O'nu yakından tanımış olan Andre Gide, Oscar Wilde'in anısına yazdığı uzunca bir tanıtım yazısında olayların bu noktasını şöyle anlatıyor:
“İngiliz kamuoyunu çalkalayan mahkeme skandalıyla Wilde'ın hayatı mahvolma tehlikesine girdiğinde bir takım edebiyatçı ve sanatçılar, edebiyat ve sanat adına bir kurtarma harekatına giriştiler... Yazarı överek insanı bağışlatmayı umdular... Ne yazık ki bu yanlış anlamalara yol açtı; çünkü kabul etmek gerekir ki Wilde büyük bir yazar değildi. Uzatılan bu kurşundan can simidi sadece O'nun boğulmasını hzlandırdı. Eserleri O'nu kurtaracağına adeta O'nunla birlikte battılar.. Boşuna bir kaç imdat eli uzandı... Dünyanın kabaran dalgası her şeyi yuttu."
O sırada Wilde'ı tümüyle ayrı bir biçimde savunmak kimsenin aklından geçmedi. İnsanı, yapıtlarının arkasına gizlemek yerine; önce insanın eşşizliğini göstermek gerekirdi. Sonra yapıtları zaten aydınlanırdı. Wilde “Tüm dehamı hayatıma, eserlerime yalnızca yeteneğimi harcadım.” derdi. Büyük bir yazar değildi ama, sözcüğün tam anlamıyla bir hayat adamıydı.. Yunan filozofları gibi, Wilde da bilgeliğini yazıya dökmez; konuşmasıyla , yaşamıyla aktarırdı; bilgeliğini tedbirsizce, insanların uçucu bellleğine emanet ederdi, suyun üzerine yazar gibi... O'nu can kulağıyla dinlemiş olanlardan biri, ben, burada bazı kişisel anılarımı aktaracağım...” diyor ve şöyle sürdürüyor...
“Wilde'ı, ancak hayatının son yıllarında tanımış olanlar, hapisten zayıflamış ve ve çökmüş olarak çıkan bir Wilde'a bakarak dahi Wilde'ı düşleyemezler..."
Kendisiyle ilk karşılaşmamız, 1891 yılında oldu. Wilde o sıralarda, Thackeray'ın “büyük adamların sahip oldukları başlıca yeteneğe”, yani "sükseye" sahipti. Hareketleriyle bakışlarıyla, her durumda ağırlığını koyardı. Sükse yapacağı o kadar kesindi ki sanki başarısı Wilde'dan önde gidiyordu. O'na yalnızca ilerlemek kalıyordu. Kitapları şaşkınlık ve beğeni yaratıyordu. Zengindi, büyüktü, mutluluk ve övgüye boğulmuştu. O'nu kimileri Asyalı bir Bacus'a kimileri Romalı bir imparatora, kimileri sde Apollon'a benzetirdi. Paris'e gelir gelmez adı dilden dile dolaşmaya başlamıştı.
O'ndan sözedildiğini ilkin Mallarme'ın evinde duymuştum. Konuşmasını göklere çıkarıyorlardı. kendisini tanımayı istiyor, ama ummuyordum. Mutlu bir raslantı, daha doğrusu, bu isteğimi ilettiğim bir dostum sayesinde tanımıştım. Wilde'ı bir restoranda yemeğe davet etmişlerdi. Dört kişiydik, ama tek konuşan Wilde olmuştu.
O söyleşmezdi tek kendi anlatırdı. Hemen hemen tüm yemek boyunca O anlattı. Tane tane ağır ağır anlatıyordu; sesi olağanüstüydü. Fransızcayı son derece iyi biliyordu.. Ama bekletmek istediği kelimeleri sanki biraz ararmış gibi yapıyordu. Aksanı yok gibiydi, yalnızca olmasını istediği kadar; zaman zaman kelimelere yeni ve garip bir hava verecek kadar aksanı vardı. Septisizm yerine bilerek İngilizce'deki gibi “keptisizm” diyordu.
O gece bize anlattığı öyküler karışıktı... En iyi öykülerden değildi. Bizden emin olamayan Wilde, bizi deniyordu. Bilgeliğini ve çılgınlığını ancak tahminine göre, dinleyenin hoşuna gidecek kadar açığa vururdu; asla daha fazlasını göstermezdi. Karşısındakine alabildiği kadarını verirdi...Ondan bir şey beklemeyenler bir şey bulamazlardı. Ya da paylarına ancak hafif bir köpük düşerdi... her şeyden önce karşısındakini eğlendirmeye meraklı olduğu için de, O'nu tanımış olduklarını sananların bir çoğu yalnızca eğlencelik yanını tanır.
Yemek bittikten sonra dışarı çıktık. İki arkadaşım yanyana yürüyorlardı. Wilde beni kenara çekti, “Siz gözlerinizle dinliyordunuz” dedi. Epey sertçe:
"Bu öyküyü de onun için anlatıyorum size: Narkissos öldüğünde kırçiçekleri çok üzülmüşler. O'nun ardından ağlayabilmek için nehirden su damlaları istemişler.
“Ah!" demiş nehir, “her damlam gözyaşı olsa Narkissos'un ardından ağlamama yetmez. Ben ona aşıktım!”
“Ah, demişler kırçiçekleri de, “nasıl aşık olunmaz ki ona?” Öyle güzeldi ki!...”
“Güzel miydi?” diye sormuş nehir.
“Senden iyi kim bilebilir? Her gün üzerine eğilip senin sularında kendi güzelliğini kendi güzelliğini uzun uzun seyrederdi...”
Wilde bir an durdu...
“Nehir cevap vermiş: Ben ona aşıktım, çünkü sularıma eğildiğinde, O'nun gözlerinde sularımın yansımasını görürdüm.
Evinin kapısının önüne varmıştık, ondan ayrıldık. Benimle tekrar görüşme isteğini belirtti. O yıl ve ondan sonraki yılboyunca sık sık onunla karşılaştım.
Dediğim gibi Wilde başkalarının karşısına tören maskesiyle çıkardı; şaşırtmak, eğlendirmek, bazen de eğlendirmek üzere... Hiç bir zaman karşısındakini dinlemez, düşünce kendisinin düşüncesi olmadığı sürece onu hiç ilgilendirmez. Tek başına parlamadığı an kendini gözden silerdi. O zaman ancak onunla baş başa kalınca tekrar ortaya çıkardı. Baş başa kaldığı an hemen söze başlardı.
“Dünden beri neler yaptınız?”
O sıralar benim hayatın inişsiz çıkışsız olduğundan, anlatacaklarımın hiç bir ilginç yanı yoktu. Sıradan birkaç olay sayardım, Wilde'ın alnı kırışırdı.
“Gerçekten bunlar mı yaptıklarınız?”
“Evet”
“Doğru söylüyorsunuz değil mi?”
“Evet, tabii.”
“Peki, o zaman niye anlatıyorsunuz? Hiç ilginç değil ki. Bakın, iki dünya vardır. Sözü edilmeden varolan dünyaya gerçek dünya denir; çünkü bu dünyayı görmek için sözünü etmeye hiç gerek yoktur. Öteki ise sanat dünyasıdır, bu dünyadan sözetmek gerekir. Çünkü ancak sözü edildiğinde varolur.”
Adamın biri, öykü anlattığı için köyünde çok sevilirmiş. Her sabah köyden ayrılır, akşam döndüğünde de bütün gün çalışıp yorulmuş olan köylüler ona sorarlarmış:
”Neler gördün bugün?. Hadi anlat!"
Anlatırmış o da: "Ormanda flüt çalan koca bir keçi-tanrı gördüm, çevresinde küçük periler halka olmuş dans ediyordu."
“Başka ne gördün, anlat" dermiş köylüler.
Anlatırmış:
“Deniz kıyısına vardığımda, dalgaların üzerinde bir deniz kızı gördüm. Altın bir tarakla yemyeşil saçlarını tarıyorlardı."
Köylüler bu öyküleri anlattığı için onu seviyorlarmış.
“Bir sabah her zamanki gibi köyden ayrılmış. Deniz kıyısına geldiğinde bir de bakmış ki dalgaların üzerinde üç denizkızı altın bir tarakla yeşil saçlarını tanıyorlar.. Gezintisine devam etmiş; ormana yaklaştığında, flüt çalan bir keçi tanrı ve halka olup dans eden küçük periler görmüş. O akşam köye döndüğünde köylüler her akşamki gibi
“Neler gördün, hadi anlat” deyince,
“Hiç bir şey görmedim” demiş”
Wilde bir süre susar, öykünün etkisi üzerime sinsin diye bekler, sonra yeniden başlardı:
“Sanat eserini sanat eseri, tabiat eserini tabiat eseri yapan nedir biliyor musunuz? Aralarındaki ayrım nereden gelir? Aslına bakarsanız nergis çiçeği bir sanat eseri kadar güzeldir; aralarındaki fark güzellik olamaz. İkisini ayıran nedir, bilir misiniz?. Sanat eseri tek'tir. Kalıcı bir şey yaratmayan doğa, yaptıklarının hiçbiri kaybolup gitmesin diye hep kendini yineler. Yığınla nergis çiçeği vardır; işte bu yüzden her birinin ömrü bir gündür. Doğa ne zaman yeni bir biçim icat etse, hemen onu yineler... Deniz canavarı bir başka denizde kendisine benzer bir başka deniz canavarı olduğunu bilir. Tanrı tarihte bir Neron, bir Borgia ya da bir Napeleon yarattığında bir tanesini kenara koyar, onu bilmeyiz, önemli değil, önemli olan birinin başarılı olmasıdır. Çünkü Tanrı insanı, insan da sanat eserini yaratır.”
Bana çoğu kez öyle gelirdi ki Oscar Wilde temsil etmekle görevlendirildiğine inanırdı. En ustaca öyküleri, en düşündürücü hicivleri, pagan natüralizmiyle Hristiyan idealizmini karşılaştırmak, hıristiyan idealizmini anlamsızlaştırmak amacını taşırdı.
Gene bir gün izninizle size bir öykü daha anlatacağım diye söze başladı...En garip, aklı tökezletecek türden bir öykü... Wilde'in yarattığı belli belirsiz çelişkilerin sergilendiği öykülerden biri...
“Tanrı'nın mahkemesinde büyük bir sessizlik olmuş, günahkârın ruhu, çırılçıplak Tanrı'nın karşısına çıkmış. Tanrı, günahkarın hayatının yazılı olduğu defteri açmış:
“Hayatının çok kötü olduğu kesin” demiş. “İşlediğin günahlar...(burada dahiyane, harika bir günah listesi sıralar.. ) Bütün bunları yaptığına göre, seni kesinlikle cehenneme göndereceğim...”
“Cehenneme gönderemezsin beni”
“Niye gönderemezmişim cehenneme?”
“Çünkü hayatım boyunca orada yaşadım!”
Bunun üzerine Tanrının mahkemesinde büyük bir sessizlik olmuş:
“Ne yapalım! Cehenneme gönderemeyeceğime göre seni cennete göndereceğim!”
“Cennete gönderemezsin beni.!”
“Niçin cennete göndermemeyim?”
“Çünkü onu hiç hayal edemedim!”
Ve Tanrı'nın mahkemesinde büyük bir sessizlik olmuş!
Wilde bir gün okuyayım diye bir yazı uzattı bana... Oldukça kaba bir eleştirmen, “düşüncesini allayıp pullamak üzere güzel masallar uydurmayı bildiği” için onu kutluyordu.
“Sanıyorlar ki”dedi Wilde, “bütün düşünceler çıplak doğar... Benim ancak masallarla düşünebildiğimi anlamıyorlar... Heykeltraş düşüncesini mermere aktarmaya çalışmaz: doğrudan mermerle düşünür.
Wilde sanatçının kaderi diye bir şeye inanır, düşüncenin insandan güçlü olduğunu düşünürdü...
“İki tür sanatçı vardır” derdi... “Bazı sanatçılar cevap verir, ötekiler de soru sorar. Karşılık veren sanatçılardan mı, yoksa soru soran sanatçılardan mı olduğunu bilmeli insan; çünkü karşılığı veren, asla soruyu soran değildir. Bazı eserler beklerler.. uzun süre boyunca anlaşılmazlar; bunlar henüz sorulmamış sorulara karşılık getirenlerdir; sorunun, karşılıktan çok sonra geldiğiyle sık sık karşılaşırız. “
Ve sürdürürdü:
“Ruh bedenin içinde yaşlı doğar, beden de ruhu gençleştirmek için zaten... Platon Sokrates'in gençliğidir."
Böyle bir sonun en ilginç ve öğretici yanlarından biri, kendisine bir tanrıya taparcasına tapmış olan soylu çevrelerin Wilde'ı bir anda atıvermesi, kitaplarının yakılması, oyunlarının hemen sahnelerden kaldırılması, o çoşkun hayranlarınca adının bir daha anılmamasıdır...
1897'de Wilde ın tutukluğu biter. İngiltere'ye bir daha dönmez. Fransa'da yaşamayı seçer.Yalnız yoksuL, hasta bir adamdır. Takma bir adla dolaşır: Sebastian Melmout. Bu adlardan ilki, oklarla öldürülmüş Romalı asker, Hrıstiyan ermişi Sebastian'dan gelir; kendi yazgısını onunkiyle bir gören Wilde, üzerine oklar işlenmiş bir cezaevi gömleğiyle dolaşır... İkinci ad ise büyük dayılarından Charles Maturin'in korku romanlarını “Melmout the Wandederer” da ruhunu şeytana satan kahramanın adıdır. Böylece, acı çekerken de oyununu sergiler...
1900'de Paris'te bir otel odasında öldüğünde 44 yaşındadır.
Yaşamıyla sanatı böylesine birbirine karışmış bir yazarı değerlendirmek kuşkusuz güç bir iştir.
Yapılacak bir değerlendirmede yıldızının parlayıp söndüğü 1890-1900 yıllarının, bir yanda Bernard Shaw ile Fabiancılık akımında, bir yanda H.G.Wells ile bilimsel insanseverlikte, bir yanda Thomas Hardy, Henry James, Joseph Condrad gibi usta roman teknikçilerinde, genç W.B.Yeats'de dile gelen güçlü bir süre olduğunu, çok yönlü yetenekleriyle bu on yılın yirminci yüzyıl İngiliz toplumunda kültürel yazınsal birçok gelişmenin çekirdeği sayılabileceğini göz önünde tutmak, karşılaştırmalar yapmak gerekir. Wilde'ın “estetikçi akım”ının hangi yönleri bir yüzyıl sonu özentisi olarak kalmış, hangi yönleri günümüz sanatına yaratıcı bir öğe olarak uzanmıştır.
Oscar Wilde'in gerçek yaşam serüveni, İngiliz töreciliğinin tarihinde önemli bir aşamayı belirler. Ama O'nun yazarlık değerinin ölçüsü, ister istemez “Dorian Gray'in önsözünde sanatçı için, ancak bir araç diye tanımladığı “dil ile düşüncenin, kendi yapıtlarında birbirine örülüşü", o evrensel insancıl bir bakışın, ne oranda iletildiğidir. Wilde gene aynı metinde, “Sanatın tümü hem yüzey, hem simgedir. Yüzeyin altına inenler, bu işi kendilerini tehlikeye atma pahasına yaparlar... Simgeyi okuyanlar da öyle” der.
30 Mart 2010 Salı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder