RSS

6 Şubat 2010 Cumartesi

TOPLUM OLARAK KOORDİNATLARIMIZI YİTİRDİK

Konuşan: Ayşe Sevim / Ekim 2002


II Eylül sonrası, dünya nasıl bir görünüm kazandı?
Bence 11 Eylül derin dünya devletinin Susurluğu'dur. Bu yeni bir olay değil, senelerdir devam eden bir olay. Ancak bana sorarsamz, oğul Bush'un aceleciliği meseleyi biraz daha öne getirdi. Nasılsa olacaktı. Bunu ben söylemiyorum ama Amerika'da dünyanın gittiği yönü iyi takip edenler, zaten 2012 yılı gibi ABD 'de sıkı yönetimin ilan edileceğini, anladığımız anlamda demokratik ABD'nin ortadan kalkacağını ve yeni bir ABD'nin geleceğini söylüyorlardı. Sadece daha erken oldu ama bu çoktandır hazırlanan bir durumdu. O bakımından şaşırtıcı bir tarafı yok. Müslümanlar niye teröristlerle bir tutuluyor? Çünkü şu anda yeni dünya devletini kurmaya çalışanların gözlerini diktikleri zenginlikler Müslümanlarda var, onun için. Müslümanlarda olmayıp Hindularda olsaydı Hindular olacaktı; Aborjinler olsaydı onlar terörist olacaktı.


Bir senaryo yazılıyor ve sonra onun üzerinden oynanıyor.
Tabii bu, çok da eski bir senaryo; bizim zaval1ılığımız, dünyanın bir türlü farkına varamayışımız. Anlamanız gereken bir şey var; mesele ABD değil, düşman olan o değil. Bu işleri yapan, bir grup insan ve bu bir grup insanın içinde ABD'liler başı çekiyorlar. Bir kere Amerikan halkını, yeni dünya düzenini kurmak isteyen ekipten ayırmak lazım. Çünkü yeni dünya düzenini kurmak isteyen ekip, başta ABD halkına karşı.

Sizce Türkiye'nin Filistin konusundaki tutumu nasıl?
Türkiye devleti her şeyden önce kendi halkını korumak istiyor, bu da hakkıdır bir devletin. En büyük görevi budur. Kendi halkını korumak, içinde bulunulan koşulları çok iyi hesaplamak lazım. Bence şu anda onu yapıyor.

Doğru adımlar atıyor o zaman.
Doğru veya yanlış Türkiye'nin Filistin'de olan bitene elini ovuşturup "oh oh, ne ala" demesi mümkün değil. Böyle bir şey yok. Ama gene "bizim her zamanki problemimiz bu devletin problemi" demek istemiyorum, birey birey her birimizin problemi. Olayların bu hale gelebileceğini öngörmemek sıkıntısı. Bu kadar bağımlı olabileceğimizi, nasıl bir tedbir alıp da daha güçlü olabileceğimizi öngörmediğimiz için kendimizi öyle bir noktada buluyoruz ki, bulduğumuz noktada ödün veriyoruz, başka bir çaremiz kalmıyor. Mesele bu.

Kuvvetli devlet politikası izlenmediği için denilebilir mi?
Kuvvetli bir devlet politikası ama önce "lkinci Cumhuriyet"çi olmadığımı belirteyim. Her şeyden devleti sorumlu tutan bir kişi de değilim çünkü devlet biziz. Devlet aydan gelmedi, hepimizin devlet memuru olan bir akrabası var: Subay olan bir akrabamız var en azından ya da askerliğini yapan bir akrabamız. Ve bu konular halkın genelinden kopuk değil. Kendimizi kandırırız aksi takdirde, 'biz böyleyiz ama devlet şöyle; biz şöyleyiz ama devlet böyle'. Hep beraber bir ruh halinin sıkıntısını hissediyoruz. Bu ruh hali de, günlük yaşamak. Attığımız adımları hesaplamamak, dünyayı tanımamak, dahası dünyayı tanımaktan da korkmak. Sanki biz bakmazsak dünya farklı bir yer olacakmış gibi, öyle değil. Yıllar var ki kötülüğün gözünün içine bakmayı unuttuk, kendimizi kandırıyoruz. Bunu ekonomide de, eğitimde de, dış politikada da yapıyoruz. Ama bunu yapan biziz. Bugün bir adam çıksa da bize tüm gerçekleri anlatsa hiç birimizden bir oy alamaz. Nasıl ki "gecekondu yaptırmam" diyen adam da oy alamaz, aynı şey. Hadi kolaysa de bakalım "gecekondu yaptırmam"; oluyor mu? Yapılmaması gerektiğini bile bile hazine arazisinin, hatta özel arazinin talan edildiğini görüyoruz. Hadi bakalım bir politikacı çıksın ve doğruları söylesin, bakalım kimden oy alır. Biz kendimizi kandırmayı çok seven bir milletiz. Bizden oy isteyenlerin bilgilerini, seviyelerini bile sorgulamıyoruz.

Halkın memnuniyetsizliği neden kaynaklanıyor o zaman?
Çocuksu tavır yüzünden; duygusal yaklaşım. Ön-insan. Devlete, annene kızar gibi kızıyorsun ama hiç bakmıyorsun annenin koşulları nedir? Bakamıyorsun. Sürekli senden büyük bir otoriteye sığınmna ihtiyacın var. O otorite seni korusun, gözetsin istiyorsun. Nedir o otorite? İşte, önce anne, sonra devlet, şimdi de Avrupa Topluluğu. Biri sana illa söyleyecek ne yapman gerektiğini, çünkü o sorumluluğu üstüne alacak kadar büyümüş bir toplum değilsin. Kendi başına ayakta kalabilen bireyler değiliz. Yurt dışında çocuk 14 yaşına geldi mi evin giderlerine katkıda bulunmak zorunda. Tamam, acımasız bir yan var ama bu, o çocuğu birey haline getiriyor: Birilerine sığınma ihtiyacı hissetmiyor. Biz ise önce ailemize sığınıyoruz, sonra eş-dost, sonra devlet. Deprem olduğunda, adamlar çamur içindeki çadırları gösterip "Nerede devlet'!" diyor. Eline bir kazma alıp yağmur sularını dökecek bir kanal kazamıyor. Koskoca adamlar, bebek gibi "Gelsin devlet" diyor. Çünkü biz "devlet baba" deriz. Devlet, baba gibi hep toparlamak zorundadır bizi. Kimsenin sorumluluk almaya niyeti yok.

Peki Avrupa Topluluğu'na girmemiz konusunda ne diyorsunuz?
Avrupa Topluluğu'na girmek istediğimiz görülüyor yapılan istatistiklerde. Avrupa Topluluğu'nun yeni bir kurtarıcı olduğunu umuyoruz ama öyle değil. 'Üretmeyen bir toplum, Avrupa Birliği'nden nasıl fayda umuyor? Türkiye'de, Avrupa Birliği'ne katılmak isteyen sevgili halkımıza bir bak, kendi ülkesinde iş yapacak bir becerisi yokken Avrupa'da ne yapacak? Hem de 65 milyonumuz. Ama Türkiye'de iki kaz güdecek halde olmadığımız açık. Ülkede, 700 gençten sadece birinin meslek sahibi olduğunu biliyoruz. Aradaki bilgi ve dünyayı tanıma uçurumunun farkında değiliz,

Avrupa Birliği'ne girmememiz gerektiğine dair uyarılar var, bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Her uyarıyı dikkate almak gerekir.

Sizce haklılar mı yani?
Her uyarı haklıdır, Biri, bir yola giderken bir başkası "bir de şu yola bak" dediğinde, her zaman haklıdır, Ha, onun uyardığı son tahlilde hatalı olabilir, olsun, Uyarı her zaman haklıdır.

Sizce neden bu kadar muğlak bir toplumuz? Ne geçmişimiz, ne geleceğimiz belirgin…
Bu toplumun koordinatlarını yitirdiği kanısındayım, Yani sağım, solum, arkam, önüm nedir? Ben neredeyim? Tarihinim kültürüm nerede? Bunların cevapları yok. Ve bu koordinatlar Avrupa'da değil, Asya'da, Çünkü kök, Asya'da, Kullandığın dilden inanç tortularına, dünyaya bakış tortularına kadar Asya'da zaten, Koordinatları anlamak lazım, onları fark etmek gerek. Koordinatların farkında olmadığımız için, kendimizi tanımadığımız için dünyayı anlamakta zorlanıyoruz. Dünyayı anlamıyoruz. Herkes bir hikaye yazıyor, bu hikaye sökmüyor gördüğünüz gibi, Çünkü ciddi bir gayretimiz yok kendimizi tanımak için, Ne dilimizdeki inançları biliyoruz -yani dilden geçen inançları- ne ideallerimizi, hatta ne de İslamiyet'i biliyoruz. Şimdi bu kadar flû bir toplum, kendine sahip çıkamamış; nasıl bir başka toplumun önünde sıkı duracak ki? Benim önerim, önce bir kendimize gelmek ve kendimizle ilgili bir takım doğruları teslim etmek; ha, ondan sonra yeniden bakalım. Ama önce, birilerini örnek almadan kendimizin ne olduğunu bilmemiz lazım. Sonra eğer biz, fen bilimlerini Çin üslubunda daha kolay öğrenebileceksek, oraya bakalım diyorum. Niye? Belki bize daha kolay geliyor. Yemek pişirirsin değil mi? Ben sana desem ki; 'Git, krep süzet yap'. Neden boğulasın ki? Belki sen ondan çok daha güzel, baklava açabilirsin. Bu bakımdan, sana daha yakın olan; daha kolay olanı tercih etmek. Mesela İngilizce eğitim vermek. Ne fiziği öğreniyorsun, ne İngilizceyi sonuçta. Peki bu işi başımıza neden aldık? Biz aklımızı mı kaçırdık?

Neden aldık?
Valla dayatıldı. Şöyle dayatıldı: Yeni dünya düzeninin bir numaralı hedefi, İngilizce konuşan Anglosakson-sever bir dünya toplumu yaratmaktır. Hedef budur. Adamlar bunu 1870'ten beri söylüyorlar. Ha, Türkler dinlemiyorlar; Türkler hiçbir şey dinlemiyor zaten. Ama adamlar söylüyor; her yerde demeç veriyor, her yerde yazıyorlar. E, sen ne olmak istediğinin farkında olmadığın için bir zaman sonra kabulleniyorsun bunu, olay bu. Şundan vazgeçmeliyiz artık: "Onlar yaptı." Hayır., onlar bir şey yapmıyor, biz kendi kendimize yapıyoruz. Mesela İngilizce eğitimde; bir dur, sonucuna bak. Bir düşün, niye yapıyorsun? Daha önce bunu deneyenler ne yapmışlar? Ama biz araştırmayız, soruşturmayız, bakmayız. Türkçemizi doğru dürüst kullanmayız ki karşılıklı anlaşabilelim. Şimdi gelinen noktada, 65 milyonluk bir takım, Avrupa Topluluğuna girmek için uğraşıyor. Ne olmak için? İstesen de olmaz. Türkiye bundan çok daha ağır krizler geçirdi. "Kriz, kriz, kriz" deniyor. Oturun bakın, II. Dünya Savaşı’ndan sonraki krize. Bu ülke her zaman sıkıntı geçirdi.

Ekonomik krizle birlikte işsizliğin arttığı, özel sektörün öldüğü biliniyor. Bu da "hantal devlet" dedikodularını yeniden çıkardı. Devletimiz hantallaşıyor mu?
Hayır, bunlar boş laflar. Özel sektör, devletten daha az hantal değil. Eğer bir hantallık varsa, o bizim genel hantallığımız. Bu kadar özel bankayı devlet batırmadı, böyle şey yok. Onun için bu, bir özel sektör kandırmacasıdır. Artı, hantal devlet denilen bir sosyal dayanışmayı ortaya koyan, devlettir. Yani eğer odacı alıyorsa; odacı oraya gidiyorsa, başka iş bulamadığı içindir. Yoksa kimse kapının önünde beklemez, karıştırmayın durumu. İşsiz kalınca, devlet kapısına. Siz, devlete her parmağınız acıdığında baş vuracaksınız, sonra dönüp "devlet, hantal" diyeceksiniz, böyle kandırmaca olur mu canım? Hem özel sektör madem bu kadar başarılı, biz bir kilo elmayı neden bütün Avrupa devletlerinden daha pahalıya satın alıyoruz? Hayır, değil. İthalatı yapan kim! Devlet mi, özel sektör mü? Hantal olan kim?

Gençlerde satanizm, uyuşturucu, intihar vb. olguların arttığı görülüyor. Neden gittikçe artıyor bu rakamlar?
Ülkenin gidişatı hakkında bir mutabakat yok ki, gençlerin kararlı olması beklensin. Böyle bir mutabakat olmayınca gençlere yansıtacak bir idealin kalmıyor elinde. O zaman da satanizm, uyuşturucu vb. artıyor. Ülkeler, hedeflere doğru giderler; bir idealleri olur, bizim böyle bir derdimiz yok. Bir yandan devletin dibini oyuyoruz, öteki taraftan politikacılar için "kaka yaptın" diyoruz. İçimizden çıkan insanlar onlar, kim seçti onları? Yarın en beğenmediğin politikacı oy almayacak mı? İnanın alacak. Tansu Çiller alacak, Süleyman Demirel siyasete girsin, o da alacak. Ne zaman politikacı cezalandırıldı ki oylarla, bir şeyler bekliyoruz. Hayır, veriyoruz oyu. Politikacılar aydan gelmedi. Şımarık çocuk gibiyiz, kızıyoruz hemen. Canımız yanınca politikacıya kızıyoruz. Kızsan ne olacak? Senin içinden geliyor o kızdığın politikacılar. Ya da şöyle bir bak politikacıya, biz yardım ediyor muyuz? Hangi entelijansiya yardım ediyor? Bir mutabakat var mı, "Türkiye şöyle olmalıdır", "ahlaki değeri bu olmalıdır" diye? Yok. Bu dağınıklıkta politikacı ne yapsın? Aileler aptal gibi, onlar ne yapsın? Toptan bir dağınıklık olduğunu görmemiz lazım; şuna çat, buna çat, bu şekilde olmaz bu. Bakıyorum, hala "anayasayı düzeltelim, her şey düzelecek" gibi laflar var. Hayır, biz kendimize "Ne oluyoruz?" diye bakmadıkça hiçbir şey düzelmeyecek.

Eskiden "özel televizyonlar yok" deniyordu, o yüzden millet istediğini yapamıyordu diye TRT'ye kızarlardI. Ne oldu özel televizyonlar gelince? TRT'yi mumla arar hale geldik. Tiyatrolar için de aynı eleştiri getiriliyordu, buyurun özel tiyatrolara bakın. Niye hiç birimiz gidip tiyatro seyredemiyoruz? Gene mumla arar olduk. Devam edelim: Özel okullar istendi, ne oldu? Çok ımı kaliteli bir iş yaptılar? Verilen paranın karşılığı alındı mı? Meseleleri doğru ortaya koymazsak bu karmaşa devam edecek. Tek tek bireyler olarak meselelerdeki katkımızı ortaya koymazsak, bu iş sonuçlanınaz. Utanmayı yeniden öğrenmezsek bu işin sonu yok. Bakıyorsun, utanmayı öğrenmek gibi bir derdimiz yok

Tamam, kimseyi suçlamayacağız, suçu kendimizde aramamız lazım. Peki ama aydınlar görevlerini yerine getirebiliyorlar mı?
İlla bir grup seçeceksek suçlamak için, evet, bu ülkede bir aydın ihaneti olduğunu düşünüyorum. Çünkü aydınların dünyayı okumak için herkesten daha fazla imkanı olduğu düşünülür otomatikman. Çünkü aydın dil bilir, okur, araştırır vs. Bu insanların, kendi ülkeleri üzerinde hiç düşünmemiş olmaları ve 'düşünmeyi' bir biçimde yaymaya çalışmamaları, toparlanamamaları; en büyük sıkıntı budur. Bir politikacıdan bu beklenemez. Politikacı, hele bizimki gibi bir ülkede, yüz binlerce insanla halleşmek ve onları bir şeylere ikna etmek zorundadır. Gün, 24 saat. Politikacı her şeye koşamaz. Ülkenin gidişatı, genel durumu, olması gerektiği yer, kimliği, problemleri ile ilgili olarak kim yardım edecek bu adamlara? Kimse yardım etmiyor aydınlar adına. Üniversitelerden yardım var mı? Yok ama bahane ararsan bulursun. Bu aynı "tesis olmadığı için spor yapamıyoruz" demek gibi bir şey. Tesisin yoksa yürü en azından, öyle yap sporunu.

Biz şekilciyiz, her şeyde içeriğimiz yok değil mi?
Öyleyiz, bir Müslüman vergisini vermeden durur mu, işçisinin alnının teri kurumadan parasını vermez mi, rüşvet alır mı, bahşiş alır mı? Doğru, biz şekilde çok iyiyiz ama kendi dinimizi dahi götüremedik. Bir Müslüman intihal yapar mı, başkasının kitabını çalarak imzasını onun altına atar mı? Hal böyle olunca ne kadar iyi niyetli olursanız olun, esasa taalluk eden meseleleri tutamadığınız zaman, bunun sonucu budur. lmam-Hatipler'in açık olması ya da kapalı olması tartışılıyor. Bu değil; açık olması ne işe yarayacak, kapalı olması ne işe yaracak? Bu konuşulmalı. Hangisi
olursa olsun ama ne için? Bunun cevabı yok. Ya da Tayyip Bey seçilse ne olur, seçilmese ne olur? İzin versen ne olur, izin vermesen ne olur? Bir meseleyi halledebilecek bir bilgi birikimi, güç olmadığı sürece ve bu, kök salacak kadar sağlam olmadığı sürece ne işe yarayacak onun seçilmesi ... İşte biz bu gerçekleri görmüyoruz. Oynuyoruz ha bire. Başınızı kaldırıp ülkeye bakın; bu ülke Lada'dan başka araba kullanacak ülke değildir ama kullanmıyor çünkü üretimi yok.

Üniversiteli gençler akın akın yurt dışına gitmeye çalışıyorlar, beyin göçünde artış var, ne diyorsunuz?
Beyin göçü artmadı. Üniversitelerdeki gençlerin beyin göçü olduğunu kim söylemiş? Beyin göçü farklı bir şeydir. Onların gitmek istemeleri de normal çünkü kendilerine layık gördükleri tüketim gücünü burada yakalamayacaklarına inanıyorlar. Yurtdışında yakalayabilir mi'? Dünyayı az bir şey anlayabilen birisinin, bu ülkedeki sıradan becerilerle orada hiçbir şey yapamayacağını görmesi gerekir. Görmüyorsa o da onların bileceği bir şey. Biz bunu Merve Hanım'da gördük; eli kalbinde ABD bayrağının önünde özgür olmak için bekliyordu, beklesin.
Problemleri kendimizden başkasnın çözmesi imkansız, bunu anlamak lazım. Bu çözüm dışarıdan gelmez, kaçmakla olmaz. Ve bu, çok ciddi bir 'iç cihad' ister. Laf ola beri gele değil, çok ciddi bir 'iç cihad' ister. Bin kere düşünmek ister, istihareye yatmak ister. Nerede ne oluyor sormanız gerekli. O, bu, değil; hepimiz. Bütün bir 65 milyon istihareye yatsak yeridir. Kendimizi kandırmadan, edepsizlik etmeden, günaha girmeden oturup düşünmemiz lazım. Her şeyi yontuyoruz biz, lslamiyet dahiL. Her şeyi yontarsın da, İslamiyet nasıl yontuhu. Eğer bu kadar Allah'tan korkmazsak -ki korkmuyonız- sonuç böyle olur. Her şeyden önce kendimize sorular sormalıyız; "O siyasetçi şöyle namussuz değil; ben ne yaptım, benim namusum nerede?" Şunun gibi: Kimse kitap okumuyor: "Peki, sen okuyar musun?" deyince, "Benim de vaktim yok ki" deniyor. Böyle bir şeyolmaz, olamamalı. Asıl problem ne biliyor musunuz? Bence Türkiye'nin hiçbir derdi olmamasında. Gerçek bir problemimiz, derdimiz sahiden olsaydı, on bin kere silkinmemiz gerekirdi; silkinmiyarsak, aslında pek de sıkılmıyoruz demektir.

Türkiye'nin en önemli sıkıntılarından birinin 'bir idealden yoksun oluşu' olduğunu söyledik. Ama Cumhuriyetin ilk yıllarında idealleri vardı bu ülkenin; ideallerimize ne oldu?
Gevşedik, gördüğüm o. Çok ağır yoksulluktan gelinmişti; ama çok ağır. Birdenbire böyle 2-3 tane bir şey görünce etrafta, dünya ile de kıyaslama imkanımız olamadığı için gevşedik. Çünkü çocuklar kadar masum bir toplumuz biz. Masumuz, o denli masumuz ki görmüyoruz. Bizi yıkan da, bu masumluk zaten. lııhaf bir çocuksuluk. Sanki padişahın bir ulufesi var, onu dagıtsın istiyoruz. Üretimden başka bir çaremiz olmadığım anlamıyoruz. Osmanlı ne kadar anlamadıysa, biz de anlamadık. Mercimek Ahmet'i hatırlayın; serveti israna eşdeğer kılar: "İsraf yaparsan, paranı tutamazsın" der. Ne kadar garip bir şey; üretimden bahseden yoktur. Atasözlerimiz de böyle: 'İşten artmaz dişten artar' der. Bakar mısın yalana, neden işten artmasın? Asıl, işten artar. Sen asgari ücretteysen dişten mişten bir şey artmaz, çalışırsan artar sadece. "Dur" diyeceğin zamanı bilmiyorsun, soruyorum, "Hangi politikacı bugün Sosyal Sigortalar Kurumunu düzeltebilir? Düzeltemez; bu, 400 bin kişiyi oradan haksızca maaş aldığı için atmak demektir. En önce sen oy vermezsin. Biz, elektriği kaçak kullanan komşuyu ihbar edemeyen insanlarız. Sen ödersin faturaları, o ödemez. Ama acımaktan, ama şundan bundan, susar otururuz.


Siz sivil toplum örgütlerini de eleştiriyorsunuz bir bakıma, değil mi?
Kurulan derneklerde ensest ilişkisi var. Yani 'bizim çocuğumuz' ilişkisi var; ben buna karşıyım, örgütün kendisine değil. 'Bizdendir, bizim memleketlimizdir' mantığı var, liyakat değil. Sen başka bir şey yapıyorsun orada, sırf bizden olduğu için adamın bir yerlere gelmesi gerektiğini söylüyorsun, meselenin aslı bu. Bu, neye benziyor biliyor musunuz? Bir annenin 'çocuğudur' diye kocaman oğlunu korumaya çalışmasına benziyor. Hal böyle olunca 'liyakat' değil, 'sen'den olması' önemli oluyor. Sen bunu yapınca politikacıya "Adam kayırıyor" diyemezsin, onu kendin yapıyorsun zaten. Ta baştan, aileden başlıyor mesele; "benim çocuğumdur, benim köylümdür, şehirlimdir, akrabamdır, aşiretimdir" diye gidiyor. Hiç gördün mü bir annenin bir babanın "Bu adam hayırsızdır, işe yaramazdır, boş ver" dediğini? Bir Halil Bezmen'in böyle dediğini gördüm çocuğuna, Allah razı olsun. Ama Türkiye'de, başını sonunu düşünmediğimiz bir korumacılığımız var. Bu yüzden 'kadınsı toplum' diyorum, erkek toplumu değil burası. Kör-topal; hırsız-uğursuz demiyoruz. Anne gibi "Aaa, oğlum, o benim bir tanemdir" deyip çıkıyoruz işin içinden. Kadın gibi duygusalca yaklaşıyoruz toplum olarak olaylara; tenkit etmesini bilmiyoruz. "Yeter" demesini bilmiyoruz. Tuhaf bir çocuksu yanımız var. Hırsız olduğunu bildiğin bir adamla -bu, yazı hırsızlığı olabilir, yalancılık olabilir- bir çay içmemelisin. "Adamı git, öldür" demiyorum; onunla çay içme diyorum. "Kusura bakmayın, siz bu tarafa; biz bu tarafa" demeliyiz. Ama biz bunu yapmazsak, bu yılışıklıkla, durum bu şekilde gider. Çok da açığız her şeye. Her şeye hoşgörü, her şeye eyvallah; bu, olmamalı. Adam her türlü naneyi yiyecek, biz de hoşgöreceğiz. 'Uluslararası evrensel değerler' diye bir takım palavralarla konuşuyoruz. Yok böyle bir durum: 'Uluslararası evrensel değer' diye bir şey yok. Hangi uluslararası evrensel değer? ABD'ninki mi? O yüzden mi, gördüğü Arap ve Müslüman'ı sorgu-sual etmeden bırakmıyor? Nerede evrensel değer? "On Emir"den daha evrensel değer mi var? Tüm kutsal dinlerde başta gelir.

Milliyetçilikten iğrenir bir tarafımız var, neden?
Hedeflerimiz yok ki, neye kullansın? İçimize sinen bir hedef yok. Bak ilkokul müfredatına İngiltere'nin, ABD'nin. Adam, hemen 'şak' diye koyuyor, "Bakın, Irak şurasıdır, Saddam şöyle bir adamdır" diye. Biz ne yapıyoruz? Onların bir hedefi var, o hedefe göre işletiyorlar mekanizmayı. Fransızlar, arısiklopedi yaptılar geçen yüzyılda. "Biz, Fransızlar için bir ansiklopedi yapıyoruz, bu kadar" dediler. Biz, Türkler için ne zaman ansiklopedi yaptık?

Aşağılık kompleksimiz var mı bizim?
Kısmen var tabii. Ama bence ortaya konan tarih yok ki, reddedesin. Devam edegelen bir şeyler başlatılmıştı ama onlar devam etmedi. Ne gibi mesela? Mitoloji deyince; Zeus'dan, Afrodit'ten falan. Peki, nerede Türk mitolojisi? Yok mu bizim mitolojimiz? Neden yoktur? Bir ulusa nasıl kimlik vereceksin? 'Neden tarihi Eski Yunan'dan başlatıyorsun? Onlar kim"1 Kadim Asya'yı düşününce; onlar, 'dünkü çocuk'. "Benim tarihim ncı Neredeyim" dediğin zaman, eksiğini tamamlayacaksın.. Sen eksiğini görmüyorsun ki! Nerede ne yapmak lazım, düşünmüyoruz. Fen bilimlerinde mi eksiğiz? Ya, 65 milyon insanız, adam mı yok fen bilimlerinde parlayacak, nasıl olmaz? Ama tüm bunlar planlama ister. Fakat bizim mazeretimiz çok; 'planlama' mı dendi, yapamayız çünkü YÖK var! ABD'nin de var, Fransa'nın da, İngiltere'nin de, Japonya'nın hem ele nasıl YOK'ü var. Çin'in var, Hindistan'ın var: YÖK'süz olur mu? Ne yapar bu kuruluş? O zamanki ülkenin şartları için, öğrencileri için gerekli düzenlemeyi yapar. Neye göre yapar? Belirli bir plan çerçevesinde; elinden geleni, yapması gerekeni yapar. Yani onsuz olmaz. Ama sen eğer, maalesef İletişim Fakültesi okumuş işsiz bir adamsan; YÖK'ün olmasına kızarsın, olmamasına değil. Bakar mısın?

Yerine oturtamamak, bütünü görememek var bu işte. Çocuk gibi kahretmek "Kahrolsun" deniyor. Kemal Gürüz'e mi diyorsun, YÖK'e mi diyorsun? YÖK'ün nesine diyorsun? Sloganla hareket etmek. .. "Ben bunu istemiyorum" diye tutturmuş, küçük çocuk olur ya, öyle. Mesela demokrasi de böyle. Demokrasi nedir, ne değildir?
Bilmeden, "demokrasiye aykırı" deriz. "Demokrasi yok burada" deriz, vs. Adama sorsan "Suç işledin, Cumhuriyet Hakimine mi gitmek istersin, yoksa jüriye mi emanet edeceksin kendini? Türkiye'nin üzerine atıyorsun elini, 12 kişi alıyorsun; Kars'tan mı gelir, Ankara'dan mı, Şırnak’tan mı? belli değil. Gelen adamların arka planı nedir, okumuşlar mı, senin sorununu anlarlar mı? bilemezsin; piyango. Hangisini seçersin?

Yine "özgürlük, özgürlük" diye feryat-figan ediyoruz. 'Mutlak özgürlük kaostur', bunu da anlamadık. Bir kontrol sistemi gerekir her zaman. Çoğunluğun istediğini, azınlığın hakkını yemeden yerine getirecek bir kontrol sistemi gereklidir. Çünkü çoğunluğun bir şeyi istemesi, onun haklı olduğunu göstermez. Herkes birden "şu adamı keselim" diyebilir. Sayıları çok diye onların dediği doğru olmaz. Peki, doğruyu nereden bulacaksın?
Kadim değerler vardır: Kadim değerler insanı ayakta tutan değerlerdir. Bu değerler, hemen öyle değişen şeyler değildir. Asırlar içerisinde oluşur bunlar. Bu 'bir çocuktan yapamayacağı şeyi istememek' gibi bir şeydir. Her yılda yeniden denenmez bu tecrübe, oturmuş bir şeydir. Bu bir tecrübedir, insanoğluna ait bir arşivdir. Bunları gündeme getirmeyip üzerinde durmaz isen, her şey kaos olur. Yani Ahi Evren teşkilatı olan bir ulusuz biz. Kolay mıydı bakalım bir ayakkabıyı kalitesiz yapmak? Oradaki mutabakata ve baskıya bakar mısın? Artık bu yok Kaliteye, doğruya, iyiye dönük baskı yok. Biz hep uyduruktan kaydırıktan uğraşlar bulup, bunları ilke edinip, hep yanlış yerlerde savaşa giriyoruz. Birisi bir cephe açıyor; 'ne için, ne için değil?' anlamadan peşine takılıyoruz. O da kötü niyetten değil, şaşkınlıktan. Sonra karşısında kalabalıklar birikiyor ve saçma sapan bir dövüş başlıyor. Evet işte bu noktada Aydın İhaneti başlıyor. "Durun" diyen, oturup "nereye gidiyoruz?" diyen kimse yok. Ortada bir yığın slogan var, biraz altını kaşı; bomboş, hiçbir şey yok. Mesela 'hantal devlet' gibi. Ne demek bu? Şimdi moda bir laf. Hantal olmayan özel sektörü seveyim!

Eğitim dilinin İngilizce olması isteniyor: Ancak böyle yaparsak 'modern toplumlarla aramızdaki açığı' kapatabilirmişiz, öyle mi?
Bu, şaşkınlıktan ve cahillikten söylenmiş bir söz. Dil bilmek ayrı şey, eğitim dili ayrı şey; bunlar birbirine karışmış. Dil, tabii ki bileceksin. En basitinden, teknolojiyi onlar ürettiği için, ne yaptıklarını anlamak için gerekli. Ama eğitimi dilde yapmak demek, insan beynindeki düşünce mekanizmasına darbe indiriyorsun demektir. Durup dururken adamı papağan haline getiriyorsun ve bu papağandan düşünebilen, üretebilen adam çıkmıyor. Çünkü bilim, seziyle olabilen bir şeydir, aynı zamanda bunun farkında değiller. Sezi ancak kendi ana dilinde düşünebilirsen olur. Yani insanın kafası ana dilinde çalışır. Ha, ana dilimizi İngilizce yapacaksanız; buyurun ama bu mümkün değil. Yakında “İngilizce Ilahiyat” olursa, hiç şaşırmam. O zaman kendi kültürümüze karşıdan bakacağız. Hatta ne zamandan beri kendi kültürümüze karşıdan bakıyoruz. Kendi kültürüne karşıdan bakan hiç bir ulus, asri medeniyete ulaşamaz. Durup dururken adamın bacağını kırıyorsun ve sonra "100 metre koş" diyorsun, var mı böyle bir şey? Biz bunu yapıyoruz.

Her şeyden önce utanmayı öğrenmemiz gerek. Bize verilen unvanlara layık mıyız? "Biliyoruz" dediğimiz şeylerdeki delikler neler? Neleri atladık? İnsanları "bunları biliyoruz" diye nasıl kandırdık? Bunları sorup kendimizden utanmalıyız.

Hiç yorum yok: