RSS

7 Şubat 2010 Pazar

WILLIAM FAULKNER / Talât Sait Halman

Bu düzenli, vakit vakit vahşi sarhoşluklarla yıpranan yalnızlık içinden Faulkner uzun eserler ve kısa hikayeler yarattı. Zamanını ve dehasını uzun bir süre boyunca. son sınırlarına kadar zorladı. Büyük bir düşman gibi görüyordu zamanı. Yaratmak istediği kişiler, olaylar ve heyecanlar için elvermiyordu sayılı saatler: "Bir şeyler söylemek, bir şeylerin hayattan izleniminin özünü vermek için çabalıyorsunuz ister istemez kısa olan bir süre içinde; gelgelelim, topu topu altmış yıl veriyorlar size. Bir avuç istisnası bir yana bırakılırsa, insanın yaşama payı bu kadarcık: Kısa bir süre." Ölümünden dört beş yıl önce Virginia Üniversitesi'nde öğrencilerle sohbetler yaparken sık sık diyordu ki: "Yüz yaşına kadar yaşamak niyetindeyim." Belki de ölüme doğru daralan süresini unutmak için içiyordu Faulkner. Kuzini bir gün Faulkner'a sordu: "Bill, o kitapları yazarken sarhoş musun?" Faulkner ancak şu kadar söyleyebildi: "Her zaman değil."


Dış dünya ile ilişiğini kesmiş gibiydi Faulkner. Kendi yaşamasından ve yaratmasından başka hiçbir şey düşünmüyordu sanki. Sık sık Oxford'un ortasındaki alandan yürüyerek geçtiğini anlatıyor kasabalılar: Tanıdıkların selâmını almakta hiç kusur etmezmiş ama, gözlerinde daima uzak bir ışıltı, nerdeyse görmeyen bir bakış olurmuş. Binde bir durup konuşurmuş birisiyle, ama bu konuşmalar bile azıcık sürermiş. Eserlerinin çoğunu yayımlayan firmanın ortak ve müdürlerinden Bennett Cerf, Faulkner'a yazdığı iş mektuplarına cevap almadığından, yakınmış. Faulkner demiş ki Cerf'e: "Sizden mektup gelince, Mr. Cerf, hemen açıyorum, iyice silkeliyorum, eğer içinden çek düşmezse unutup gidiyorum o mektubu." Muhabirler, mülâkatçılar, meraklılar ve eserlerini sevenlerle temas etmemek için diyordu ki: "Ben yazar filan değilim, emekli bir çiftçiyim." Peşini bırakmıyorlardı ama, kimseyle görüşmeğe yanaşmıyordu. Bir kere ünlü balerin Alicia Markova ziyaretine gelmek istemişti de Faulkner şöyle bir cevap yollamıştı:

"Söyleyin o hanıma, kendisiyle görüşemeyeceğime üzülüyorum ama, daha önce verilmiş sözüm var: Tilki avına gideceğim." çoğu zaman yalnız başına atla gezintiler yapıyordu, hatta ava bile tek başına gidiyordu. Dünyadan elini eteğini çekmiş olduğu halde, yine peşinden birçok kimsenin koşmasına içerliyordu: "Bir vakitler hürdüm. Bir tane pantolonum vardı, bir yağmurluk vardı sırtımda. Şimdi yığınla mektup alıyorum, kahvaltıda ne yemişim filan diye." Faulkner, ne genel olarak edebiyattan konuşmaktan hoşlanırdı, ne de kendi eserlerinden bahsetmekten: "Edebiyatçılar hafakanlara boğuyor beni. Dünyanın en sıkıcı insanları onlar. Kitaplarının hiçbirini okumuş değilim, benimkiler hakkında da konuşmak istemiyorum, demek ki edebiyatçılarla da benim konuşabileceğim hiçbir konu kalmıyor."

Faulkner edebiyat aleminde bile kendisini bir sürgün gibi görüyordu; sadece kendisini değil, bütün Amerikan yazarlarını: "Amerikan yazarı; ülkesinin, kültürünün bir parçası değildir. Cins bir köpek gibidir o. Ortalıkta dolaşmasından hoşlanır insanlar, ama pek bir faydası yoktur."

Faulkner, belki de, eserleri az okunduğu, pek çok kimse üslûbu güç anlaşılıyor diye şikâyet ettiği için öyle düşünüyordu. Bir kere demişti ki: "İsterse kimse okumasın kitaplarımı, umurumda değil." Gerçekten, Faulkner belli başlı çağdaş romancıların en az okunanlarındandı. 1945 yılında on yedi kitabının hiçbirini satın almak mümkün değildi. İngiliz yazarı C. P. Snow dedi ki Faulkner hakkında: "Okunduğundan çok takdir edilmiştir"

10 Kasım 1950 günü Faulkner evinin bahçesinde çalışıyordu, ansızın 1949 Nobel Edebiyat Armağanını kazanmış olduğu haberi geldi. Büyük müjdeyi sakin karşıladı, ama, sevindiği belliydi. Daha önce, 1946 yılında da Nobel için aday gösterilmişti. Faulkner, belki günün birinde Nobel’i kazanacağını umduğu -daha doğrusu bildiği- için pek istifini bozmadı. İçeri girip ailesi ve zenci hizmetçileriyle birlikte büyük haberi kutladı. Sonra yine bahçedeki işine döndü. Akşama konu komşu, eş-dost gelip tebrik ettiler Faulkner'ı. Oldum olası törenlerden nefret ettiği için Nobel'i almaya, Stokholm'e gitmek istemiyordu, Önce dedi ki: "Otuz yıllık çalışmamdan arda kalanları Mississippi'den İsveç'e kadar taşımaya değmez." Sonra törene katılmamak için bahane bulmaya, çalıştı : "Ben basit bir çiftçiyim; ömrümde o maymun esvabını giymiş değilim." (Faulkner, Mississippi Üniversitesi’ndeyken smokin satın aldığını ve danslara smokinle gittiğini unutmuştu herhalde.)

Nobel müjdesi geldikten bir hafta sonra, Faulkner birkaç, günlüğüne ava gitti. Av arkadaşları ne yapacaklarını, ne diyeceklerini şaşırmış gibiydiler. Bir tanesi dedi ki: "Bill, 30 bin dolar alacakmışsın o armağan için. Artık bizimle, ava çıkmaya tenezzül etmezsin herhalde?" Faulkner dedi ki: "Boş ver canım, para bu. İsveç’te geyik eti yok ki." Ava gitti Faulkner, bu sefer her zamankinden fazla içti, arkadaşları baygın getirdiler Faulkner'ı evine. Ailesi Faulkner'ı İsveç’teki Nobel törenine gitmeye, smokin giymeye, armağanı alırken söylev vermeye razı etmek için canla başla uğraştı. Sonunda kabul etti Faulkner, ama dedi ki: "Kızım: Paris'i ve Stokholm'ü görsün diye gidiyorum."

Kızıyla birlikte Stokholm'e hareketinden birkaç gün önce yine odasına kapanıp delice içmeye koyuldu. Törene yetişemeyecek korkusuyla odasındaki takvimi üç gün ileri aldılar. Derken Faulkner, birisini çağırtmak istedi, boş bulunup futbol maçına gittiğini söylediler. Faulkner sarhoş kafayla davranıp oturdu yatağının içinde: "Demek beni aldatıyorsunuz!" diye bağırdı. "Salı günü futbol maçı olmaz. Daha üç gün içebilirim öyleyse." Üçüncü günün sonunda içkiyi kesti. Yola çıkarken, Phil Stone, Faulkner'a dedi ki: "Bak, Bill, şeytana uymak yok." Faulkner öfkeli öfkeli cevap verdi: "Bıktım bu öğütten. İsveç büyükelçisinden tut da bizim Allah’ın cezası zenci uşağa kadar herkes şeytana uymamamı söylüyor."

Stokholm'e Nobel Armağanı’nı almaya giderken kızıyla New York'tan geçti Faulkner. New York'ta bir muhabir sordu: "Amerika'daki ahlâk düşüklüğünü en iyi anlatan yazar olarak tanınıyorsunuz. Sizce Amerika'daki en büyük ahlak bozukluğu nedir?" Faulkner cevap verdi: "Sizin yaptığınız, efendim."

Stokholm'de 10 Aralık 1950 de ünlü Nobel söylevini okudu ve Edebiyat Armağanı’nı aldı. İsveç Akademisi Başkanı Dr. Hellstrom törende Faulkner'ı "Yaşayan İngiliz ve Amerikan romancılarının rakipsiz üstadı" diye takdim etti.


Yine Oxford'a döndü Faulkner. Söylevinde bildirdiği gibi, kazandığı armağanın parasını (30 bin dolar) Oxford'un hayır işlerinde kullanılmak üzere hibe etti. Artık eskisi kadar kaçmayacaktı insanlardan - daha doğrusu, bazen kaçacak, bazen kaçmayacaktı. Bir kere, başta İlya Ehrenburg olmak üzere birkaç Sovyet yazarı Faulkner'ı evinde ziyaret etmek istedi de Faulkner önce kabul etmedi, sonra ancak 10 dakika görüşebileceğini söyledi: "Canına yandığım, fikirlerden filan söz açmak isteyecekler. Benim fikirlerle ilgim yok. Ben bir yazarım, edebiyatçı değil"

Ama gitgide insanlar arasına katılmaya başlıyordu. 1952 Mayıs'ında Paris'te Salie Gaveau'daki edebiyatçılar toplantısına giden Faulkner, Denis de Rougement tarafından takdim edildiği vakit dakikalarca alkışlandı. 1951 de Legion d'Honneur'ü aldığında da bir konuşma yapmıştı - hem de Fransızca olarak. Kızının High School'u bitirme töreninde şeref söylevini Faulkner verdi - kızının hatırı için -. Sonraları, plâk doldurdu, mülâkat verdi, televizyona çıktı, fotoğraf çektirdi. Oysa, Nobel'i kazandığından iki yıl önce; ta New York'tan Oxford'a Faulkner'ın resmini çekmeye gelen bir foto muhabirini eli boş geri çevirmişti: "Benliği boyunduruğa girmemiş, kimliği tespit edilmemiş tek insan olmak istiyorum yeryüzünde." 1953 ve 1955 yılları arasında birkaç memleket gezdi: Filipinler, Siam, Hindistan, Mısır, İtalya, Batı Almanya, İngiltere, İzlanda, Japonya.

1955 yazında Japonya'da Nagano Seminerine katılarak sanatı hakkında geniş ve ilginç açıklamalarda bulundu. 1957 ve 1958 de Virginia Üniversitesinde Amerikan edebiyatı hakkında kendi dünya görüşü ve yazarlığı hakkında konuşmalar yaptı ve binlerce soruyu cevaplandırdı.

John Steinbeck'i beğenip beğenmediğini sordular; "Steinbeck bir muhabir, bir gazeteci bence," dedi Faulkner. "Gerçek bir yazar değil."

Erskine Caldwell hakkında şunları söyledi: "Üslup bakımından, basit üslup bakımından, birinci sınıf. Tütün Yolu’nda okuyucuyu sarsan bir güç var, ama o romandan sonra Caldwell'in yazdıkları gitgide boş laf olmaya başladı."

Faulkner, Virginia Üniversitesi’nde dalgınlığıyla ün saldı: Ağzında piposu, sırtında spor ceket, ortalıkta dolaşır, çoğu zaman sık sık konuştuğu öğrencileri tanımaz, bazen yakın dostlarına selam vermeyi unutarak yanlarından geçerdi.

Memnundu Virginia Üniversitesi’nde bulunduğu çevreden: "Seviyorum Virginialıları, çünkü hepsi züppe. Ben hoşlanırım züppelerden. Züppelik uğruna o kadar vakit harcar ki züppeler, insanın işine burunlarını sokmaya fırsat bulamazlar."

Faulkner, Virginia'daki sohbetlerinde, en fazla hangi kitapları ve yazarları okuduğunu açıkladı: "Don Kişot'u her yıl bir kere, Moby Dick'i 4-5 yılda bir, Dickens'ın kitaplarını sık sık bölük pörçük, Karamazov Kardeşler’le Madam Bovary' yi hemen hemen her yıl, Tevrat'ı zaman zaman okuyorum; Shakespeare'in bütün eserlerini içine alan ufak bir cildi her vakit yanımda taşır, orasından burasından okurum azar azar… Şairlerden Pope, Beaumont ve Fletcher'i, hepsinden fazla Marlowe'u sever ve okurum."

1960 yılında, "edebiyatın yayılması amacıyla" zenci yazar ve öğrencilere burs verecek olan William Faulkner Vakfı'nı kurdu. O zaman öğrenildi ki, vakfı kurmadan çok önce birçok zenci yazar ve öğrenciye mali yardımlarda bulunmuştu Faulkner... bu hizmetinin reklamını yapmaksızın, bütün bütün mahrem tutarak. 1962 baharında Cumhurbaşkanı Kennedy, Nobel Armağanı’nı kazanmış bütün Amerikalıları Beyaz Saraya ziyafete çağırdığı zaman yüz elli kadar davetli arasından gitmeyen tek kimse Faulkner oldu: "Yahu, yüz millik yol. Bir yemeğin yüzüsuyu hürmetine o kadar yol gitmeye değmez."

Hayata karşı mert, kendisine karşı sertti Faulkner. Altmışındayken attan düşmüştü de köprücük kemiği kırılmıştı. Ama kazadan yarım saat sonra, sargılar içinde, oturup birkaç dostuyla içki içmişti: "Şeytan tırnağı kadar canımı acıttı." Bu ufak tefek, kır saçlı, kır bıyıklı içine kapanık adamın (ince, kambur bir burnu, gözlerinin üstüne düşer gibi görünen gözkapakları, kahverengi gözleri, kırışık bir yüzü, ince dudakları vardı) varlığa karşı küstah değilse bile, küçümseyici tutumu, insanlara karşı sonsuz vekarı, yaşamanın değersiz ve ucuz görüntülerine karşı derin nefreti; (rahat, kalender, babacan davranışlarına rağmen) kimliğinin türlü yönlerinden belliydi.

Yaşaması da bir yaratıcı sanattı Faulkner'ın. Hayatın ve sanatın haysiyetine ve değerine derin bir saygı duyuyordu: ikisini de kutsallaştırmıştı sanki. 6 Temmuz 1962 günü kalp krizinden öldüğünde, o haysiyet tam ve mutlaktı… Kendi evinde, karısı başucunda, dünyayı uzun bir hastalıkla ölümünün yaklaştığından haberdar etmeksizin, ansızın ölüverdi. Cenaze töreni, sadece ailesinin ve üç-beş yakın dostunun katıldığı özel ve basit bir tören oldu. Adının Faulkner olarak değil, Falkner olarak yazıldığı mezartaşına kazılacak olan kitabeyi bile kendisi önceden kaleme alıp bırakmıştı. Vahşiliklerini, ıstıraplarını, felaketlerini çırılçıplak ortaya koyduğu kasabasının dükkânları tören sırasında kepenklerini indirdiler.

Faulkner'ın yaşadığı ile yarattığı arasında derin bir ruh bağlantısı vardı. Kendisi, sanatçının kişisel yaşantısını bir romana ya da hikayeye koyamayacağını söylemişti bir kere: “Kahramanlarımın söylediklerinden sorumlu değilim ben. Kitaplarımın sayfalarında kaybolan ya da bulunan hiçbir şeyden sorumlu değilim. Çünkü yaşantı ile, boş bir kağıt ve bir kalem arasında bir yerde, sanatçının kişisel yaşantısı ölüp gidiyor." Sonradan bu düşünceyi biraz daha açıkladı: "Başlangıçta her yazar, kendi biyografisini kaleme alır, çünkü; ilkin dünyanın farkına varır, sonra ansızın dünyanın kağıda geçirilecek kadar önemli olduğunu anlar, ama o zaman ancak kendi başından geçenleri biliyordur; insanların ruhuna inecek kadar görüş gücü ve sonuca varma yeteneği bulamamıştır daha. Ancak kendi ruhuna inebilir, onun için kendi biyografisini yazar; kendi tecrübelerinden başka ölçü yoktur elinde. Ama, yaşı ilerledikçe hayal gücü gelişir."

Faulkner'ın eserlerinde, gerçekten, kendi yaşantılarının payı gelişmiş düş gücünün yarattığı olay ve duyguların payı kadar büyüktü. Hatta, bir bakıma, hayatı belki de en büyük eseriydi. Faulkner demişti ki: "Eğer William Faulkner olmasaydım, iki kere, üç kere William Faulkner olmak isterdim yine. Belki ancak böylelikle söylemem gereken şeyleri yazmak imkanını bulurdum." Eserlerinin yoğun tragedyasına bakılırsa, Faulkner, yüzlerce defa Faulkner olmuştu - yaşamak ve yaratmak dışında hiçbir şey tanımıyarak: "İyi bir yazarı yıkan tek şey; ölümdür ancak. İyi yazarların, ünle, başarıyla, zenginlikle uğraşacak vakitleri olamaz. Kadın gibidir başarı: Önünde diz çökersen seni ezer geçer. En iyisi, elinin tersini göstermektir ona; belki o zaman senin önünde o diz çöker." Faulkner ömrü boyunca ne başarı önünde diz çöktü, ne de varlığın felaketleri karşısında. "Adsızlığın suratına bir tırmık" atmak uğrunda canını dişine takarak çırpınırken, pek az yazara nasip olmuş alınyazısıyla, gerçek anlamda, yaşadığını yarattı … yarattığını yaşadı.

Hiç yorum yok: