Genellikle Faulkner'ın yazdıklarının çoğunun anlatılması zor, başka dillere aktarılması çok daha zor. Uzun bir hikayesinde 1600 kelimelik bir cümle var; bu cümlenin içindeki bir parantez 500 kelimeden fazla sürüyor.

Faulkner'ın sanatını başlangıçtan beri savunan Conrad Aiken bile bir kere üslup konusunda "çoğu zaman düpedüz berbat" gibi bir yargıda bulundu. Bu üsluba "sapık" diyenler, "yalapşap ve kendini tekrar eden bir sanat makinesi" diyenler oldu. Oysa, Faulkner, üslûbu daima kişinin ve olayın bir belirtisi ve kaçınılmaz bir unsuru olarak düşünmüştür. Anlattığı hikayedeki gelişme ve hareketin kendine özgü bir fonksiyonudur üslûp. Aşırı derecede uzun cümlelerini son yıllarında şöyle savundu Faulkner: "Hiç kimse kendisinden ibaret değildir. Geçmişinin toplamıdır insan. Geçmiş, her erkeğin ve her kadının, her anın bir parçasıdır. Her erkeğin ve her kadının ailesi, görüp geçirdiği şeyler, her vakit kendisinin başlıca unsurlarıdır. Bir hikayenin kişisi, herhangi bir hareket anında sadece kendisi değildir, onu meydana getiren bütün unsurların bileşimidir. İşte uzun cümle, kişinin bir şey yaptığı anın içine onun geçmişini ve belki geleceğini koymak çabasıdır."
Bir Amerikan yazarı Faulkner'ın eserlerini "bir uygarlık psikozunun azgın hezeyanlarına benzetmişti. Oysa, Faulkner yöntemlerini ve üslûplarını bilinçli olarak kullanmıştır: "Sanatının unsurlarını abartılı duruma sokmak, kuvvetle belirtmek ve şişirmek, hatta bozmak, bir gerçeği ifade edebilmesi için sanatçının hakkıdır." Faulkner'daki dağınık ve karmaşık söyleyişler, muhteva ile anlatım bağdaşması bakımından doğaldır, hatta zorunludur.

Gerçi yer yer söyleyişleri gereksiz denecek kadar çetrefildir ama, genellikle Faulkner karmaşık üslûbunu belirli bir yöntemle kesin sonuçlar elde etmek için kullanmıştır. O'na göre, gerçek giriftse üslûp da ister istemez girifttir. Hatta öyle olması daha doğrudur, yoksa gerçeği yansıtamaz, tersine ondan uzaklaşır. Mesela, Sartoris romanında gerçekle düşünceyi bir arada yoğurmuş olduğu için bu karışımı doğru olarak verebilecek bir üslup kullanmak zorunda kalmıştır. Buna karşılık, gerçekle anlamı ayrı ayrı işlemeye çalıştığı Bir Rahibeye Ağıt' ta üslûp özel bir amacın başlıca aracıdır. Romanlarının çoğunda, üslûp biçim ve muhtevayı kapsadığı gibi, tema ve aksiyon için perspektif o1arak da ödev görür. Bu bakımdan, Faulkner'ın üslûbunu değerlendirirken ona yüklenen önemli fonksiyonları göz önüne almak gerekir.
Faulkner'ın yazarlığına "sahte", "yapmacıklı", "gelişigüzel" diyenler çıktı sık sık. Oysa Faulkner, dikkatsizce, rastgele yazıveren bır sanatçı değildi. Kendisine "iyi bir romanın reçetesi" 'ni sordukları vakit şöyle cevap vermişti: "Yüzde 99 yetenek, yüzde 99 disiplin, yüzde 99 çalışma."
Faulkner yaratmanın çilesini en fazla çekmiş olan çağdaş yazarlardan biridir. Anlaşılması en zor (ama belki de en güzel) eseri olan Ses ve Öfke’yi tam beş kere baştan sona kadar yazmış: "Beş kere yazarak hikayeyi anlatmaya çalıştım, kitap tamamlanıncaya kadar bana azap çektirecek olan kabustan kurtulmak için ... Yine de tamamlanmış olmadı; ancak kitabın yayımlanmasından on beş yıl sonra, başka bir kitaba ek yazıyormuşum gibi aynı hikayeyi son bir kere daha anlatmak çabasına koyulup kafamdan koyunca onun işkencesinden kurtulabildim." Faulkner Ses ve Öfke’yi yine de bütün başka eserlerinden fazla severmiş; kendi söylediğine göre en çok onun çilesini çektiği için, "en iyi başarısızlığım," olduğu için.

Faulkner'ın zamanı anlayışı ve kullanışı, roman sanatına bir yenilik getirmiştir denebilir. Ona göre, zaman bir bütündür, kronolojik bir sıra izlemez. Geçmiş hiç bir vakit geçmiş değildir:
"Görüyor musun, bütün her şey şimdi. Yarına kadar bitmeyecek dün, yarın on bin yıl önce başlamıştı."
"Zaman, akıcı bir durumdur; bu durumun tek tek insanların kısacık sürelerde şekil alışı dışında varlığı yoktur. Geçmiş diye bir şey olamaz, ancak şimdi vardır. Zaman sürer gider, hep oluş halindedir, bugündür, şimdidir, şu andır. Üstelik, "zaman sabit bir durum değildir, bir bakıma herhangi bir anda nefes alan bütün insanların bir araya gelmiş akıllarının toplamıdır." Jung'un kollektif bilinçaltında olduğu gibi, geçmiş insanın varlığında sonu gelmez bir akış olarak devam eder. "Asla ölü değildir geçmiş. Geçmiş bile değildir o."
Jean-Paul Sartre, Faulkner hakkındaki bir yazısında demişti ki: "Faulkner, zaman içindeki hareketi, olayların ve maddelerin özünde durdurup yakalayıvermiştir. Dakikalar patlak verir ve donar; sonra kaybolmaya yüz tutar, geri çekilir, ufalır, hareketsiz kalır."
Faulkner, konularının kronolojik sırasını (eğer böyle bir sıranın var olduğu, alışılagelmiş anlayışımıza uyularak kabul edilirse) "sistemli bir şekilde bozar" ve onu kişilerin bilincindeki ya da bilinçaltındaki) geometriye göre yeni bir düzene koyar. Aslında Faulkner, zamanı insanların hareket ve davranışlarının özü olarak görür. Geçen bir süre halindeki zamana inanmaz: "Küçük zembereklerin tıkırtısıyla gösterilen zaman ölüdür; ancak saat durunca zaman canlanır."
Zaman kaçınılmaz akibetin ve lânetin süresidir: "İnsanın zamandan başka bir şeyi yoktur, kendisiyle; korktuğu ve nefret ettiği ölüm arasında duran, zamandır. Zaman, insanın sürekli oluşunun ve hüküm sürüşünün sembolüdür: "İnsanın haysiyeti, zamana ve değişmeye boyun eğerken benliğiyle süreklilik duygusunu elinde tutmasından ibarettir."
Otuz yıl boyunca verdiği çeşitli eserlerinde Faulkner'ın yer ve kişiler bakımından çağdaş edebiyatta az rastlanan bir birlik ve devamlılık yaratmış olduğunu görüyoruz. Bütünüyle ele alınırsa, Faulkner'ın roman ve hikayeleri genel tema, aksiyon, yer ve kişi birlikleri ile bir çağdaş destan meydana getiriyor, denilebilir. Faulkner belirli bir bölgede (Yoknapatawpha) yaşayan insanların ortak efsanelerini tek bir kitap halinde işlemiş gibidir. Zaten son yıllarda kendisi de eserlerinden sık sık "kitap" diye söz etmişti. Gerçekten, bütün yazdıkları tek bir eser, bir destan meydana getirir; "Kitap" la ilişiği olmayan roman ve hikayelerinin sayısı azdır. Faulkner, insanlığın tragedyasını bir bütün olarak görmüş ve bir bütün halinde yaşatmaya çalışmıştır. Bu bakımdan, çağdaş edebiyatta Faulkner kadar başarı kazanmış yazar olmasa gerek.
Çağımızın felaketlerini türlü azgınlıkları ve kasvetleriyle yaratan Faulkner'ın mizah anlayışı da, yazdıklarının çoğunda acı, öfkeli, hatta zalimdi. Virginia Üniversitesi’ndeki bir sohbette demişti ki:
"Mizahla tragedya arasındaki fark pek belirli değildir." Faulkner'ın bu görüşü, gerçekten, yazdıklarının çoğunda hakimdi. Ölümünden az önce yayımlanan son romanında. (Çapulcular) ilk defa olarak olumlu, insancıl ve ılık bir mizah ağır basıyor. Belli ki, tragedyacı Faulkner, gerçek anlamda komedi yaratmak bakımından da deha sahibiymiş.
Faulkner kırk yıl süren yaratıcı çabası boyunca durup dinlenmek bilmeden aramıştı. Bu arayış, insanlığın yeni gerçeklerini ortaya koymaya, sanatın daha üstün başarılarına erişmeye yöneliyordu. Faulkner yaşamanın özünü arayışta bulmuş gibiydi. Şöyle demişti bir kere: "Herhangi bir insanın hayatı, bir şeyi aramakla geçer. Aramadan yaşamak, hareketsizliktir. Hareketsizlik ise ölüm demektir."
Hayatı bir arayış serüveni olarak gören Faulkner sanata da sık sık aynı düşünceyi ve değer ölçüsünü uygulamıştı. Ernest Hemingway'in aramaktan vazgeçmiş olmasını kınamıştı : "Ne yapabileceğini başlangıçta anlayıp, o anlayışın çerçevesi içinde kalmıştır. Yapabileceğini sandığının sınırları dışına çıkmayı denememiş, başarısızlığa uğramayı göze almamıştır. Gerçekten yapabileceğini üstün bir başarıyla yapmıştır, ama, bence bu başarı değil başarısızlıktır."

Faulkner, hiç değilse Camus kadar, yirminci yüzyıldaki insanlık tragedyasıyla içli dışlı oldu. Kendi çağını anlatırken, insan varlığının çağlar ve toplumlar ötesindeki, zaman bağlarındaki uzak, evrensel gerçeklerini yansıtmayı, başardı… Faulkner'a göre, "insan, çevresinden ve yasalarından, bir ırk ve bir ulus olarak yaptığı bütün çirkin ve acınacak şeylerden daha önemli” ydi. İnsanın varlığı, tragedyanın kendisi, tragedya ise sanatın özüydü. Onun için sanatçı bütün insanlığın çilesini çekmeli, onu yaşamalı ve yaratmalıydı. Faulkner diyordu ki: "Sadece ahmak üzülmez, sadece aptal unutur." Yaşamanın en büyük çilesi, var olmaktaki saçmalıktır. Yeryüzüne hiç olarak doğup, yine hiç olarak gitmek insanın alınyazısıdır. Bu yüzden, Faulkner'ın gözünde savaşlar ve çabalar boşunaydı, zaferler solda sıfır. Ama, insanın tek bir zaferi vardı: Ölümlü dünyada ölümsüzlüğe erişmek için, şefkat ve fedakarlığa, mertlik ve onura, merhamet ve sevgiye dört elle sarılmak. Kazanamadığı savaşlarda canını dişine takarak savaşmakla ölümsüz olabilirdi insan.
"İnsanın ölümsüzlüğü, yenemeyeceği bir tragedyayla karşılaştığı halde yine de bir şeyler yapmaya çalışmasıdır." Bu lanetli çaba insanda acı yaratır. Ne var ki insan ancak ıstırap çekerek yeryüzünde kalımlı olacak; belki iç huzuruna kavuşacak ve varlığına değer katabilecektir.
Faulkner yaşamada ve yaratmada çileye inandığı kadar insanların kendilerine ve birbirlerine karşı düzenbazlığından tiksiniyor, varlık macerasında yenilgiye uğrayanlara derin bir merhamet duyuyor ve insanın umudunu özgürlükte, hüküm sürmesini manevi erdemlerde görüyordu.
Faulkner'ın asıl yarattığı, bu erdemlerle onların karşısına dikilen felaketlerin gerçeğiydi.
Faulkner gelecek nesiller tarafından okunmayabilir, ya da yirminci yüzyıldaki başarısına rağmen, önemsiz bir yazar olarak tanınabilir. Ama, insanlığın çağımızda sık sık unutulmuş olan, belki gelecek yüzyıllarda da unutulacak olan asil erdemlerini: aşk ve gururu, şefkat ve fedakârlığı, acıma ve mertliği, sabır ve dayanma gücünü, onur ve feragati yaşamaya ve yaratmaya çabalamış olduğu için -sırf onun için bile- sanatın ölümsüzleri arasına girmiştir herhalde.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder