ilgili, daha doğrusu birliktelikleriyle de ilgili yıllardır kafamda birikmiş soruları da sorabilirdim rahatlıkla. Tabii asıl merak ettiğim evleriydi, o evin içindeki Sennur Sezer'di.
Bir yığın soru vardı aklımda kapısını çalarken. Sennur Abla değil de “15 yaşında işçi kız” açtı kapıyı sanki.
Direnç Şiirleri'ni okurken bu imgeyle birkaç kez karşılaştığım için miydi, yoksa o hep “15 yaşındaki işçi kız” dı da ben günlük yaşamın bozbulanık akışı içinde yüzüne tam bakamamış mıydım daha önce).
Belki her iki sorunun da örtüştüğü bir andı yaşadığım.Ama söyleşiye nereden başlayacağım belliydi artık.
“Sennur Abla ilk şiirin 1958 yılında yayımlanmış. 15 yaşındaymışsın o zaman. O yıllarda kızlar daha çabuk mu büyüyorlardı yoksa?”
“Başkalarını bilmem ama ben “tez” büyüdüm galiba, 7 yaşında ilkokul üçüncü sınıftaydım. Evde, nasıl olduğunu pek de anlayamadan öğrendim okumayı. Sonra Devlet Demiryolları Özel İlkokulu'na misafir gittiğim günlerde, beğendiğim bir ikinci sınıf öğretmeni yüzünden sınava girip onun sınıfına gitmeyi istedim. Başardım da… Elbet, karnemde dizi dizi pekiyiler olamadı o yıl. Okumayı, kör topal hesap yapmayı biliyordum da; okul düzenini pek bilmiyordum, Tam bir "okuma açı" olduğumdan; annemin kitaplığından elime ne geçerse okuyordum.
Ruşen Eşref Günaydın’ın “Damla Damla”sı, Virgil’in 1928 yılında çevrilip basılmış 'Bükolikler'i; “Ev-İş”, “Ev-Kadın” ciltleri; “La Familia”nın Türkçe eki; “Peter Pan”, adı ünlü gazinoya benziyor diye unutamadığım Maksim Gorki'nin bir denizin kıyısında geçen öykülerı; Faust'un başındaki Tanrı ile Şeytan'ın Faust için girdiği iddia ile ilgili bir tezin basılı broşürü pek de anlamadan okuduğum halde, etkisi sürenlerden.
Annemin, anlattığı gerçek yaşamöykülerı; Kurtuluş Savaşı'nın Istanbul'daki etkileri, onun babasız çocukluğunun bir bölümünün geçtiği Cibali fabrikası, babamın zor çalışma koşulları da var arada.
Bendeyse, ben her şeyi biliyorum, dünyayı fethederim duygusu.
Bu duygu, 1959 Nisan'ında okulu, ailemden habersiz, sahte bir dilekçeyle bırakıp, Taşkızak Tersanesi'nde, 16 yaşını yasal bir biçimde tamamlamadığımdan “yaşımıza uygun saatte” çalışmaya başlayıncaya da sürdü.
Şimdi açık yüreklilikle, lisedeyken yayımlanan şiirimin “olgun” değil, “yaşlı” olduğunu söyleyebilirim.
İlk kitabının adı GECEKONDU. Kitaptaki şiirler izlenimden çok yaşanmışlık duygusu uyandırdı bende! Bu şiirlerde öfke de var, hüzün de; kırılganlık da var, pervasızlık da. Tıpkı hayatın kendisi gibi. Senin ilk gençlik yıllarına ilişkin pek bilgim yok, en azından genç okurların da yoktur sanıyorum. Hayatının o dönemde gecekonduyla bağını merak ediyorum doğrusu: İçinde mi dolaşır, yoksa yalnızca önünden mi geçerdin?”
“Ben küçük teknisyen-memur çocuğuyum. Hem DDY lojmanlarının apartmana yakın yapısını, hem oldukça eski İstanbullu ana tarafımın Kasımpaşa’da bir yanı İzzet Melih’ in konağına bir yanı bostana bakan ahşap evinin kuyudan su taşınan, temizliği zor yaşamını, hem babaannemin Eskişehir’deki avlulu, tuvaleti dışarıda kerpiç evini tanıdım.
İçinde yaşamadığım her eve de merakla baktım. Menekşe'deki gecekondular, trenle önünden geçtiğimizde dikkatimi çekiyordu. Bahçelerinde yıkanıyordu el yüz. Dökme suyla. Gecekondu -içini Orhan Kemal yazmıştı: Gecekondu şiiri kurmaca, bir bakıma. Öteki şiirlerde yaşanmışlık payı daha çok. O yıllarda yazılıp kitaba girmeyen şiirler de var. 800 kişilik işverindeki 3-4 kızdan biri olmanın, kitaplarla yaşamın çelişkisinin, sendika militanlığı deneyimlerinin de izi vardır. İnsan yalnız kendi yaşamını değil, başkalarının yaşamından kendine yansıyanları da katar yazdıklarına.”
- Sennur Abla'yı dinlerken kaçamak bakışlarla odada gezdiriyordum gözlerimi. Yirmi metre kadar bir oda. Derlenip toparlanmış. Daha doğrusu böyle bir çaba gösterilmiş, pek başarılı olmasa da. Böyle tepeleme kitap dolu bir odada neyi, ne kadar toparlayabilir ki insan? Kendimi evimde hissediyorum bu yüzden, rahatlıyorum tabii.
Yalnız, çalışma masaları dikkatimi çekiyor. Bir tanesi masa da... diğeri çalışma masası olmak zorunda bırakılmış bir dikiş makinesi. Belli ki durumunu kabullenmiş artık; hem üstünde birkaç sıra kitap barındırıyor, hem de iki yanında. Asıl ilginci de sandalyelerin konumu. Demek birbirlerine sırtlarını dönüyorlar çalışırken. Sonra bu düşüncemden utanıyorum birazcık. Belki de sırt sırta vermek içindir diyorum hemen. Sormadan da edemiyorum tabii.
“Çalışma mekânımızın eve taşınması, bir çalışma düzeni edinme zorunluluğunu da getirdi. Ben evde, ayrı bir odada çalışmayı beceremivorum. Tutsak gibi duyuyorum kendimi. Yıllarca ya vemek masasında ya da mutfakta, mutfak masasında çalıştım. Bir şeyleri tamamlarken. Sonunda böyle bir yol bulduk. Çalışma masam arka odada duruyor. Ayaklarımı uzatma zorunluluğu, dikiş makinemi çalışma masasına çevirdi. Hem, ev kadınının görevlerini de bana hatırlatıyor böylece. Adnan çalışma havasına girdiğinde benim tersime her ortamda çalışıyor.”
Söz hazır Adnan Abi'den açılmışken, birlikteliklerini soruyorum ona. Evlilikleri neredeyse 30. yılına girmek üzere ve her zaman, her yerde birlikteler. Öyle ki bir kokteylde, bir toplantıda, bir meyhanede tek başlarına rastlamadım, hiçbir zaman.
Garip değil tabii, olağan olmadığı da bir gerçek. Neydi bunun sırrı?
“İnsanın yaşamı sevdiği bir arkadaşıyla paylaşmak istemesi doğal bir duygu sanırım. Üstelik biz bu olanağı son yıllarda kazandık. Ayrı işyerlerinde çalıştık yıllarca.
Adnan’ın sendika, dergi çalışmaları oldu, bana aslından daha güzelleştirerek anlattığı… sonra yurtdışı gezileri… Benim ise uzun gelen yıllar boyunca evde çalışıp, çocuklara, evin ihtiyarına göz kulak olmaktan başka yaşama biçimim olmadı. Ya da dışarıda çalışıp eve alelacele dönmek gerekti. Yurtdışına tek başıma tek çıkışımda da, 'hay Allah Adnan bunu görseydi' diye dolaştım. Tek çare her yere birlikte gitmek. Yine de eve dönüşte birbirimize değişik öyküler anlatıyoruz. ”
- Sennur Abla sözünü bitirir bitirmez izin isteyip mutfağa gidince, rahatça odayı iyice bir inceliyorum. Adnan Abi'nin masasında bir bebek resmi var. Kızının çocuğu olmalı. Oğlu da evlendi ama ... En iyisi Sennur Abla'ya sormak...
Önce böreklerimiz geliyor. Üstü susamlı. Susamlı börek hiç yememiştim. Tabağa baktığımı görünce, yalnızca açlıktan kaynaklanmadığını anlıyor ilgimin.
“Yemekle şiirin bir ortak noktası var: Alışılmış malzemeyle, alışılmamış bir sonuca ulaşmak. Şiirde de, yemekte de kimi eksikler; yadırgatıcı bir ögeyle tamamlanabilir.
Bu böreğin içinde peynir, kıyma gibi bir iç. Susam, tadıyla örtüyor bu eksiği. Kokusuyla da. Şiirde de kimi zaman içeriğin eksiğini biçim tamamlar fak edilmez içerik yokluğu”
Ve çay. Ve işte ince belli bardaklarımız.
Aslında sorarmış konuklarına “bardakla mı, fincanla mı?” diye. Ama benim de sıkı bir 'çay'cı olduğumu bildiği için gerek duymamış. Benimse aklım Adnan Abi'nin masasındaki fotoğrafta. Ayşe'yi, Ahmet'i soruyorum bu kez. Yıllar sonra başbaşa yaşıyorlardı artık, Adnan Abi’yle.
“İnsan bir kez ana-baba oldu mu, bep öyle kalıyor galiba. Ana-babalığın bir ikilemi var, hem çocukları özgür, kendi bildiğince yaşamasını istiyorsun, hem de herkesin, senin onları sevip beğendiğin gibi sevip beğenmesini... Bir kez bu olanaksız.
Toplum ve düzen yalnızca kendine körü körüne uyanları beğenir: Bu bağımlılıklada özgür olunmaz. Özgür olmayı denemek eleştirileri getirir. Çoğunlukla da bu aileye yöneltilir. Bunu göğüslemek var. "
Çocuklar, büyüdüklerini kanıtlamak için; önce ana-babalarından kopmaya, kararlarını kendileri vermeye başlarlar. Bu birey oluş dönemi de acı verir, çoğunlukla. Bağımsız olmayı denerken, kırıcı da olabilir insan.
Ana-baba, ya da nine-dede olmanın bir başka yanı da kendini dünyadaki tüm çocukların, gençlerin yakını duymak. onları savunmak, korumak duygusu. Bu da, insana ilkgençlikteki savaşkanlığı veriyor. Zor; acı, ama güzel.”
Börek nefis. Çaysa tam kıvamında.
Sohbetimiz de öyle. Ben yeniden şiirlerine dönüyorum Sennur Abla'nın.
“İkinci kitabın Yasak, Gecekondu' dan iki yıl sonra yayımlanmış; 1966'da.
Zaten şiirlerin dokusundan da, atmosferinden de, izleklerinden de yakın dönem şiirleri, hatta aynı yıllarda yazılmış şiirler izlemini, kitapların basılış tarihleri olmasa da rahatlıkla edinebilir bir şiir okuru .. Tabii daha bir süzülmüş şiirler bunlar. İlk kitabındaki gibi yine tanıklıklar var bu kitapta da.
Ama Yasak'taki tanıklıkları daha bir somutluyorsun: Kerim Korcan, Rıfat Ilgaz için yazılmış şiirler sözgelimi.
Bir şey daha eklemek istiyorum soruma: Sevdalanmayı biliyorsun da sevişmek bir ayıpmış gibi kimi şiirlerinde. Bir dönem toplumcu şairlerin aşktan söz etmesi hoş karşılanmazmış. Senin böyle bir kaygı taşıdığını sanmıyorum. 'Kadınca tedirginlik' mi vardı kaynağında yoksa?”
“Elbet, kusurlarını bağışlatmaz ama, “Gecekondu” da, “Yasak” da aceleye gelmiş kitaplar.
İlkinde Asım Bezirci ile Hüseyin Cöntürk tartışmasının genişlemesinin payı vardı. TİP' li arkadaşlarım sıkıştırdı. Üstelik kitabın parasını da onlar karşıladı. İkincisi de benzer bir şey. Bülent Habora, yayınevi kurdu, siir dizisinin ilk kitabının da benim vereceğim bir kitap olmasını ısrarla istedi. Kitaplar pek güme gitmedi ama resmî edebiyat sınırlarına da girmedi.
Üçüncü kitabımın tarihinin 1977 oluşu, hem daha değişip gelişmek isteğiyle beklemenin, yani ilk aceleciliklere düşmeme isteğinin, hem de benden ünlü bir yazarın eşi sıfatından kurtulmak isteyişimin sonucu.
Şiirimde sevdalanmak kadar sevişmeler de var. Belki kadınca imgelerle. İlk şiirlerimi 'erotik' bulanlar beni korkuttu belki. Ama sevişmeyi ayıp saymak, şiirlerimde yer alıyorsa, bu benden değil, toplumdan yanıyan bir bakış açısı. Yıllar sonra, bir okurum, bir sevda şiirimin Adnan'a yazılıp yazılmadığını sorup, hayır yanıtını alınca, şöyle demişti: “Peki bu şiirin kitaplarınızın yeni baskılarında yer almasını eşiniz nasıl karşılıyor?”
“Kadınca tedirginlik” dedim ya, senin şiirinin ilk kitaptan son kitaba hep bir kadının kaleminden çıktığı çok belirgin. Biliyorsun, kadın yazar-erkek yazar tartışmaları da olur zaman zaman edebiyatımızda. Sen nasıl değerlendiriyorsun bu olguyu?”
“Yazarlar, cinsiyetlerinin, yaşayışların izlerini bırakırlar yazdıklarında. Özentiye düşmezlerse. Biliyorsun kadın şairlerimiz erkek gibi yazmakla; kendi duygularını erkek söylemiyle yansıtmakla suçlanırlar. Ben bir yazarın “sınıfsal-toplumsal-cinsel kimliğinin yazdıklarına yansımasından yanayım. Bir başka deyişle, masal genç kızları -gibi erkek kılığına girmesi gerekmez dövüşmek için.”
“Sırası mı şimdi diyeceksin ama merak ediyorum açıkçası: Adnan Abi evde nasıldır, sana yardımcı olur mu, sözgelimi yemek yapmak, bulaşık yıkamak gibi sorumluluklarının bilincinde mi?”
“Doğrusu başlangıçta böyle sorumluluk paylaşmalarına girmedik. Ben, (kadın yazarlarda yaygın galiba) “her şeyi yaparım, yazı da üstelik” havasındayız. Evden çocukların doğumları için ayrıldığımdaysa, Adnan'ın halası, birlikte yaşadığımız için yardımcı oluyordu. Adnan da “iyi çay demlediğini, menemen yaptığını” savunup duruyordu. Dört yıl önce bir yurtdışı gezisi için evden on beş gün ayrıldığımda, oğlum makarna-ızgara et-yumurta yemeklerinin tekrarından şikâyet etti. Adnan’ın elindeki deterjan yaralarını ise aylarca tedaviyle uğraştık. İki yıl önce ciddi bir hastalık geçirdim biliyorsun. Aylarca yere basamadım. O zamandan beri kahvaltıyı o hazırlıyor: Bence sorumluluktan değil sevgiden. Zaten ben “zorunluluk” ya da “sorumluluktan” yapılan işlere inanmam.”
Önce bir anlam veremedim, birazdan geçer dedim ama Sennur Abla'nın tedirgin bir hali var, beni bir türlü rahat ettiremiyormuş, ikramda kusur ediyormuş gibi eksikleniyor.
Gerçi keyfimin yerinde olduğunu hissediyor, hele ikinci çayımı içerken, ama elimde değil demek ki. En iyisi sorulara ara vermemek.
“Abla biliyor musun, bana göre senin şiirin asıl açılımını "Direnç" ile yaşıyor. En çok da "Bir Annenin Notlar"ı bölümüyle.
1969' da anne olmuşsun. 3 yıl sonra da Ahmet doğmuş. Direnç'in yayımlanış tarihi ise 1977. Şiirlerinden biliyoruz hayatla yüzyüze olan, ekmeğini kazanan, toplumsal değerleri sorgulayan bir insansın. Ayrıca politik bir ortamın da aktif olarak içindesin.
Oysa bütün bunları bir ölçüde de olsa engelleyen bir süreç yaşıyorsun. Bu bölümdeki şiirlere yansıyor yaşamındaki değişim. Sözgelimi “Dışında Olmak Kavganın” adlı şiir, sözgelimi “Akşam Türküsü.”
Akşam Türküsü'nün sonunda 'Hadi kendini yen hadi kendini' diyorsun ama şiire;
'Kimse öldüremez bu boşunalık duygusunu!
Soğan doğra, kıyma koy, ateşi kıs!
Ateşi kıs pirinçler diri kalsın!
Salçalı pilavlar votkalar kahkahalar!
Ödemez arkadaşsızlığımı'
diye başlıyorsun.”
“O şiir; 1970 Haziran’ından sonra yazılmış olmalı: 'Orhan (Kemal) abi ölmüş dizesine göre. Yalnız çocuğun sorumluluğu değil beni bunaltan. 1970'in o günleri. Yapılması düşünülen işler için adımın akla bile gelmemesi: 'çocuğu var'. Payıma yalnızca beklemenin düşmesi. Neredeyse çevrenin senin okur-yazarlığını bile unutması. Öte yandan ekmeğini kazanmak için düzeltiler yapmak, fotoromanlar düşünmek, radyo oyunu ayarlamalarıyla uğraş-mak. Konuşabileceğim tek kişi Adnan. O da o kadar geç geliyor ki eve, Edebiyatçılar Derneği, gazetedeki iş, arkadaşlarıyla ayaküstü konuşma. Eve gelip gidenler ise, ev kadınlığımla meşgul gibi. Ya da bana öyle geliyor ..
Neyse, o şiiri hem basıp, hem beni uyaran Yaşar Nabi'nin sözü var sırada. “Bu kadar özel durumlarını yazma” gibi bir şey...
“Direnç'in üzerinde biraz daha duralım mı? Bu kitaptaki şiirlerde deyim yerindeyse yurtdışına açılıyorsun; Angola, Çin, Almanya, Güney Afrika da giriyor şiir serüvenine.”
“Almanya'ya işçi seçilişini, ben tersanede yaşadım. Kısa sürede en seçme ustalarımız Almanya'ya gitti. Sonra o dış göç furyası. Bir masal ülkesi. Burada, geride kalanların dramı. Özellikle çocuklar: Sorun benim için burada yaşandı. Angola, az ötemizdeydi, Çin de öyle .
Hele ırkçılığın direndiği Güney Afrika. Şiirlerimde masallar anlatırken hem o ülkelere duyduğum yakınlığı anlattım, hem de Türkiye’den görünümler koydum o masallara. Onların arasında Vietnam ve Filistin de var. Adları açıkça anılmasa da … Benim için “Çin kadar uzak, can kadar yakın”dır yazdıklarım.
“1982’de “Sesimi Arıyorum” yayımlandı. Benim satın aldığım ilk kitabın bu olmuştu. Daha öncekileri piyasada bulamamıştım bir türlü. Sanıyorum, böyle bir kitap adı benim gibi başka okurları da şaşırtmıştır. Tabii aynı adlı şiiri okuyunca her şey yerli yerine oturdu:
“Bir ses arıyorum
Yeni bir şiire başlamak için
Bir doğum çığlığı gibi kaçınılmaz
Çocuğun ilk ağlayışınca güzel
Bir ses”
Haksızlıklara, adaletsizliklere yine öfkelisin; öfkenden hiç ödün vermiyorsun da hafif bir humour beliriyor bu kitaptaki kimi şiirlerde. Sözgelimi, “Gül Felsefesi” nde, “Bülbüle Sitem”de iyice belirgin olarak hem de...
Ha, bir de adıyla, sanıyla Adnan Abi için yazdığın ilk şiirin de bu kitapta.”
“Bir Sevgi Şiiri”, Adnan'a yazdığım ilk şiir değil. “Direnç” te de ona yazılmış şiirler var. Kitaplara girmeyenler arasında da.
Ama, bir “sevgiyi yaşayamayıp, bir siperde iki asker gibi olmanın dostluğunu", bir dönemi de anlatarak yansıtırken bu şiirin kime yazıldığı belli olsun istedim. Şiirin başına Adnan’ın adını koydum.
Humour daha önceki kimi şiirlerimde de vardı. “Özet” , “Akşamla Sürüler İnerdi” , “Ölümün Çırakları”, “Baterist Guido”... “Sesimi Arıyorum” da öfkeyi yansıtmak için alay tavrını seçtim sonunda.
Bence en keskin alay şu dizelerde :
“ Söyle âşık neredeydin?
“ Kerem yanarken aşkla
-Aslı’nın kucağında
Alaysama hep silah olmuştur... Zorda kalındığında.”
Sonunda rahatımın yerinde olduğuna ikna ettim Sennur Abla’yı.
Bu kez çayları tazelemeye giderken tedirginliği kalmamıştı artık. Belki de böreklerin kırıntısını bile bırakmadığımdan kaynaklandı bu güven duygusu. Böyle hınzırca şeyler düşünmeye kaptırıyordum ki kendimi, birden bir kanat sesi. Sonra başka kanat sesleri … Evet onlar, güvercinler...
Onlar, Sennur Abla'nın çalışma masasının önündeki pencere pervazına özenle bırakılmış ekmek kırıntılarını yerlerken aklıma “Annem ve Kuşlar” şiiri geldi, ister istemez.
“Sennur Abla” dedim “Annem ve Kuşlar”ı senin sesinden dinleyebilir miyim?'
Önce gözleri dolar gibi oldu, kırmadı ama beni.
Şiir bittiğinde bir süre sessiz kaldık, Güvercinlerin sesleri yetiyordu ikimize de.
“O kış ölenleri ödemek için mi?” diye soruverdim usulca.
“Belki. Bir ozanın yaptıklarından, yaşadıklarından kim sorumlu? Savaş, kırım, kıtlık kimin yüzünden. Belki hâlâ yaban kuşları avlanıyor; kapancılarca… cılız, hastalıklı çocuklara şifa diye ..”
Bir an sustu. Sonra:
“Ama yazdığım şiirler annemin yarım bıraktığı şairliğini tamamlamak için. Onun yazdığını, pek çok kadın gibi, yazıp durduğunu biliyorum” dedi.
“Annem ve Kuşlar” şiiri “Bu Resimde Kimler Var” adlı kitaptandı ve 1986'da yayımlanmıştı. Kitabı okumuştum, biliyordum ama yine de kısacık olmuştu sorum:
“Peki o resimde başka kimler, niye var?”
“O resimde çizilenlerin kimisi gençlik arkadaşları, öldürülmüşler; kansere zorlanmışlar: Vasıf Öngören, Oktay Arayıcı, Güner Peyman ... Kimisi çok kısa sürede tanıyıp sevdiğim aydınlık savaşçıları, yine öldürülmüşler;. Kemal Türkler, Talip Öztürk, Sevinç Özgüner...
Tatsız bir kazayla ölen bir dost Abdülkadir Bulut, babasının yerine vurulduğu söylenen, ya da bir kaza kurşunuyla ölen yedi yaşında bir çocuk, Beyrutlu bir nine, onun çocukken yanan kız kardeşi Hacer, Beyrut'ta bugün ölen çocuklar, hapse düşmüş dostum; Orhan Taylan'ın resimleri... Kısaca geçmişim, gençliğim ... Neden mi? Adlarını yazamadığım, ölümlerine gidemediğim başka dostların acılarını azaltmak için.”
Aslında 1991'de yayımlanan “Afiş”le ilgili sorular da soracaktım, “Neden” diyecektim “öfke yok artık şiirlerinde.”
Zaman zaman ironiye sarılsan da, niye aşk ve sevda başköşeye kurulmuş böyle; ve niye daha çok “iç”e bakıyor gözlerin ve yüreğin: ev içlerine, insanların içlerine, kendi içine... Ama sormadım. İstedim ki onu da Sennur Sezer'in şiirini izleyen her okur kendine göre yorumlasın.
Zaten kapının zili de çalmıştı. Söyleşimiz bitmişti artık, ben vedalaşmaya hazırlanıyordum ki, Adnan Abi de kendi şartını öne sürdü: “Ya yemeğe kalırsın ya da Sennur Ablan söyleşinin yayınlanmasına izin vermez”. Yüzüne baktım, kızgın falan değildi bana, kadim bir misafirseverin gözleriydi gördüğüm.
Masaya oturduğumuza göre iki kadeh de rakı içecektik artık. En azından yemeklere ayıp olurdu: Köfte, patates, pilav, salata, beyaz peynir, cacık ve zeytinyağlı yaprak sarması. Üstelik kalem gibi sarılmıştı hepsi.
Açıkçası şaşırdım, sevdiğim yemeklerin tümü bir sofrada nasıl yan yana olabilirdi böyle?
Belleğimi yokladım yemekler konusunda hiç sohbetimiz olmamıştı Sennur Abla'yla. Sezgi dedim sonunda. Kadınca bir sezgi. Sofrada daha bir sürü şey konuştuk. Ne de olsa konuşkan insanlardık üçümüz de!
Ama bir soru da Adnan Abi'ye sormalıydım. Hem de söyleşide yer almalıydı yanıtı. Sordum da: “Evde çalışırken, birbirinize gösterir misiniz yazdıklarınızı!. Ama daha bitmemişken, fikir sormak, öneri almak için.
Ve bir soru daha, bir gün içinde “seni seviyorum” sözcüklerini en çok hanginiz kullanıyor?”
“Ben de Sennur da bunu hep yaparız. İkimizin de daha yazıyı, öyküyü, şiiri bitirmeden bölümlerini okuduğumuz olur. Bunlar beğendiğimiz, cuk oturttuğumuz yerlerdir çoğunlukla. Beğenilme, övgü duyma isteğiyle yapılan bir şey. Bütününü birbirimize okutmaksa değişik bir konu. Eleştirilmesi için. Aksak, sarkan yerlerinin düzeltilmesi için. Dil, yazım, anlatımdaki, kurgudaki aksaklıklar; yanlışlar... Noktasından virgülüne kadar. Amaç yabancı bir gözle gözden geçirerek redaksiyon yapmak, yaptırmak. Onun için biz ikimiz birbirimizin el değmemiş okuruyuz.
Biz evlenmeden önce de birbirimizin ilk okuru, eleştirmeni olduk. Sennur benimle ilk kitabımın taze okuru olarak tanıştı. Ben de 'Gecekondu' kitabını basılmadan Konur’ la birlikte düzeltip eleştirmiştim. Teknik düzeltmelerin dışındaki eleştirilere, önerilere uyup uymamakta ikimiz de sonuna kadar özgürüz.
Ben böyle yayınlanmadan okumalara, eleştirilere, yapılacak değişiklik önerilerine, daha çok da "yumurtladığı yumurtanın büyüklüğünü gösterebilme çabasına" a'cılardan alışığız. Biz a'cılar, Onat Kutlar, Hilmi Yavuz, Kemal Özer, Ülkü Tamer, ben yazdıklarımızı her akşam buluştuğumuz kahvelerde birbirimize okurduk.
Ben onlardan alıştım da, Sennur kimden alıştı? O da benden alıştı herhalde.
“Seni sevivorum”a gelince ikimiz bunu da hep yapıyoruz. Bir otuz yıla yakındır bu böyle gidiyor. Ama galiba ben, hep 1-0 öndeyim. Yoksa bu işte de erkeğin hep üstün gelme isteğinin payı mı var, ne dersin ?”
Öğreneceğimi öğrenmiştim, kalkma saati de gelmişti artık. Beni uğurlarken bir ara Sennur Abla içeri girip gidip elinde bir naylon torbayla geldi. “Eve götür” dedi, “sen seversin.”
Bu kez de ben sezmiştim. Zeytinyağlı yaprak dolmasıydı paketteki.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder