
Bir ara New Orleans'a gitti, hem değişiklik olsun diye, hem de talihini bir de orada denemek için. Bir süre bir içki kaçakçısının yanında çalıştı. Çağın ünlü yazarlarından Sherwood Anderson'la dost oldu New Orleans'da. O sıralarda yayımlanan bir kitabında Anderson, şöyle tanımladı Faulkner'ı:
"Dış dünya ile ilişiğini kesmiş gibiydi Faulkner. Kendi yaşamasından ve yaratmasından başka hiçbir şey düşünmüyordu sanki. Sık sık Oxford'un ortasındaki alandan yürüyerek geçtiğini anlatıyor kasabalılar: Tanıdıkların selâmını almakta hiç kusur etmezmiş ama, gözlerinde daima uzak bir ışıltı, nerdeyse görmeyen bir bakış olurmuş. Binde bir durup konuşurmuş birisiyle, ama bu konuşmalar bile azıcık sürermiş. Eserlerinin çoğunu yayımlayan firmanın ortak ve müdürlerinden Bennett Cerf, Faulkner'a yazdığı iş mektuplarına cevap almadığından, yakınmış. Faulkner demiş ki Cerf'e: "Sizden mektup gelince, Mr. Cerf, hemen açıyorum, iyice silkeliyorum, eğer içinden çek düşmezse unutup gidiyorum o mektubu." Muhabirler, mülakatçılar, meraklılar ve eserlerini sevenlerle temas etmemek için diyordu ki: "Ben yazar filan değilim, emekli bir çiftçiyim." Peşini bırakmıyorlardı ama, kimseyle görüşmeğe yanaşmıyordu. Bir kere ünlü balerini Alicia Markova ziyaretine gelmek istemişti de Faulkner şöyle bir cevap yollamıştı:
"Söyleyin o hanıma, kendisiyle görüşemeyeceğime üzülüyorum ama, daha önce verilmiş sözüm var: Tilki avına gideceğim." çoğu zaman yalnız başına atla gezintiler yapıyordu, hatta ava bile tek başına gidiyordu. Dünyadan elini eteğini çekmiş olduğu halde, yine peşinden birçok kimsenin koşmasına içerliyordu: "Bir vakitler hürdüm. Bir tane pantolonum vardı, bir yağmurluk vardı sırtımda. Şimdi yığınla mektup alıyorum, kahvaltıda ne yemişim filan diye." Faulkner, ne genel olarak edebiyattan konuşmaktan hoşlanırdı, ne de kendi eserlerinden bahsetmekten: "Edebiyatçılar hafakanlara boğuyor beni. Dünyanın en sıkıcı insanları onlar. Kitaplarının hiçbirini okumuş değilim, benimkiler hakkında da konuşmak istemiyorum, demek ki edebiyatçılarla da benim konuşabileceğim hiçbir konu kalmıyor."

Faulkner edebiyat aleminde bile kendisini bir sürgün gibi görüyordu; sadece kendisini değil, bütün Amerikan yazarlarını: "Amerikan yazarı; ülkesinin, kültürünün bir parçası değildir. Cins bir köpek gibidir o. Ortalıkta dolaşmasından hoşlanır insanlar, ama pek bir faydası yoktur."
Faulkner, belki de, eserleri az okunduğu, pek çok kimse üslûbu güç anlaşılıyor diye şikayet ettiği için öyle düşünüyordu. Bir kere demişti ki: "İsterse kimse okumasın kitaplarımı, umurumda değil." Gerçekten, Faulkner belli başlı çağdaş romancıların en az okunanlarındandı. 1945 yılında on yedi kitabının hiçbirini satın almak mümkün değildi. İngiliz yazarı C. P. Snow dedi ki Faulkner hakkında: "Okunduğundan çok takdir edilmiştir"
10 Kasım 1950 günü Faulkner evinin bahçesinde çalışıyordu, ansızın 1949 Nobel Edebiyat Armağanını kazanmış olduğu haberi geldi. Büyük müjdeyi sakin karşıladı, ama, sevindiği belliydi. Daha önce, 1946 yılında da Nobel için aday gösterilmişti Faulkner, belki günün birinde Nobel’i kazanacağını umduğu -daha doğrusu bildiği- için pek istifini bozmadı. İçeri girip ailesi ve zenci hizmetçileriyle birlikte büyük haberi kutladı. Sonra yine bahçedeki işine döndü. Akşama konu komşu, eş-dost gelip tebrik ettiler Faulkner'ı. Oldum olası törenlerden nefret ettiği için Nobel'i almaya, Stokholm'e gitmek istemiyordu, Önce dedi ki: "Otuz yıllık çalışmamdan arda kalanları Mississippi'den İsveç'e kadar taşımaya değmez." Sonra törene katılmamak için bahane bulmaya, çalıştı : "Ben basit bir çiftçiyim; ömrümde o maymun esvabını giymiş değilim." (Faulkner, Mississippi Üniversitesi’ndeyken smokin satın aldığını ve danslara smokinle gittiğini unutmuştu herhalde.)

Kızıyla birlikte Stokholm'e hareketinden birkaç gün önce yine odasına kapanıp delice içmeye koyuldu. Törene yetişemeyecek korkusuyla odasındaki takvimi üç gün ileri aldılar. Derken Faulkner, birisini çağırtmak istedi, boş bulunup futbol maçına gittiğini söylediler. Faulkner sarhoş kafayla davranıp oturdu yatağının içinde: "Demek beni aldatıyorsunuz!" diye bağırdı. "Salı günü futbol maçı olmaz. Daha üç gün içebilirim öyleyse." Üçüncü günün sonunda içkiyi kesti. Yola çıkarken, Phil Stone, Faulkner'a dedi ki: "Bak, Bill, şeytana uymak yok." Faulkner öfkeli öfkeli cevap verdi: "Bıktım bu öğütten. İsveç büyükelçisinden tut da bizim Allah’ın cezası zenci uşağa kadar herkes şeytana uymamamı söylüyor."
Stokholm'e Nobel Armağanı’nı almaya giderken kızıyla New York'tan geçti Faulkner. New York'ta bir muhabir sordu: "Amerika'daki ahlak düşüklüğünü en iyi anlatan yazar olarak tanınıyorsunuz. Sizce Amerika'daki en büyük ahlak bozukluğu nedir?" Faulkner cevap verdi: "Sizin yaptığınız, efendim."
Stokholm'de 10 Aralık 1950 de ünlü Nobel söylevini okudu ve Edebiyat Armağanı’nı aldı. İsveç Akademisi Başkanı Dr. Hellstrom törende Faulkner'ı "Yaşayan İngiliz ve Amerikan romancılarının rakipsiz üstadı" diye takdim etti.
"Hep çilenin zindanında yaşayan ufak tefek bir 'Güneyli." Anderson'ın yardımıyla Faulkner'ın birkaç hikaye ve yazısı basıldı bir New Orleans gazetesinde. Şiir artık Faulkner'ın yazarlık iştahını doyurmuyor gibiydi. Zaten 1925 te yine New Orleans'da yayınladığı bir yazıda şairliği hakkında şunları söylüyordu: "Şiiri, herşeyden önce, bir takım çapkınlıklarıma yardımı dokunduğu için okuyor ve kullanıyordum; bir de, kiiçük bir kasabada başkalarından değişik görünmek amacıyla giriştiğim bir gençlik jestini tamamlamak için." Üstelik yazarlıkta başarı sağlıyamayacağından korkmaya başlıyordu gitgide. Anderson o zamana kadar sadece şiir, hikaye ve denemelerle uğraşmış olan Faulkner'a roman türünü salık verdi. Faulkner da ilk romanı olan Askerin Kazancı'nı yazdı (altı hafta içinde). Anderson’a romanı okumasını, beğenirse bir yayınevine tavsiye etmesini söyleyince Anderson "Bir şartla tavsiye ederim," dedi. "Okumamam şartıyla." Gerçekten romanı 'Okumadan övgü dolu bir mektup yazdı hemen: Askerin Kazancı 1926 da yayımlandı.

Son yıllarda kimi Amerikan yazarları, Avrupa’da ün salarak kendilerini Amerika'ya kabul ettirebilmişlerdi. Faulkner aynı umutla, biraz da Amerika'dan kaçmaya ve Amerikan kültürüne tepki göstermeye değer veren genç edebî sürgünlerin arasına katılmak için, 1925 te, Avrupa’ya gitmeye karar verdi. Şileple yola çıktı - içinde bunalımlarını, özlemlerini taşıyarak ve makine dairesiyle güvertede tayfa olarak çalışarak. Yol boyunca soneler yazmak için çırpındı durdu. Gemi Cenova'ya yaklaşırken bütün yazdıklarını güverteden denize atıverdi:
"Temizlendiğimi duydum," dedi. Avrupa’da dokuz ay kaldıktan sonra Oxford'a döndü yine. Ne ülkesinden kopabilmişti ne de Avrupa’da ufak ölçüde bile ün kazanabilmişti. 1926 yılının ilk sekiz dokuz ayında bir kereste tezgâhında çalıştı, sonra balıkçı teknelerinde alelâde balıkçı gibi iş tuttu. 1927 de Sivrisinekler adlı romanı çıktı, 1929 da Sartoris.
Sartoris ailesinin bazı kişileri Falkner ailesinin efsaneleriyle yoğrulmuş gibiydi. Bu romanda ilk defa Faulkner'ın kasabasının benzeri olarak yarattığı Yoknapatawpha adlı masal bölgesinin insanları etten kemikten varlıklar olarak ortaya çıktılar. Sartoris ailesi, belki de Falkner’lar gibi, Güneyde hızla değişen toplum ve ahlak düzeninin acısını çekiyordu. Faulkner bu romanıyla çevresinin geçmişteki ve şimdiki yaşamasına dört elle sarıldı.
Sartoris topu topu iki bin nüsha satıldı. Oysa Faulkner büyük bir başarı ve hatırı sayılır bir kazanç ummuştu bu eserden. 1931 yılında yayımlanan Kutsal Sığınak romanını, daha önceki kitaplarına aldırış etmeyen okuyuculardan öç almak amacıyla yazdı: "Popüler başarı sağlamanın yolu bu olsa gerek diye düşündüm ve havsalamın aldığı en korkunç masalı uydurarak kitabı üç haftada kaleme aldım” Sonradan Faulkner; Kutsal Sığınak romanının nasıl yayımlandığını şöyle anlattı: "Romanı yayınevine yolladım, yayınevinin sahibi "Aman Allahım," diye cevap verdi, "basamayız bunu! Bu kitap çıkarsa ikimiz de hapishaneyi boylarız." Ben de bunun üzerine vazgeçtim, iki başka kitap yazdım. İki yeni kitabım yayımlandıktan sonra bir gün postadan Kutsal Sığınak romanımın provaları çıktı. Aradan iki yıl geçmişti. Okudum kitabı, öyle kötü yazılmıştı, öyle aşağılıktı ki. Böyle bastıramam bu kitabı dedim. Gel gelelim, kalıpları yapmışlardı. Kitabı yeniden yazmak demek, kalıpların eritilmesi demekti. Yayınevi de yeni kurulmuştu; sahibi dedi ki: "Yeni kalıp dökecek param yok." Ben: "'Böyle basılmamalı," dedim. "Ötesi yok, berbat bir kitap bu." Nihayet masrafı paylaşmaya karar verdik. Benim payıma 270 dolar düştü, ama o kadar param yoktu. Bana iyi bir ders oldu bu: Aşağılık şeyler yazmamayı öğrendim, her zaman elimden' geldiği kadar iyi yazmam gerektiğini anladım." Edebi değeri bir yana, Kutsal Sığınak Faulkner'a bol para, yaygm bir ün ve Hollywood'da senarist olarak çalışıp rahata kavuşmak fırsatını getirdi.
Hollywood'a gitmek bir düşüş gibi geliyordu Faulkner'a. Ama, öte yandan, geleceğini güven altına almak, ilerde para kazanmanın acısını çekmeksizin eser vermenin çilesini çekebilmek için az zamanda bol para, toplu para sahibi olmaya can atıyordu. 1929 da yayımlanan Ses ve Öfke romanı gibi büyük eserlerini ancak maddi huzur içinde yaratabileceğine inanıyordu. Eski günlerin yoksulluğunu geride bırakmalıydı. Yine 1929 da çıkan Döşeğimde Ölürken adlı romanını, geceleri bir elektrik santralinde ateşçilik yaparken yazmıştı. Santralde akşamın altısından sabahın altısına kadar çalışıyordu; ama gece-yarısından sabah dörde kadar, baş aşağı ettiği bir el arabasını masa yerine kullanarak, kulaklarında muazzam bir dinamonun işkenceli uğultusunu duya duya yazıyordu. Döşeğimde Ölürken’in tamamını o santralde tepetaklak el arabasının üstünde altı hafta içinde kaleme aldı. Artık yaratma gücünü bedenindeki bitkinlikle bölmekten kurtulmak istiyordu Faulkner... kurtulmalıydı.
Bol para uğruna senaryo yazmaya gittiği Hollywood' da, Faulkner yaşantıların en yavanını, en değersizini buldu. Açıkça belirtti Hollywood'a karşı duyduğu nefreti: "iklimini de sevmiyorum, insanlarını da, yaşayışını da. Hiçbir şey olmuyor' Hollywood'da, sonra bir sabah kalkınca bir de bakıyorsunuz ki, altmış beş yaşınıza basıvermişsiniz." Hollywood'da kaldığı süre boyunca Faulkner çevresindeki hiçlikten bunaldı. Oysa, Faulkner'ın kişilerinden biri der ki: "Hiçlikle mutsuzluk arasında bir seçme yapacaksam, mutsuzluğu seçerim"

Faulkner l930 larda ve 1940 larda vakit vakit Hollywood'a senaryo yazmaya gitti. Her gidişinde tedirgindi, kendinden utanıyor gibi bir hali vardı. Çoğu zaman sarhoş oluyordu sabahtan akşama kadar. Senaryolarına gerçek hayatta eşine rastlamayan tüyler ürpertici kişiler ve sahneler koyuyordu; başka senaristler, kişileri daha insanlaştırıp sahneleri kısaltınca ya da yumuşatınca Hollywood'un zevkine (ya da Faulkner'ın anladığı anlamda "zevksizliği" ne) uygun şok unsuru istenilen ölçüde elde edilebiliyordu.
Faulkner, Hollywood'a her gidişinde oranın dillere destan olmuş hayatına yan çiziyordu. Hele partiler hafakanlara boğuyordu Faulkner'ı. Bir partide can sıkıntısından ne yapacağını şaşırmış, kendisini davet eden dostundan erken erken izin isteyip gidemeyeceğini düşünerek, pencereden gizlice atlayıp kaçmış; başka bir partide tanınmış bir kadın yazarın toplumsal ve siyasal başarıları kendisine anlatılarak görüşmeleri üzerinde ısrar edilince "Anlattığınız başarılara bakılırsa hiç görüşmemem gerek bu hatunla," demiş; daha başka bir sefer de bir partiye genç ve güzel bir kadınla gitmeğe razı etmişlerdi Faulkner'ı, ama oraya varınca içkiye dalıp kadını madını unutmuştu, kadıncağız evin sahibine yaklaşıp: "Mr. FauIkner galiba benden hoşlanmadı," diye serzeniş edince, adam Faulkner'a partiye bir hanımla gelmiş olduğunu hatırlatmış, Faulkner da saf saf sormuştu: "Sahi mi? Hangisiydi o kadın?"

Faulkner, Hollywood'a ilk gidişinden önce, 1929 yılının Haziran’ında, evlenmişti - bir genç dulla. Karısının ilk kocasından iki çocuğu vardı; sonra Faulkner'dan da bir kızı oldu. Edebiyatta renkli ve değişik kelimelerin ustası olan Faulkner, kızına kısa ve sade bir ad taktı: Jill.
Karısı, bütün ömrü boyunca, sevip seveceği tek kadın oldu. Bilindiği kadarı, başka hiç bir kadınla uzak yakın ilişiği olmamıştır. Bir vakitler yazdığı bir cümlede belki aşk karşısındaki kaygılarının sebebi vardı: "Aşkla ıstırap aynı şeydir. Aşkın ve ıstırabın değeri, onlar için ödeyeceğiniz şeylerin toplamından ibarettir. Ucuza elde ederseniz kendinizi aldattınız demektir." Bir sefer de demişti ki: "İşte benim kafamdaki ideal kadın: Benden uzaklaşmasın diye bacakları olmayan, beni tutmasın diye kolları olmayan, benimle konuşmasın diye kafası olmayan bir bakire."
Faulkner'ın hayatının yaratıcı çağı serüven yaşamaktan caydığı (galiba bu cayışta kardeşi Dean'in 1935 yılında bir özel uçakla tehlike uçuşları yaparken FauIkner'ın gözü önünde düşüp ölmesinin payı büyüktü: Faulkner'ın sonradan anlattığına göre, Dean'in vücudu paramparça olmuş da Faulkner evde banyoda kanlı parçaları bir araya koymuş) var gücünü duymaya, görmeye, yazmaya, yoktan var etmeye adadığı çağdı… bu… Ve bu çağ Mississippi'nin Lafayette bölgesinin Oxford kasabasında geçti. Gelişigüzel bir inziva yeri değildi bu: Faulkner için, en iyi tanıdığı insanlığın en derin bir dramı yaşadığı yerdi: Lafayette'e Yoknapatawpha (Faulkner'a göre, kızılderililerin dilinde "suyun ağır ağır içinden geçtiği düz topraklar" demekmiş bu kelime), Oxford' a da Jefferson adını verdi ve bu alemi dar sınırları içinde insanlık tragedyasının yaşandığı ve oynandığı bir sahne olarak yarattı. 24000 mil karelik, 6298 il beyaz, 9313 ü zenci olmak üzere 15,611 nüfuslu Yoknapatawpha'yı bir Amerikan eleştiricisi bir "efsane ülkesi" ne benzetti. Faulkner, Güneyi ve insanlarını hem geçmişteki, hem şimdiki yaşantılarının masallarıyla yoğuruyor (hiç tarih okumadığını, bütün tarih bilgisini kasabada konuştuğu kimselerden edindiğini söylemişti bir kere) ve coğrafyasıyla, toplumuyla, acıları ve sevinçleriyle, mertlikleri ve suçlarıyla kendine özgü, ama aynı zamanda bütün insanlığı yansıtan bir dünya halinde ortaya çıkarıyordu. "Sartoris' le başlayarak şunun farkına vardım ki, üstünde doğup yaşadığım posta pulu büyüklüğündeki toprakta bulunan yazılmaya değer şeylerin hepsini yazmaya bir ömür bile yetmez ve ben gerçek olanı süzüp güzelleştirmekle efsaneleştirerek bu bölgede hükümdar olmak özgürlüğünü elde edebilirim. Bu düşünce önüme büyük bir insanlık definesi serdi, böylece kendi evrenimi yarattım." Artık Faulkner yarattığı bir dünyanın tek hakimi olacaktı. Nitekim kendisinden şöyle bahsediyordu bir kere: "Ben, Yoknapatawpha bölge'sinin tek ve tekelci sahibiyim," Gerçekten, Faulkner Yoknapatawpha'yı bütün beşeri ve maddi ayrıntılarıyla kendine özgü bir dünya dilimi halinde yarattı.
Bu dünya diliminin haritalarda Oxford, Faulkner'ın coğrafyasında Jefferson adıyla geçen kasabasına ayrılmamacasına bağlandıktan sonra, Faulkner düzenli, yazmak ve yaratmaktan başka hemen hemen hiçbir şeye vakit harcamayan, hareketsiz ama derin bir hayat sürmeye başladı. Bazen ava çıkıyordu, arada sırada Phil Stone'la sohbet ediyordu, biraz da toprakla uğraşıyordu. Yazmaktan başka üç merakı olduğunu söylüyordu: At, av ve yelkencilik. Çalışmasına en fazla engel olan, içkiydi yine. İçmekten söz edip şöyle demişti bir kere: "İçmek tabii bir içgüdü bence, merak değil, tabii ve sıhhatli bir içgüdü." Kimi zaman içki şişeleriyle birlikte odasına kapanıp günlerce çılgın gibi içiyordu – bilincini yitirinceye kadar. O zamanlar yazmak gözüne basit bir merak gibi görünüyordu: ''Yazmak benim için bir çeşit merak - pul toplaımak gibi." Kendi varlığının azabıyla birleşen içki alemleri bitince, bu sefer korkunç gerçeklerden efsaneler yaratmanın acısını çekmeye başlardı. 1930 larda Oxford'daki evinde başlayan yapayalnız hayatı (gerçi karısı ile iki üvey kızı ve kendi kızı aynı çatı, altındalardı ama, onların varlığından haberi olmadığı günler az değildi) yıllarca sürdü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder