RSS

7 Şubat 2010 Pazar

WILLIAM FAULKNER / Talât Sait Halman

Roman ve hikayelerinin bütünü göz önünde tutulursa, Faulkner çağının panoramasını alegori yoluyla çizmiş gibidir. Eserleri, paralel giden ve birbirini devamlı olarak etkileyen, vakit vakit tek bir çizgi halinde birleşen iki düzlemde gelişir: Biri yaşantıların elle tutulurcasına gerçek ve somut olan düzlemi; ikincisi olay ve kişilerin temsil ettiği soyut (hatta metafizik) gerçeklerin düzlemi. “İn Aşağı Musa” da, aslında zencilerin uğradığı haksızlıkları ve tabiatın saf güzelliğini iki belli başlı tema olarak işlerken, Faulkner çağdaş uygarlıktan çok uzak eski çağlardaki insanlık ve tabiat sevgisini yeni baştan yaratmaya çalışıyordu. Ağustos Işığı’ nda, beyaz mı, kara mı olduğunu bilmeyerek kimliğini bulmak için çırpınan Joe Christmas, varlığının niteliğini boşuna, arayıp duran modern insanın sembolüdür. Christmas'ın linç edilmesi, tıpkı çağdaş çevrenin kendi insanlarını mânen ve maddeten lime lime etmesi gibidir. Ses ve Öfke’ deki başlıca kişiler insanlığın çöküşünü eski ve soylu bir ailenin çürümesi halinde aşar ve yansıtırlar. Bir Masal’da hikaye, meçhul askerin Birinci Dünya Savaşı’ndaki serüveni gibi başlar, İsa'nın hayatı gibi gelişir ve bir büyük imanın katına ererek soyutlaşır.


Faulkner'ın eserlerindeki temel yöntem olumlu gerçeği göstermek için olumsuz gerçeği yansıtmaktır. Somut olarak anlattığı kötülük, ters bir bağıntı ile, soyut iyiliği ifade eder. Bir roman kahramanının hadımlığı, metafizik anlamda, belki de ruh egemenliğinin başlangıç noktasıdır. Beyinsiz bir kişinin temsil ettiği gerçek, aklın erişilmezliği olabilir. Bu bakımdan, Faulkner galiba çağdaş edebiyatın en yaygın ve en ayrıntılı alegorisini yaratmıştır. Onun alegorisi sadece paralel düzeylerde kalmamış, olumsuzluğun en alçak noktasından harekete geçerek olumluluğun en yüksek noktasına varmıştır. Gerçek somuttan mutlak soyuta çıkıştır bu.

Faulkner'da vahşet, biraz da dramatik etkinliğin yüzü suyu hürmetinedir. Faulkner'a göre iyilik insan ruhunda derin heyecanlar uyandıramaz; "güzelliğin dramı yok"tur. Dramatik gerilim, ancak iyi bir amacın karşısında dikilen kötülüklerden doğar. Buna inanan Faulkner, iyi amaçla kötü engel arasındaki mesafeyi açarak dramatik gerilimi arttırmaya çalışmıştır. Roman ve hikayelerinin çoğunda sezilen aşırılıklarda böyle bir estetik görüşün de payı vardır. Faulkner, iyiyi yoğun ve hatta erişilmez bir ideal halinde verirken; kötüyü fazla belirli ve hakim duruma soktu. Gerçi bu iki ifrat, dramatik gerilimi gerçekten arttırdı ,ama, mesafe açıldıkça iyi ile kötü arasında denge kurmak zorlaştığı için, Faulkner'ın eserlerinin çoğunda olumsuz unsur ağır bastı.


Faulkner, kullandığı yöntemin bilinçli olarak farkındaydı. Bir kere kendisine kişilerinin gerçek kimseler olup olmadığını sormuşlardı da demişti ki: "Kitaplarımdaki tipler düş gücümü kullanarak ortaya çıkardığım tiplerdir. Gerçekte rastlayabileceğimden çok daha belirlidir onlar. Çünkü binlerce gerçek insanın karışımıdırlar." Aynı soruyu başka bir sefer şöyle cevaplandırmıştı: "Tanrının yarattığı kahramanlar benim işime yaramaz. Tanrı yapacağı kadarını yapmıştır. Ben daha etkilisini yapmaya çalışıyorum." Bu düşüncesini başka yazarlar bakımından da ifade etti sonradan: "Hiçbir yazar için Tanrının yarattığı kişiler yeterli değildir. Her yazar daha iyilerini yaratabileceğine inanır." Faulkner bir kere de sanatı içinde kendisini yaradan olarak görüp demişti ki: "Kahramanlarımı sadece mekanda değil, zamanda da tıpkı Tanrı gibi oradan oraya; hareket ettirmek istiyorum."

Kahramanlarının çizilişindeki aşırılıklar, Faulkner'ın eserlerini sıradan birer suç ve günah kitabı haline getirebilirdi. Ya da, tanınmış eleştirici Wyndham Lewis'in Faulkner hakkındaki bir sözünü doğrulardı: "Romanları, birer kliniktir." Ama, Faulkner iyi bir romancının başlıca niteliklerini kendinde başarıyla birleştirmiş olduğu için böyle bir akıbete düşmedi. Hikayesini, anlatmak ve geliştirmek, gerçek olayları en ince ,ayrıntılarına kadar işlemek, olayların geçtiği yerleri natüralistik bir görüşle çizmek bakımından, Faulkner deha sahibidir denilebilir, Kaldı ki, Faulkner'ın konuları genellikle inandırıcıdır; yardımcı kişilerini fotoğrafik bir kesinlikle işler; konuşma dili gerçekçidir. Aksi takdirde, kişilerinin çoğu insan dışı yaratıklar olurdu mutlaka. Ama Faulkner bir anlatıcı olarak o kadar başarılıdır ki, eserlerindeki aşırı marazi (ya da mutlak) kişisel heyecan ve buhranlar bile mantıkdışı görünmez. Bu bakımdan, bir Amerikan eleştiricisinin Faulkner'ın insanlarından "gerçeğin maskesini takmış kabuslar dünyası" diye bahsetmesi çok yerindedir.

Yarattığı kişilerin canlılığı ve gerçekliği, Faulkner'ın eserlerindeki gücün en belirli yönlerindendir. Kahramanları o kadar canlıdır ki, çoğu birkaç roman ve hikayede değişen ölçülerde rol oynarlar. Faulkner'a şunu sormuşlardı: "Hayatlarını izlediğiniz kişiler kendi akıbetlerini mi buluyorlar, siz mi onları ortadan kaldırıyorsunuz, yoksa siz onların serüvenlerini anlattıktan sonra işleri bitiyor mu?" Şöyle cevap vermişti Faulkner: "Hayır, var olmaya devam ediyorlar. Kafamın içinde her zaman hareketteler. Yaptıkları şeylere gülüyorum. Onlar hakkında daha yazmadığım çok şey var. Kişilerim, henüz yazmadığım kitaplardan gösteriyorlar kendilerini: fazla hareket halindeler, hala konuşkan, rollerini oynuyor onlar."


Faulkner, ruh saflığını yitirmiş olan insanların acısını çekerken, çocuklarda, kadınlarda ve zencilerde süregelen manevi temizliğe dört elle sarılmış gibidir. Ama, onların da er-geç ya çevrelerinin etkisiyle ahlâk düşüklüğüne uğrayacaklarını, ya da sömürüleceklerini düşünür. Faulkner'da kadınlar, Ophelia gibi, yön veremiyecekleri dış kuvvetlere boyun eğerler ve kendi saflıkları yüzünden felaketlerine sürüklenirler. İlerde geçirecekleri buhranların ilk gölgelerini yansıtan çocukların yürekleri lekesizdir, büyüme çabaları güzeldir. Bu bakımdan, çevrelerindeki kötülüklerle tezat halinde göründükleri için, yetişkinlerin kaçınılmaz tragedyasını daha belirli olarak ortaya koyarlar. Ama bu fonksiyonu yerine getirirken kendileri de o mutlak tragedyanın tohumları gibi görünürler.

Çok yönlü ve hatta çelişik durumları dolayısıyla zencilerin Faulkner'ın eserlerindeki yeri; önemli ve ilginçtir. Bir bakıma, Faulkner zenci ruhunu kavrayamamış gibidir. Onların "anlaşılmazlığı" ndan söz eder. Öte yandan, zenci heyecanlarını (ve zenci söyleyişini) çağdaş Amerikan yazarlarının -hatta zenci yazarların- pek çoğundan daha iyi işlemesini bilmiştir. İlk kitaplarındaki zencilerin kişiliği, beyaz Güneylilerin geleneksel zenci görüşüne uygundur: Saf, çilekeş, cahil, çocuksu, sıcak kanlıdır zenciler. Önceleri, Faulkner onları birer fert olarak değil de, ırklarının başlıca niteliklerinin temsilcileri gibi görmüştür. Sonraları, tek tek insanlar olarak ele alıp ırksal niteliklerden başka kişisel özellikler de vermiştir onlara.

Aslında, Faulkner, Güneyli zencilere karşı tutumunu hiçbir zaman kesinleştirememiştir: Güneyin maddi ve manevi yıkıntısına yol açan Amerikan İç Savaşı kölelik müessesesinden doğmuş olduğu için (zenciler Güneyli beyaz halkın ruhunda ve hayatında bir vicdan azabı, bir kara gölge gibi yaşadıkları için) Faulkner; zencilerin varlığında önceleri bir suç (ya da günah) görmüş gibidir. Ama, köleliği sorumlu tutmaktansa daha çok eski köleyi kabahatli bulmuştur. Daha sonra zencilerin durumunu ve tarih boyunca çektikleri ıstırabı geniş bir insanlık çerçevesi içinde düşününce, tutumu daha olumlu hale gelmiştir. O vakit onlara bütün acı çekenlerdeki, felakete uğramışlardaki haysiyeti, hayat karşısında peygamberce sabrı ve ruh derinliğini vermiştir. Zencilerin kimliğini anlatırken şunları belirtmişti: " ... zavallı ve zamansız bir sabır, sürüp giden bir huzur duygusu: Çocuksu ve boynu bükük bir beceriksizlikle çelişik bir güven karışımı….” Faulkner, 1929 da çıkan Ses ve Öfke’de söylüyordu bunu. Aynı romana on beş yıl sonra yazdığı ekte; Compson ailesinin kişilerinin uğradığı felaket ve yıkıntılardan söz ederken zencilerden iki kelimeye sığdırdığı hayranlık duygusuyla bahsetmişti: "onlar dayandılar." Sonraları Faulkner aynı hayranlığı daha belirli ifade etti: "Onlar bizden daha iyi. Daha kuvvetli bizden, Kötülüklerini beyazlardan almışlar, ya da kötülüğü onlara beyaz adam ve kölelik öğretmiş… Erdemleri ise dayanma gücü ... acıma, hoşgörü, tevekkül, sadakat ve çocuk sevgisi."


Zaman boyunca Faulkner'ın zencilere karşı paradoksal tutumu devam etti. Son yıllarda The New York Times’te yayımlanan bir mektubunda "Beyazlarla zenciler," diyordu, "birbirlerine sevgi ve güven duymuyorlar, belki de hiçbir vakit duyamayacaklar." Ama herhalde bu durumun değişmesini istiyordu ki, zenci yazarlara yardım edecek bir vakıf kurdu. Buna karşılık, beyaz ve zenci çocukların aynı okulda okuyabilmeleri Federal Hükümet tarafından kanunlaştırıldığı zaman bir muhabire şöyle dedi: "Zorla birleştirme, zorla ayırma kadar hoşlanmadığım bir şey. Bir orta yol bulundukça ben o yolda olacağım" Ama, iş savaşmaya kadar varırsa ,ortaya çıkıp Federal Hükümete karşı Mississippi Eyaleti saflarında çarpışırım." Üstelik, zencilerin mutlak eşitlik isteklerini anlamaya yanaşmıyordu: "Zenciler eşitlik istiyorlar, ama mutlak eşitlik diye bir şey olmadığını, ancak bazı amaçlara göre eşitlik olabileceğini biliyorlar." Göğsünü gere gere bunları söyleyen Faulkner, yıllar önce linç hakkında şu nefret dolu satırları yazmıştı: "Sevine sevine yapacaklar bu işi. Çünkü ona acımak demek, kendi yenilgilerini kabullenmek, merhamet umduklarını ve merhamet dilendiklerini ortaya koymak demektir. Sevine sevine yapacaklar bu işi. İşte asıl korkunç ve feci olan da bu."

Faulkner, insanın günahını kendi kasabası içinde ve onun açısından seyretmiş gibidir. Gerek kasabasına, gerek bütün Güneye karşı duygusunda sevgi ve nefret birleşmiştir. Absalom Absolom! da bir Kuzeyli arkadaşı, Quentin Compson'a sorar: "Niye nefret ediyorsun Güneyden?" Eski bir Güneyli ailenin çocuğu olan Quentin inilder gibi der ki: "Nefret etmiyorum Güneyden. Nefret etmiyorum. Etmiyorum! Etmiyorum! Nefret etmiyorum Güneyden!" İnkarda ikrarın bu enfes örneğini yazan Faulkner ölümünden dört yıl önce Güneye karşı tutumunu şöyle anlatıyordu: "Güneye karşı hem sevgim, hem nefretim var. Orda doğup büyüdüm, yerim yurdum orası. Nefret etsem de savunurum Güneyi." Bu manevi bölünme Faulkner’ın sanatında çok belirlidir. Faulkner en güçlü eserlerinde Güneyin geleneğini bütünüyle kabul ve inkar etmiş, Güney efsanesini bir yandan bağrına basmış, öte yandan didik didik edip tartaklamıştır. Kendi muhayyilesinde yarattığı Yoknapatawpha bölgesi de Faulkner için sevgi ve tiksintiyi birleştirmektedir: Güneyde baştanbaşa olduğu gibi, Yoknapatawpha'da da çürüyen ve çözülen bir toplumun acısını çeker. Böyle bir toplumda duygulu bir sanatçı, sevdikçe yakınlaşır, yakınlaştıkça nefret eder. Ama sevgisi onu bağlamıştır bir kere, bu yüzden nefret duya duya o hayatı yaşamak zorundadır. Başka bir deyimle, sanatçı kendi ülkesinde sürgündür, kendi içinde sürgündür. Faulkner, ne eski Güneyi olduğundan iyi göstermeye çalışmıştır, ne de çağdaş Güneyi bir toplum ve bir düzen olarak haklı çıkarmaya.


Aslında Faulkner'da belirli bir sosyal ve ekonomik görüş yoktur. Kişileri, toplumsal değil, ruhsal varlıklardır. Ama ruhsal serüvenleri toplumdan kopup uzaklaşmış sayılamaz: toplum, bir sosyal ya da ekonomik düzen olarak değil, lanete uğramış insanlar topluluğu olarak, kişinin kendi iç kıvranışlarına bir de dış korku, bir yaşama kargaşalığı katmaktadır .. Bu, sadece Güneye özgü olan bir sorun değil, yaygın bir yeryüzü gerçeğidir.


Güneyin ruhunu kaplamış olan karanlıklar, bütün insanlığın suçlarıdır: Korku, nefret, kin. Toz Toprakta Tedirgin Eden romanında beyazlarla zenciler utanç ve günah ağının içine birlikte düşmüş, birlikte lanetlenmişlerdir. Ak ve kara, bütün insanlık. Kişi, olanca varlığıyla suçlu ve lanetlidir:


İçinde bulunduğu evren ise allak bullak olmuştur. Böyle bir iç ve dış alemde, kişi ancak kudurgan olabilir. Ağustos Işığı'nda linç edilen zenci Christmas, bir çağdaş İsa'dır, ama insanlığın günahı yüzünden (ve belki de o günahın uğrunda) canını verirken bir araç olmaktan öteye geçmez. Ne bir kahramanlığı vardır, ne de imanı. Christmas bir kurbandır sadece. Zaten, Faulkner'a göre, çağdaş dünyada kahraman kalmamıştır, yalnız suçlular, kurbanlar ve lanetliler vardır. Ağustos Işığı, Güneylilerin (ve daha yüksek bir düzeyde bütün insanlığın) ruhunu kemiren korku ve kaygının hikayesidir. Güney gibi insanlık da korku ve kin yüzünden cinayetlerle, saldırganlıkla, cinnetle, ırk düşmanlığı ve linçlerle altüst olmaktadır boyuna. Faulkner'ın eserlerinde bu korkunç; olay ve duyguların tuhaf bir geometrisi var: Mutlak, kötülüğün çizgisi sonsuza gitmiyor; aksine, uzadıkça Tanrı'ya yaklaşıyor ve en kalınlaştığı noktada Tanrı'nın varlığıyla kesişiyor. Faulkner, sadece kötülük bakımından değil, hadımlık ya da beyinsizlik yüzünden insandışı görünen kimselerde Tanrı’nın kudretini yansıtmaya çalışmıştır. Olumsuzu bir amaç olarak değil, bir araç olarak düşünmüştür. Bir kere bu durumu şöyle anlatmıştı: "Önemli saydığınız bir gerçeği açıklamak için kullanmalısınız kötülüğü. İnsanlara kötülük hatırlatılmalı ki, kötülük düzeltilsin, değiştirilsin ... Yazar ve şair, insanları oldukları gibi göstermekle kalmamalı, insanlığın niçin ve nasıl daha iyi olabileceğine ışık tutmalı. Yaptığı için kendinden nefret ettiği alçaklıkları ve kahpelikleri insana göstermeli ki; insan olduğundan daha iyi olabileceğine inanarak dayansın, kalımlı olsun ve hüküm sürsün."


Faulkner'a göre, insan yeryüzünün iki büyük gerçeğinden uzaklaşmıştır: Tanrı inancından ve toprak sevgisinden. "İnsanlar toprağın sahibi değildir, Toprak insanların sahibidir” “Tanrı, toprağı insanın ve torunlarının malı olsun diye değil, kardeşliğin birleşik adsızlığı içinde ortaklaşa ve biitünlüğü bozulmamış olarak kalsın diye yaratmıştır; buna karşılık istediği ise sadece merhamet, alçak gönüllülük, tevekkül ve dayanma, bir de ekmek uğruna alın teridir." Faulkner'ın gözünde, toprağa; bağlılık, güçlü bir ahlâk unsurudur. Toprağı sevenin kökü var demektir, hayata karşı küstahça bir davranışı olamaz, toprak insanı imana götürür. Bir bakıma, Faulkner toprağı yaşayan bir Tanrı gibi görmüştür zaten. Gelgelelim, çağımızın insanları, toprağa ihanet ettikleri gibi, Tanrıdan da uzak düşmüşlerdir. Bu ayrılış, belki de insanın lanetinin ve acısının başlangıç noktasıdır.


"Tanrı insanı yarattı, sonra insanın içinde yaşayacağı dünyayı yarattı; bana kalırsa Tanrı insan olsaydı içinde yaşamak isteyeceği gibi bir dünya yaratmıştır." İnsan Tanrı gibi olabilseydi sevgi yoluyla kurtulabilirdi belki: Ama, kendi varlığına mahkum olduğu için, tabiata karşı gelecek, onu sömürecek, bozacaktır. Faulkner'a göre, insanoğlu tabiata, toprağa ve Tanrı'ya kalleşlik ederek alınyazısındaki laneti yaratmış, sonra o alınyazısı gereğince sadece tabiata, toprağa ve Tanrı'ya karşı değil, insanlara ve kendi varlığına karşı suç ve günah işlemeye başlamıştır. İşlediği suç ve günahlar, kendi azabı ve yıkımı olmuştur zaman boyunca. Kurtuluşsuz bir kısır döngüdür bu.


Faulkner'ın Tanrı düşüncesinde Amerika'nın birçok topluluklarına hakim olan püriten inanç geleneğinin izleri vardı. Faulkner insanın ruh saflığını özlüyor gibidir. Ama, bu dramatik bir özlem olmakla beraber, yine de boşunadır. Çünkü Faulkner, lânetlenmesi yüzünden günah işleyen ve günah işledikçe lâneti derinleşen insanın ruhsal temizliğe erişemeyeceğini görür. Hem kendisi, hem kişilerinin çoğu, insanlığın yitirdiği üstün, ahlâkın ardından sızlanarak ıstırap çeker. Döşeğimde Ölürken romanında bu büyük kaybın acısı hakimdir: İnsan, varlığını bir sürgün gibi yaşamaktadır; oysa kurubaşına yaşamaktan kurtulmalı, kendini manevi bir varlığa adamalı, haysiyetini tekrar kazanmak için gerekirse en korkunç işkencelere katlanmalıdır. Ama, Faulkner bunu basit bir mazohizm olarak görmüyor: "Acı, bir amaç değil, bir araçtır. Ancak varılmak istenen amaç oranında, acı kişiyi yükseklere çıkarabilir."


Demek ki Faulkner ıstırabı, ruhun arınması ve yeni bir ahlâk düzenine yönelmek üzere yola çıkması olarak görüyor. İsa hikayesini çağımıza uygulayan Bir Masal adlı romanında da en kuvvetli tema, insanlığın yeniden bir büyük imana kavuşması, ya da bu imana karşı insanın duyduğu azaplı özlemdir.


Faulkner, insanlığın trajik hayatında ruha ve heyecanlara akıl ve mantıktan çok daha fazla ağırlık vermiştir. Aslında, Faulkner'ın eserlerinde düşünce muhtevası cılızdır, belirli bir felsefi tutum yok gibidir. Kendisi de bir çok kereler "bir edebiyatçı değil, bir yazar" hatta "sadece bir çiftçi" olduğunu ileri sürmüştü. Bir keresinde şunu sormuşlardı: "İnsanın kurtulması ve kalımlı olması, yeryüzünde hüküm sürmesi, aklındaki güçle mi, yoksa kalbindeki kudretle mi gerçekleşecek?" Faulkner şöyle cevap vermişti: "Akla pek güvenim yok. Akıl insanı ergeç yaya bırakır. İnsanın her şeyden önce duyması gerek." Faulkner'a göre, yirminci yüzyılda yeryüzünün birçok toplumlarının, özellikle Faulkner'ın yakından tanıdığı topluluğun keşmekeşi aklın zıvanadan çıkması yüzünden olmuştur. Akıl, varlığın sırlarını aşamadığı ve gerçeğini anlayamadığı için şaşkındır, paniğe kapılmıştır. Karman-çorman dünyada, yapayalnız ve umutsuz kalan kişiler çılgın ve azgındır. Bu yüzden, Faulkner'ın kahramanları, ruhlarının olanca çıplaklığı ve coşkunluğuyla yaşarlar. İnsan, anlamaya çalışmaktansa çile çekmeli, daha iyisi var gücüyle yaşamalıdır. Gerçeğe yaklaşmak isteyen ,akıl, cinnete varır ancak. İnsan, kalbin buyruğunu tanıyıp ona boyun eğmelidir, "çünkü kalpte ne varsa gerçek odur."


Faulkner'ın eserlerindeki ahlak anlayışını bu düşüncede bulmak mümkün. Faulkner, "kalbin daima, daha iyi insan olmak istediğine" inandığı için çağımız insanının adeta "pagan" heyecanlardan yola çıkıp aşkın üstün ahlakına varmasını özlüyor. Faulkner'a göre, insanlık belki de ilkel yaşamanın değerlerine dönmelidir. Kişi ancak ruhsal varlığa inanır ve güvenirse yeryüzünde kalımlı olabilir. Önemli olan, her ferdin hayatın ruhsuz unsurlarının üstüne çıkabilmesi, kalımlı olmak uğruna gururla hareket etmesidir Çünkü kalımlı olmak insanın kendisine karşı bir zafer kazanması demektir. "İnsan, insandır. Kalımlı ve ölümsüz.. Ölümsüz olduğu için, kalımlı değil, kalımlı olduğu için ölümsüz." Ölümsüzlük, ancak insanın manevi zaferiyle gerçekleşebilir. Zaferin yolu yalnız kalpten geçer.

Son otuz yılda, eleştiriciler Faulkner'a değişik etiketler yapıştırdılar: Kimi sembolist, kimi natüralist dedi. (Sembolik natüralist diyenler de çıktı.) Hümanist dediler, modern tragedyacı dediler, gelenekçi dediler. Faulkner bu yaftaların yalnız bir tanesini kabullendi: "Benim haklı olduğum, bağlı olmak istediğim tek okul, hümanist okuldur." Bunu söylerken galiba sadece "insanla ilgili olan" ve insanı bütün başka unsurların üstünde tutan bir sanata inandığını söylemek istiyordu. Sembolizmi kabul etmedi: "Yazar, ayağa kalkıp yere gölgesini düşürecek kanlı canlı insanlar yaratmakla öylesine uğraşmaktadır ki, yaptığına başka kimselerin yorumladıkları sembolizmi katmayı bilinçli olarak düşünmeye vakti yoktur. Yazarın işi, temel düşüncesini açıklamak ve kanlı canlı; yaşayan, acı çeken, kıvranan insanlar yaratmaktır."


Faulkner'ın hümanist dediğine birçok eleştiriciler romantik dediler Faulkner, romantik duyarlığını bir uzun hikayesinde şöyle belirtmişti: "Gerçek, tektir. Değişmez, kalbe değen her şeyi kavrar gerçek onuru ve vekarı, acımayı ve adaleti, mertliği ve aşkı." Faulkner'a göre, gerçeğin metafizik ve ideal halidir bu. Eserlerinin yapısından ve üslubundan da belli ki, yeryüzünde tek gerçek (ya da sayısız gerçekler) tüyler ürpertici bir keşmekeş içindedir. Gerçeğin ne olduğunu artık hiç kimsenin kestiremediği bir çağda, Faulkner gerçeği aramak çabasına girişmişti: Üstün ve mutlak gerçeği arıyordu. Böyle bir arayış, ancak değişik açılardan sayısız yönlere bakmakla yapılabilirdi… Faulkner, insanlığın bütününü temsil eden bir küçük topluluğa -bu düşüncesi dolayısıyla- binlerce gözle baktı. Yazdıklarında kendisine verilen etiketleri doğrulayan çeşit çeşit unsurlar vardı. Natüralist gözlem, trajik gerilim, tarihçi yöntemi, romantik duyarlık, şiirsel üslûp, realist anlatış, hümanist düşünü, sembolist düzen … hepsi Faulkner'ın insanlığın gerçeğini yansıtırken başvurduğu ve kullandığı araçlardı.

Hiç yorum yok: