
Yirminci yüzyılda belki hiçbir yazar çağının ve çevresinin tragedyasını Faulkner gibi mutlak anlamda yaşamış ve yaratmış değildir. Faulkner, birçok çağdaşlarının aksine, korku ve azaptan kaçıp kurtulmaya uğraşmadı. çağını allak bullak eden felaketleri yaşayıp yansıtmak yoluna gitti. İnsanın kurtuluşsuz tragedyasını anlatmayı kendine amaç ve görev edinmişti sanki. Sanatçı haysiyeti ve namusu bunu gerektirdiği için.
Eserlerinde kasvet, gaddarlık, kan, karamsarlık, sapıklık, suç ve günahı göstererek insanların gönlüne korku saçmak, böylece insanlığın daha iyi bir yaşamaya, daha üstün bir ahlâka yönelmesine yardım etmek istiyor gibiydi. Ama kaçmadığı ve kaçmayacağı çevresine mahpus kalınca ınanevi değerlerin ideal -belki de erişilmez- katına varmaya çabaladı. Faulkner, ruhun düşüklüğünü anlatırken hep ruhun saflığını arıyordu.
Faulkner'ın eserlerindeki "insan alın yazısının kör tragedyası" birçok bakımlardan eski Yunan tragedyasını andırır: Kahramanlar için yazgılarından kurtuluş yoktur. Hikayelerin gelişmesinde genellikle yer, zaman ve hareket birliği, hatta bütünlüğü vardır. Belli başlı kişiler, gerçek insanların varlığını aşan niteliklerde ve ölçülerde yaratılmış oldukları için hayattan büyük görünürler.
Faulkner, tragedyanın temel unsurlarını en yoğun hallerine sokup kullanmıştır, denebilir.
O, bunu yaparken neo-klasik bir estetik anlayışına kapılmadı. Yirminci yüzyılda trajik unsurların kendiliklerinden yoğunlaştığını görüp çağımızın insanlık tragedyasını gerçekçi bir yöntemle yarattı. Claude Magny'nin Faulkner hakkında söylediği bu bakımdan çok doğrudur: Faulkner "çağının edebi dramını bütün genişliği içinde yaşamış olan tek modern romancıdır ... Eseri büyük manevî kurtuluşun anahatlarını ortaya koymuştur." Faulkner'ın çağındaki dram, insan varlığının yıkıntıya düşmüş olmasıdır. Yirminci yüzyıla "lânete uğramış ölümsüzlük ve ölümsüz lânet" hakimdir; yeni çağ "dünyanın köhne ve felaketli rahmi" nden doğmuş bir canavar gibidir.
Faulkner'ın eserleri bir bütün olarak ele alınırsa ortaya Dante' nin Cehennem'inden çok daha ürkütücü bir panorama çıkar. Çünkü Faulkner'ın çağdaş cehennemi daha somuttur, insanları ve olayları bir bakışta tanınacak cinstendir.
Faulkner'a göre, yirminci yüzyılın insanı, çevresinin 'ateş çemberi içine kıstırılmış bir akrep gibidir. Ateş çemberini kırıp dışarı çıkamadığı için çırpınır kıvranır, sonunda kendini sokup öldürür. İyi olan, güzel olan, değerli olan her şey çemberin dışındadır.
Eski Yunanda tragedya belirli kahramanların -çoğu zaman kralların kaderiydi. Ama kahramanlar alınyazılarını bütün bütün kabullenmiyor, başkaldırıyorlardı. Varlıklarını kadere karşı direnerek yaşayıp yitiriyordu onlar. Elizabeth çağı tragedyasında yalnız üstün insanlar değil, toplumun çeşitli tabakalarından kahramanlar da yer aldı. Gerçeğin ölçülerini aşmıyordu çoğu. Onların tragedyasını yaratan, kendi giriştikleri yanlış ya da kötü hareketler oluyordu.

Faulkner'da "kör tragedya" evrenseldir. Tek tek kişiler, alınyazısından kaçmak şöyle dursun, ona başkaldıramazlar bile. İnsanın kaderi, kendi umut ve seçişlerinin dışında kalır. Kader karşısında insanın hiçbir gücü yok gibidir, hürriyeti ve haysiyeti bile yoktur. Ama, tragedya yalnız kişisel değildir. Yirminci yüzyılda, dünya tarihinde ilk defa olarak, tragedya bütün insanlığı kapsamaktadır. Jean-Paul Sartre'ın Faulkner'da bulduğu "kozmik kötümserlik" budur. Faulkner'a göre, çağımızda tragedya hem yoğunluğu, hem yaygınlığı bakımından mutlak tragedya olmuştur. Faulkner'ın kendi çağıyla ve çevresiyle ilişkisi, bütün insanlığın manevi serüvenine dayandığı içindir ki, Faulkner tragedyayı en uzak sınırlarına kadar zorlamıştır. Faulkner, böyle bir zorlama yaparken şu sonuca varmış gibidir: Artık insanlığın dramını, hubris’in (trajik gurur) ya da hamartia’ nın (trajik hata) yol açtığı nemesis (tanrısal gazap) yaratmıyor.
Yeryüzünde kişiler ve toplumlar nasıl hareket ederlerse etsinler, bütün insanlık metafizik bir gazaba uğramış ve lanetlenmiş olarak yaşayıp azap çekmeye, mahkumdur. İnsanın varlığı, tragedyanın kendisidir.
Faulkner'a göre, böyle mutlak bir tragedya yirminci yüzyıla özgüdür. Bir manevi kargaşalık içindedir çağımız; değerlerimiz yanlış yollara sapmış, ruhlara bir vakitler huzur veren dinsel inançlar ve ahlak anlayışları yıkılmış, yaşama çabamızdaki mertlik nerdeyse solda sıfır olmuştur. Faulkner'ın kişilerinden biri der ki: "İnsanın eskiden “yaşamak” diye bir nimeti vardı, “ölmek” diye bir nimeti vardı; bir kirli çıkından körü körüne çekilip bir araya getirilmiş şaşkın, darmadağın yaratıklar değildi insanlar."

İç Savaş bittikten otuz iki yıl sonra dünyaya gelen Faulkner, çevresindeki yaygın özleme kapıldı ister istemez. Büyük yenilginin acısı, sonsuz bir kefaret olmuştu. Güneyde yenilgi nesillerden nesillere geçiyor ve günü gününe yaşanıyordu yenibaştan. Kurtuluşu olmayan bu lanet yüzünden 'Güneyin insanları, tek tek ve topluca, umutsuzluk içinde kıvranıyordu. Faulkner şöyle anlattı bu umutsuzluğu: "Savaşlar asla kazanılamaz ... Aslında savaşlar yer almaz bile. Savaş, alanı insana sadece kendi çılgınlığını ve umutsuzluğunu gösterir; zafer ancak düşünürlerle ahmakların boş kuruntusudur." Faulkner, kendi ruhunda çevresinin acısını, utancını, kasvetini ve karamsarlığını duyarak yaşadı. Eserlerini bu azap içinde ve bu azap hakkında yazdı. Romanlarının çoğunun konusu ve teması, doğrudan doğruya, Güneyin uğradığı lanettir. “Absalom, Absalom!”, “Ses ve Öfke”, Ağustos Aydınlığı”, "Köy", "Toz Toprakta Tedirgin Eden"… manen çökmüş ve umutsuzluğa kapılmış Güneyin soysuzlaşmasını işler. Faulkner destanının Compson, Sartoris ve Sutpen gibi belli başlı aileleri, Faulkner'ın kendi ailesininkine benzer bir bozulmaya uğramışlardır ve bütün Güneyin düşüşünü temsil ederler.
Faulkner'ın yarattığı dram, aslında Güneyin coğrafi çerçevesini de aşmıştır. Gerçi Faulkner, roman ve hikayelerinde genellikle kendi yaşadığı Lafayette'in benzeri olan Yoknapatawpha adlı uydurma bir bölgedeki (ve Oxford'un benzeri olan Jefferson kasabasındaki) olayları anlattı ama, Jefferson'ı ve Yoknapatawpha'yı insanlık tragedyasının sahnesi olarak düşünüyordu. Yoknapatawpha'nın felaketi, özellikle Birinci Dünya Savaşından sonra, yeryüzündeki yıkıntıyı andırır. Faulkner’ın yarattığı "ismi var cismi yok" yer, bütün şamatası ve vahşilikleriyle, bütün hile ve kötülükleriyle çağımızı alan-talan eden beşeri cehennemin timsalidir. Nasıl Amerika İç Savaşında Güney, Kuzeye yenilirken aslında kendi manevi çöküntüsü yüzünden kaderi karşısında yenilgiye uğramışsa, yirminci yüzyılda her kıtadaki topluluklar ve kültürler de kökten sarsılmıştır. Bu sarsıntı, bir bakıma insanın dışında olan bir lanetten, bir bakıma da Faulkner'ın dediği gibi insanın "kendi icat ettiği ve icat etmek için ısrar ettiği azap ve ıstıraplar" dan doğmuştur. Faulkner eserlerinde Güneyin yitirdiği onurun yasını tuttuğu kadar bütün insanlığın faciasına da yakınır. Bir kere Faulkner'a şunu sormuşlardı: "Güney uygarlığının tablosunu çizmek amacıyla mı yazıyorsunuz?" "Hiç de değil," diye cevap vermişti Faulkner. "İnsanları anlatmaya çalışıyorum, bunu yaparken elimde olan biricik aracı, yani tanıdığım bölgeyi kullanıyorum.. Sosyoloji yazmak niyetinde değilim. Bence asıl önemli olan konu; insanlar. Düşünceler değil, insan kalbi" Felaket, bir daracık bölgenin değil, bütün yeryüzünündür. Çağdaş dünya, manevi keşmekeş içindedir; değer ölçülerini yitirmiş, kahramanlık ve iyilik anlayışından uzaklaşmış, amaçsız çıplak kalmıştır. İnsanlar, kendi dünyalarının zindanına tıkılmıştır. Toplum, kişilerin davranışlarına gem vurmaktadır. Kişiler, ne kendi dünyalarını seçebiliyorlar artık, ne de kendi kişiliklerini…Varlığını bütün boyutlarıyla yaşamak isteyen insanın iradesi, toplum tarafından sömürülmüş ve sıfıra indirilmiştir.

Faulkner, insanlardan iğreniyordu ama, insanlığı seviyordu. Yirminci yüzyılın düşkün insanlığını değil, mertliğin ve onurun, aşkın ve fedakarlığın hakim olacağı bir insanlığı özlüyordu. Çevresinde gördüğü insanlık lanetlenmişti. Lanet, insanlığın alınyazısı olmuştu bu çağda. Böyle bir kadere karşı çabalamak, Faulkner'a göre, nafiledir. Çünkü insan varlığı sadece uyumsuz değil, boşunadır da. İnsan, ne kendi tragedyasını tek başına kendisi yaratır, ne de alınyazısı olan felakete başkaldırabilir. İçlerinde kahramanlık duygusu bütün bütün kaybolmamış olan bir avuç kimse, önce kaderden kaçmaya çabalar ama, sonunda onlar da yazgılarına boyun eğerler. Hatta yenilgilerinde bir çeşit vekara erişirler. Aslında, insanın elinde olan tek şey (belki de bir kurtuluş yoludur bu), kadere karşı çırpınmak değil, bazı evrensel değerler uğrunda çabalamaktır - mertlikle, haysiyetle, sevgiyle, merhametle. Bu bakımdan, Faulkner'da Kierkegaard'a ve Camus'ya benzer taraflar bulmak mümkündür. Ama benzerlikleri belirli bir ölçünün dışına taşırmak hatalı olur, çünkü Faulkner'ın sanatıyla Kierkegaard'ın ve Camus’nün düşüncelerinin ayrıldığı noktalar çoktur ve geniştir: Faulkner, Kierkegaard'dan özellikle inanç unsuru, Camus'den de başkaldırma düşüncesi bakımından ayrılır.
Faulkner'a göre, tragedya sadece dış kuvvetlerin gazabından doğmaz; kişiler tragedyanın unsurlarını kendi içlerinde taşırlar. Kendisini lanetlemiş olan insanın yüreğindeki karanlıktır bu. İçteki karanlıktan kurtuluş yoktur, çünkü insan kalbinin dışında hiç bir gerçek yoktur. Faulkner'ın başlıca kişilerinden Quentin Compson, kızkardeşini orta-malı olmaktan korumak için onunla zina işlediğini söyler babasına. Böylesine korkunç bir günah, hem kız kardeşini, hem kendisini dünyadan ayıracak ve tertemiz tutacaktır. Ama Quentin, insanlığın gelenek ve gerçeklerine karşı gelişi yüzünden yaşamak haysiyetinden o : kadar uzak düşer ki, sonunda intihar eder. Ses ve Öfke'deki kişiler, tragedyalarını eski Yunandaki kahramanlarının tersine yaşarlar: Yunanda tragedya kahramanı, mukadder olan bir günahı işlediği için lanetlenir. Oysa Faulkner'da herkes başlangıçtan lanetlenmiştir. Lanet, kaderin kendisidir ve insan lanetlenmiş olduğu için günaha girmeye mahkumdur.

Faulkner'ın eserlerindeki bellibaşlı dram unsurlarından biri, kadere karşı çabalamanın saçmalığıdır. Çaba boşunadır; çünkü varlığın kendisi saçma ve boşunadır.
Yalnız ölüm mutlak gerçektir. Bir bakıma, Faulkner'ın eserlerinin başlangıç ve bitiş noktası ölümdür. İnsan, doğuşuyla başlayan lanetten ancak ölümle kurtulur. Ama, Faulkner'ın kişilerini varlığın elle tutulur gerçeği karşısında ölümün sırrı ürkütür. Ölüm düşüncesi, çağımızın insanını (değerlerini, gururunu, onurunu yitirmiş olan insanı) derin bir endişeye düşürmüştür. O endişede büyük heyecanlar vardır: İnsanın kendisini beyhude sayması, varlığından iğrenmesi, umutsuzluğa ömür boyu mahkum olması, tabiatın bir parçası olduğu halde tabiata aykırılığı ve en büyük işkencesi olan aklının iştahları. Bu duygu karşısında, inanç sıska kalır. Ölüm hükmünü sürer. O kadar ki, Faulkner'da yaşama, anlamını ölümden alır adeta.
Andre Gide "Faulkner'ın yarattığı kişilerden hiçbirinin gerçek anlamda ruhu yoktur." demişti. Gerçekten, mesela Snopes, Sutpen ve Bundren ailelerindeki kişilere Faulkner yoğun kötülükler ve sapık eğilimler vermişti! Bellibaşlı kahramanları ruhtan, güzellik ve iyilik kavramlarından bile yoksun görünürler. Çoğu, kaderlerini yaşarken inanılır varlıklar olmaktan çıkıp masallardaki canavarlara benzerler. Hatta bazan hareketleri ve davranışları o kadar aşırı olur ki, gerçek varlıklarından sıyrılıp olumsuz bir soyutluğun (mesela şehvetin ya da kinin) sembolü haline gelirler.
Kutsal Sığınak adlı korkunç romanının sapık ve gaddar kahramanı Popeye'ın insanlığın sembolü olup olmadığını sormuşlardı Faulkner'a… Cevabı: "İnsanlığın sembolü değil, kötülüğün sembolü…. Ben ona iki göz, bir burun, bir ağız, bir de kara elbise verdim. Baştan başa bir alegoriydi o" olmuştu…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder