RSS

31 Mart 2010 Çarşamba

JORGE LUIS BORGES

24 Ağustos 1899’da Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te doğan Jorge Luis Borges’ın çocukluğu, bazı yapıtlarında da belirttiği gibi yoksul Palermo mahallesinde geçti. Arjantin tarihinde önemli bir yeri olan İngiliz kökenli bir aileden geldiği için, İngilizce’yi İspanyolca’dan önce öğrenen Borges, daha dokuz yaşındayken Oscar Wilde’in Mutlu Prens’ini İspanyolca’ya çevirdi...Edebiyatla ilk tanışıklığı, kültürlü bir insan olan babasının kitaplığındaki İngilizce kitaplar arasında bulunan H.G. Wells’in yapıtlarını, Binbir Gece Masallarını, Hucleberry Finn’i, Cervantes’in Don Quixote’unu okuyarak oldu...

BORGES VE BEN’de bu yıllara ait anılarına şöyle değiniyor:

“Bana ilk felsefe derslerini veren babam olmuştu...hem de hiç sezdirmeden...Çok gençtim; bir satranç tahtası üzerinde Zenon çıkmazlarını, Akhilles ve kaplumbağayı, okun kımıltısız uçuşunu göstermişti bana... Daha sonraları Berkeley’in adını bile anmaksızın, idealizmin temel ilkelerini öğretmek için akla hayale gelmedik yollar denedi...”

“Annem her zaman açık fikirliydi...babamdan İngilizce öğrendikten sonra, çoğunlukla bu dilde kitap okumaya başlamış... Ama babamın ölümünden sonra bakmış ki hiç bir kitabı doğu dürüst okuyamıyor, hep kafası dağılıyor...kendini zorlamak için oturmuş William Saroyan’ın İnsanlık Komedyası’nı çevirmeye koyulmuş...Daha sonraları Hawthorne’un bazı öykülerini ve Herbert Read’in sanat üstüne kitaplarını çevirdi. Bana yakıştırılan Melville, Virginia Woolf ve Faulkner çevirilerinden bazıları da onundur. Annem özellikle daha ilerki yıllarımda, kör olduğumda benim için her zaman bir yoldaş, anlayışlı ve bağışlayıcı bir dost olmuştur. Uzun yıllar yakın zamanlara kadar, sekreterliğimi üstlendi, gelen mektupları yanıtladı, bana kitap okudu, söylediklerimi kağıda döktü...birçok kez benimle birlikte yurt içi - yurt dışı gezilere çıktı. Gerçi o sıralar aklımın ucundan bile geçmiyordu; oysa, aslında beni yazarlığa sessizce, ama karşı konulmaz biçimde özendiren oydu...”diyor. “Ama daha çocukluğumda , hayatın babamdan esirgediği yazar olma yazgısını benim üstlenmek zorunda kalacağım neredeyse anlaşılmıştı. Ailemizde herkes benim yazar olacağıma kesin gözüyle bakıyordu.. (zaten böyle şeyler, açıkça söylenen şeylerden daha önemlidir.)..Benden yazar olmam bekleniyordu!”


1914’te , Birinci Dünya Savaşı patlak vermeden hemen önce, ailesiyle birlikte İsviçre’nin Cenevre kentine giden Borges, orada kaldığı beş yıl boyunca Fransızca ve Almanca öğrendi...College de Genevie’yi bitirdi. Bu yıllara da “Borges ve Ben” şöyle değiniyor:

“Walt Whitman’la, Cenevre’de Almanca çevirisiyle tanıştım. Whitman’ı uzun süre yalnızca büyük bir şair olarak değil, tek şair olarak gördüm. Dahası 1855’e kadar, dünyanın tüm ozanlarının eninde sonunda Whitman’a vardığını, ona öykünmemenin cahillikten başka bir şey olmadığını düşünüyordum. Böyle bir sanıya daha önceleri de şimdi artık hiç katlanamadığım Carlyle’ın düzyazısı ve Swinburne’ün şiiri karşısında da kapılmıştım. Daha sonraları da bazı yazarlardan müthiş etkilendiğim benzer deneyimler yaşayacaktım...”



“İsviçre’deyken bir ara Schopenhauer okumaya başladım. Bugün bana “tek bir düşünür seç kendine” deseler, Schopenhauer’i seçerim. Eğer dünyanın gizleri sözcüklerle dile getirilseydi, o sözcükler sanırım Schopenhauer’ın yazılarında yer alırdı.”



1919’da yine ailesiyle birlikte Mayorka’ya, oradan da İspanya’ya gitti...İspanya’da Ultraismo akımını benimseyen genç yazarlara katıldı...Ultraissmo yanlıları, çöküş içinde olduğunu düşündükleri 98 kuşağının tanınmış yazarlarına karşı çıkıyorlardı...

1921’de Buenes Aires’e döndüğünde,doğduğu kenti yeniden keşfeden Borges, bu dönemde yazmaya başladığı ilk şiirlerinde, kentte yaşadığı günleri ve geçmişini yeniden yarattı...1923- 1929 yılları arasında yazdığı, benzetmelerle yüklü üç şiir kitabı, BUENOS AİRES TUTKUSU, YOLUN ÖTESİNDEKİ AY, ve SAN MARTİN DEFTERİ” ni yayımladı.

Borges’in kentiyle olan ilişkisini; kendi iç dünyasıyla dışındaki kent arasında kurduğu karmaşık iletişimi, kentin geçmişiyle bugününü benzetmelerle açığa vurdu.. Bu döneminde , sonradan karşı çıkacağı Ultraismo akımının Güney Amerika’da yayılmasına öncülük eden Borges, şiir kitaplarının yanı sıra, üç edebiyat dergisi çıkardı...denemeler yazdı...1930’da EVARİSTO CARRİEGO adlı bir yaşamöyküsü yayınladı....

Kendisi bu dönem için de şunları aktarıyor:

“1921’den 1930’a kadar uzanan bu dönem çok verimli geçti, ama yazdıklarımın çoğu bir bakıma pervasız, dahası amaçsız şeylerdi. O dönemde yedi kitap yayınladım. Bunlardan dördü deneme, üçü şiir kitabıydı. Ayrıca üç dergi çıkardım.. ve bir düzine süreli yayına sık sık katkıda bulundum. Oysa bugün artık o dönemdeki verimliliğimi düşündükçe şaşırıyorum, hem de o yılların ürünlerine zerre kadar yakınlık duymuyorum...Dört deneme kitabından - adlarını hiç anımsamasak daha iyi- üçünün bir daha basılmasına hiç izin vermedim. Deneme kitaplarının birinde, iki İspanyol XVII:yy. yazarına maymun gibi öykünüyordum.. İspanyolca’nın arasında bol bol Latince kullanmak için elimden geleni ardıma koymuyordum. Tabii kitap da karmakarışık tümcelerle, tumturaklı anlatımların dayanılmaz ağırlığı altında çöküveriyordu...Daha sonraki başarısızlığım da bir tür tepkiden kaynaklandı... Bu kez de öteki uca savrularak elden geldiğince Arjantinli olmayı denedim...ve o kadar yerel sözcük ve deyim kullanmaya başladım ki, kendi yurttaşlarımın çoğu bile yazılarımı anlayamaz oldu..Adını bile anmak istemediğim kitapların üçüncüsü, bir bakıma kefaret ödemek gibi bir şeydi.. İkinci kitapta kullandığım anlatımdan emekleye emekleye sıyrılıyor, yavaş yavaş aklın yoluna geri dönüyor, mantıklı yazmaya ve süslü püslü yazılarla göz kamaştırmaktansa okurun işini kolaylaştırmaya çalışıyordum...”

Şimdi bakıyorum da o yıllarda yayınlanan kitaplarımda belli başlı edebiyat günahlarının çoğunu işlemişim...Ne miydi bu günahlar?..Ağdalı anlatım, yerel renkler, umulmadık olanı aramak ve XVII.yy anlatımı...Artık bu aşırılıklardan suçluluk duymuyorum, o kitapları başka biri yazmıştı...”

“BUENOS AİRES TUTKUSU’ ndaki şiirleri 1921-22 arasında yazmıştım.. Kitap da 1923 başlarında yayınlandı.. Avrupa’ya dönmek zorunda olduğumuzdan topu topu beş günde,300 adet, üstelik çok acemice basılmıştı. Kitap çelimsiz bir üslupla yazılmış, veciz metaforlarla doluydu...ama temelde romantikti.. Günbatımlarından, ıssız yerlerden, bilinmedik köşelerden söz açıyor; Berkeley’ci metafiziğe, ve aile tarihine dalıyor, ilk aşkları dile getiriyordu.. Korkarım kırk ambara çevirmiştim...yamalı bohçaya benzetmiştim.. Ama yine de dönüp geriye baktığımda, o kitaptan hiç ayrılmadığımı görüyorum. Daha sonra yazdığım her şeyin, ilk kez o kitapta ele aldığım izleklerin, geliştirilmiş biçimlerinden başka bir şey olmadığını duyumsuyorum...O gün bugündür, o kitabı durmadan yeniden yazdığımı düşünürüm....”
“Onun çoğunu eşe dosta dağıttım..Kitabevlerine ya da dergilere göndermek aklıma bile gelmedi...Ama kullandığım yönemlerden birini hiç unutamıyorum...O dönemin köklü ve eski edebiyat dergilerinden birinin bürosuna gidenlerin, paltolarını bıraktıkları bir vestiyer vardı...Altmış yetmiş kadar kitabı yanıma aldım, derginin yayın yönetmenlerinden birinin yanına gittim. Yönetmen şaşkınlıkla bana baktı: “bunları senin için satmamı istemiyorsun herhalde “ dedi...”Hayır” dedim...” bu şiirleri ben yazdım, ama o kadar da deli değilim...Ben yalnızca onları şurada duran paltoların ceplerine bırakmanızı rica edecektim sizden...” Yönetici istediğimi yerine getirdi..Bir yıl sonra Buenos Aires’e döndüğümde, paltoların sahiplerinden bazılarının kitabımı okuduklarını öğrendim; hatta birkaçı kitapla ilgili yazı yazmıştı...Doğrusu şair olarak küçük bir ün bile sağlamıştım....”

“BUENOS AİRES TUTKUSU’ndaki şiirler “ultraist” şiirler miydi? Avrupa’dan döndüğümde, ultraizmin bayraktarlarındandım..Nitekim bugün hala edebiyat tarihçileri “Arjantin ultraizminin babası” diye bilirler beni...”

“Oysa bizler trenlerden, pervanelerden, vantilatörlerden, uçaklardan fazla etkilenmemiştik...Gerçi manifestolarımızda hala metaforun önceliğini, geçişlerin ve süslü sıfatların bir yana bırakılması gerektiğini savunuyorduk. Ama asıl yazmak istediğimiz gerçek şiirdi...Güncelliklerin ötesinde, yerel renklerden ve günlük koşullardan uzak şiirlerdi... Bence bu sorunun yanıtını en güzel Fransızca çevirmenim ve yakın dostum Nestor İberra vermiştir. “Borges yazdığı ilk ultraist şiirle, ultraist olmaktan çıkmıştır...” o ilk ultraist denemelerime bugün hala yazıklanmaktan başka bir şey gelmiyor elimden...”



1930’dan sonra deneme, şiir, eleştiri ve kısa öykü türlerini birleştirerek oluşturacağı, kendine özgü ve hiç bir edebiyat türüne sokulamayan biçimin ilk denemelerine girişti...1935’te yayınladığı bu tür kısa öyküler, kıssalar,çeviriler ve uyarlamalardan oluşan REZALETİN EVRENSEL TARİHİ’nde adı kötüye çıkmış kişilerin yaşamlarını anlatmayı denedi..O zamanlar henüz felsefi ve eleştirel denemelerini “kurgu” larından ayırmakta olan Borges bu tür denemelerden oluşan SORGULAMALAR, UMUDUMUN BOYUTLARI VE SONSUZLUĞUN TARİHİ’ni yayınladı...

“Gerçek öykücülüğüm, 1933 ve 1934 yıllarında yayınlanan REZİLLİĞİN EVRENSEL TARİHİ’yle başlar...İşin tuhafı “SOKAĞIN KÖŞESİNDEKİ ADAM”, gerçek bir öykü olmasına karşın, beni yavaş yavaş doğru düzgün öykülere yönelten bu skeçlerin ve daha sonra gelen anlatısal metinlerin birer deneme oyunu niteliği taşımasıydı...Ve 1942’de YOLLARI ÇATALLANAN BAHÇE’yi yayınladım..”
“Kafatası ve gizli kalp, içimde,
görmediğim kan yolları, sonsuz,
gizli düş dünyası, o Proteus,
iç organlar, ense, iskelet bir de...

Ben bu şeylerim. Şaşırtıcı ama,
hem de bir kılıcın belleğiyim ben,
bir güneşin batarken tek başına
altına, gölgeye, hiçliğe dönen.
Ben yaklaşan gemileri görenim
limandan; ben eskimiş kitaplarım,
eskittiği oymalarım zamanın;
ölmüş olanlara gıpta edenim.
Daha da garibi, sözleri böyle
ören olmak, bir odada, bir evde.”

Bu arada geçimini sağlayabilmek için ailesinden birinin adını taşıyan bir Buenos Aires kütüphanesinde çalışmaya başlayan Borges’in oradaki dokuz yılı mutsuzluk içinde geçti. O yıllarını da şöyle anlatıyor:

“Kütüphanede bir şey yaptığımız yoktu. On beş kişinin rahatça yapabileceği bir işte neredeyse elli kişi çalışıyordu. Benim asıl işim onbeş-yirmi kişiyle birlikte, kütüphanenin o güne kadar kataloglanmamış kitaplarını sınıflandırmak ve kataloglamaktı. Ama kütüphanede o kadar az kitap vardı ki, hangi kitabı arasanız herhangi bir sınıflandırmaya gerek duymadan elininzle koymuş gibi bulabiliyordunuz. Bu yüzden de kılı kırk yararcasına hazırlanmış olan bu sistem hiç bir zaman kullanılamıyordu..İlk gün namusumla çalıştım. Ertesi gün iş arkadaşlarım beni bir kenara çekip böyle çalışırsam kendi aylaklıklarının göze batacağını söylediler. “Kaldı ki” dediler “bu kataloglama işinin biz boş durmayalm diye icadedildiğini sen de biliyorsun. İşimizden mi etmek istiyorsun bizi?” Artık biraz gerçekçi olmamı istiyorlardı...”

“Neredeyse dokuz yıl çakılı kaldım o kütüphanede...Dokuz mutsuz yıl... İşin tuhafı o zamanlar bayağı tanınmış bir yazardım. Kütüphane dışında tabii... Çünkü kütüphanede çalışanlardan birinin bana bir ansiklopedide Jorge Luis Borge adını gösterdiğini anımsıyorum; hem adımızın hem de doğum yılımızın aynı oluşuna çok şaşırmıştı...”

1938 yılında babası öldü...Borges ise başındaki bir yaranın iltihaplanması sonucu ağır bir hastalık geçirdi ve bir süre konuşma yetisini yitirdi..

“1938’in Noel arifesinde..babam da o yıl ölmüştü.. ağır bir kaza geçirdim..Merdivenden hızla çıkarken kafa derimin sıyrılıverdiğini hissettim... Kafamı yeni boyandığı için açık duran pencerenin kanadına çarpmıştım. Gerçi hemen pansuman yaptılar ama, yara yine de iltihap kaptı..Bir hafta uyku uyuyamadım. Sabahlara kadar ateşler içinde yanarak karabasanlar gördüm... Bir akşam bir de baktılar konuşamıyorum... Hemen hastaneye yetiştirip ameliyata aldılar, kanım zehirlenmişti. Bir ay kendimi bilmeden hayatla ölüm arasında gidip geldim...Artık iyileşmeye başlamıştım ki bu kez de acaba aklım yerinde mi diye kuşkulandım... O sıralar anneme yeni bir kitap aldırmıştım..Annem kitabı bana okumaya başladı...bir iki gece için için anlayamamaktan korktuğum için okumasını ertelemiştim. okuduklarını anladığımı ayırdedince ağlamaya başladım.. Bu kez de yazamayacağımdan korkmaya başladım.. Bir eleştiri yazmaya kalkar da beceremezsem işimin bitik olduğunu düşünüyordum.. ama daha önce hiç denemediğim bir şey yazmaya kalkıp başaramazsam bunun o kadar kötü bir şey olmayacağını dahası beni kötü sona hazırlayacağını düşünüyordum...Sonunda öykü yazmayı denedim...ve ortaya Quixote Yazarı Pierre Menard çıktı...”
Ancak 1938’i izleyen yıllarda edebiyat türleri arasındaki sınırları zorlayan yeni tarzının başarılı örneklerini verdi...1944’te yayınlanan KURGULAR dizisinde ve 1949’da basılan El Aleph’te, Kafkamsı bir dünyayı betimleyen metafizik öykülerden, gerçekte var olmayan kitapların eleştirilerine kadar her tür yazıyı denedi....Borges gene aynı dönemde Adolfo Bioy Casares’le birlikte, her ikisinin atalarının adlarından oluşturulmuş takma adla dedektif öyküleri yazdı...

Öyküler 1942’de DON İSİDRO PARODİ iÇİN ALTI SORUN adıyla yayınlandı... Borges, düş dünyasını ilk kez bu yapıtlarında sergiledi...

1944’de Yolları Çatallanan Bahçe’yi genişletti, adını da ANLATILAR diye değiştirdi..

“Kitaplar ki (bilmezler benim varolduğumu)
bu yüz kadar parçam benim,
gri şakaklı ve gri gözlü,
sırçalarda boşuna aradığım
ve içbükey elimle izlerini sürdüğüm.
Mantıklı bir acılık duymaksızın
düşünürüm, beni anlatan
asıl sözler benim kim olduğumu
bilmeyen bu sayfalarda, yazdıklarımda değil.
Böylesi daha iyi. Ölülerin sesleri
konuşacak benimle sonsuza kadar.”
Jorge Luis Borge, Juan Peron 1946’da iktidara geldiğinde, daha önce İkinci Dünya Savaşı sırasında Müttefiklerden yana olduğunu açıklamış olduğundan kütüphanedeki görevinden uzaklaştırıldı..

1946-1955 yılları arasında hayatını kazanmak için yayıncılık yaptı...konferanslar verdi..kitaplarının geliriyle geçinmeye çalıştı....1955’te Juan Peron devrilince Ulusal Kütüphane’nin müdürlüğüne getirilen Borges tam o sıralar , ailesinden gelen bir hastalık sonucu tamamen kör oldu..

“Körlüğüm çocukluğumdan beri adım adım yaklaşıyordu. Ağır ağır inen bir yaz alacakaranlığıydı sanki...Üstelik hiçbir dokunaklı ya da acıklı yanı yoktu bu işin..Aslında 1927’den başlayarak tam sekiz göz ameliyatı geçirdim, ama 1950’lerin sonlarından başlayarak okuma yazma yönünden kör sayılabileceğimi söyleyebilirim. Körlük ailemden geliyor...”

“Bir şiirimde bana aynı anda sekizyüzbin kitabı bahşeden Tanrı’nın bu ironisine değinmeden edememiştim...”

“Tanrı’nın acı alayı bana kitaplarla birlikte geceyi armağan etmesiydi, yalnızca düşler kitaplığında, tan sökümlerinin bağışladığı anlamsız paragrafları okuyabilecek ışıksız gözleri bu kitaplar kentine vermesiydi...Amaçsız adımlarla yüksek ve derin kör bir kitaplığı arşınlıyorum...Atlaslar, ansiklopediler, Doğu ve Batı, hanedanlar ve yüzyıllar, simgeler ve dünyalar, neler sunuyor bu duvarlar... Ama boşuna... karanlıkta ağır ağır, kararsız bastonumla anlamdan yoksun yarıgölgeyi arşınlıyorum...Cennet’i kıtaplık biçiminde düşleyen ben...”

I

Değişen dünya alındı elinden
ve nasıldıysa aynı kaldı yüzler,
uzakta kalan bitişik caddeler,
içbükey mavi, sonsuzdu eskiden.
Kitaplar da alındı,ona kalan
belleğinde, bu unutma şeklinde,
formülü tutan, duyguyu değil de,
ve sadece başlıkları yansıtan.
Yolum bozuk. Attığım her adımda
düşebilirim. Yalnızım.
Kullanıp şiiri, yaratmalıyım yalnız evrenimi...


II
O içbükey asma ve derin sarnıç yanında
doğduğum sene olan 99’dan beri
o parça parça zaman, az kalır hafızada,
hep uzak tuttu benden görünür biçimleri.
Gündüzler geceler sildiler hatlarını
o insani harflerin ve sevilen yüzlerin;
boş yere soruşturdu benim yorgun gözlerim
bomboş kitaplıkları, kimsesiz salonları.
Mavi ile kırmızı sadece bulut şimdi,
ve iki yarasız ses. Baktığım ayna ise
sadece gri bir şey. .....
.....
Şu anda yalnız sarı şekiller var yanımda,
ve gördüğüm kabuslar, baktığımda..
Bana bakan hangi yüzdür bilemem,
aynadaki yüze baktığım zaman;
öyle sessiz yorgun düşmüş öfkeden.
Görünmez çizgilerimi, gölgede,
elimle keşfederim.Bir parıltı
düşer üstüme. Gördüm saçlarını,
kül grisi, hem de altın renginde.
Tekrarlarım yok benim hiçbir kaybım
nesnelerin dış derisinden başka.
ama harfler, güller gelir aklıma.
Düşünürüm, görebilsem yüzümü,
ben kimim bilirdim bu akşamüstü.


“Kör olmanın başka kolaylıkları da var.. Ben kimi armağanları gölgeye borçluyum. Anglosakson dilini, eski İzlandaca’nın önbilgilerini, birçok cümlenin bir çok dizenin, birçok şiirin verdiği keyfi ve sanki meydan okuyormuş gibi, bir ikiyüzlülükle, Gölgeye Övgü adını verdiğim bir kitap yazmış olmanın sevincini....”

“Körlüğün ilginç sonuçlarından biri de yavaş yavaş serbest vezni benimsemem oldu. Aslında körlüğün, yeniden şiir yazmama yol açtığı da söylenebilir. Karalama yapma olanağından yoksun kaldığım için belleğe dayanmak zorundaydım. Şiiri akılda tutmak düzyazıyı akılda tutmaktan daha kolaydır.; tıpkı kurallara dayalı şiir biçimlerini akılda tutmanın daha kolay olabileceği gibi. Yolda yürürken ya da metroya giderken bir soneyi kafanızda oluşturabilir, üstünde oynayabilirsiniz... Çünkü uyak ve ölçü belleğe yardımcı olur. O yıllarda on bir heceli dörtlüklerden oluşan düzinelerle sone ve uzun şiir yazdım...”


Aynı zamanda Buenos Aires Üniversitesi İngiliz ve Amerikan Edebiyatı profesörü olan Borges’in yapıtlarının yazılmasını annesi, sekreteri ve arkadaşları üstlendi...1955'i izleyen yıllarda artık kendine özgü bir tür haline gelen tarzında, fantastik ögeleri gittikçe ağır basan kitaplar yayımlamayı sürdürdü..

DÜŞ KAPLANLARI(1960),
DÜŞSEL VARLIKLAR KİTABI(1967),
BRODİE’NİN RAPORU(1970)
gibi kitaplarında düzyazıyla şiir arasındaki sınırı neredeyse tümüyle kaldırdı...


BRODİE’NİN RAPORU‘nda ve KUM KİTABI’nda (1935), okurlara, iç dünyasının derinliklerindeki labirentleri keşfeden bir bireyin, karmaşık imgelemi ile yalın bir masal dilini birleştiren alegorik öyküler sundu...

DÜŞ KAPLANLARI’nın önsözünde şunları yazıyor:

“Yetmişini aşmış biri için, bildik becerileri, arasıra ılımlı çeşitlemeler ve sıkıcı tekrarlarla, işlemeyi sürdürmek dışında umulacak çok az şey vardır. Ben bu tekdüzelikten kaçınmak için, belki de düşüncesiz bir konukseverlikle, her günkü yazar dikkatimle kesişen çok değişik ilgileri buyur etmeyi seçiyorum. Mesel itirafı izliyor, serbest ya da uyaksız bir soneyi... Eski zamanlarda -ki muğlak akıl yürütmelere, ve evrenin kaçınılmaz düzenlenişine karşı çok duyarlıydı onlar...şiirsel olanla düzyazılar arasında bir ayrılık olmayabiliyordu. Her şey büyüyle renklenmeliydi.. Bir dil bir gelenek, gerçekliği kavramak için bir yoldur, keyfi simgeler topluluğu değil..”

“Gerçek bir şair için varoluşun her anı, her eylem özünde öyle olduğu için şiirsel olmalıdır. Bildiğim kadarıyla bugüne kadar hiç kimse bu yüksek uyanıklık durumuna ulaşamamıştır. Browning ve Blake başkalarından daha çok yaklaştılar ona...Whitman bu yöne yöneldi..ama dikkatli sayıp dökmeleri sayılıdır...”

“Edebiyat okullarına güvenmem, vaaz ettiklerini basitleştirmek için tasarlanmış didaktik yapılar görürüm onları...ama şiirlerimin ardındaki etkinin adını vermeye zorunlu olsaydım, köklerinin modernismo olduğunu söylerdim.”


“Düş Kaplanları" nda kendini gösteren etkilere gelince... En önce, tercih ettiğim yazarlar... Robert Browning’i söylemiştim...ardından, okuyup yankılandıklarım...daha sonra, hiç okumadığım halde bende olanlar.”


Borges, 1961’de Uluslararası Yayıncılar Ödülü’nü aldıktan sonra Avrupa çapında bir üne kavuştu...yirminci yüzyıl edebiyatının klasikleri arasında anılmaya ve gittikçe artan bir hayranlık kazanmaya başladı...Giderek günümüz edebiyatının en seçkin yazarları arasında yerini alan Borges, Latin Amerika Edebiyatının akademik bir okur çevresinin sınırlarını aşıp dünya çapında da geniş bir aydın kitlesine ulaşmasında çağdaşı yazarlara oranla daha büyük bir rol oynadı...

“Ün de bana tıpkı körlüğüm gibi yavaş yavaş geldi. Ünü hiç beklemedim, hiç ardında koşmadım onun. Bana ilk el uzatan yazdıklarımı 1950’lerin başında yüreklilikle Fransızca’ya çeviren Nestor İbarra ve Roger Callonis oldu. 1961’deki ödülü Samuel Beckett’le paylaşmamı sağlayan da sanırım onların bu gözüpek girişimeri oldu... Çünkü Fransızca’ya çevrilinceye kadar yalnız dışarda değil, Buenos Aires’te de pek tanınmıyordum...Ödülden sonra tüm Batı dünyasında kitaplarım mantar gibi bitti.”


Borges’un yarattığı türler arası yazın tarzına belirli bir ad vermek olanaksızdır...Düzyazısında şiire yaklaşan bir ölçü ve uyum bulmak olasıdır...Aynı zamanda felsefi tartışmanın ve yerginin de kaynaştığı bu kurgular, akıldışı ve gerçeküstü görünümlerinin ardında, kapsamlı bir felsefi anlatımı içerirler...Çok okuyan bir okur, Borges’ta dünya edebiyatının klasiklerinden çoğuna, sürekli olarak yapılan göndermeleri keşfetmekte gecikmez.. Dili dış dünyaya ya da gerçekliğe doğrudan gönderme yapan düz anlamlardan değil,çok katmanlı yan anlamlardan örülüdür...Bu yüzden Kafka’nın karabasanlarından, Tolkien’in tümüyle düşsel dünyasına her türlü gerçekdışı ve gerçeküstü öge, Borges’ın kurgularında yerini bulur.. Ancak Borges’in fantastik evreni ,”gerçek dünya”dan tümden kaçış değil, ondan belirli bir uzaklaşmayı, araya bir uzaklık koyarak eleştirel bir bakışı içerir..Bir yandan anlamlar zenginliği içinde metafizik bir özerkliğe kavuşan edebi metin, yalnızca kendisine gönderme yaparak dış gerçekliğe kendisini kapatır...Bilinçli olarak yarattığı bu kapalılıktan çıkış, ancak onun diğer edebi metinlere yaptığı dolaylı göndermeleri izleyebilen “kültürlü” okurların kavrayabileceği bir durumdur...Bu yüzden yarattığı türlerarası tarz, tüm yeniliğine ve zenginliğine karşın, yaygınlaşmamış, sadece yazara özgü bir yenilik denemesi olarak kalmıştır...

“Kendisini daha beyhude bilenim ben,
beyhude gözlemciden, kardeşinin aksini,
gövdesini...ya da (aynı şey bu ikisi),
sessizliğin ve camın aynasında izleyen.
Ben ki sessiz dostlarım, bilenim unutuştan
başka hiçbir intikam yolu olmadığını,
ya da bir bağışlama. Bu garip anahtarı,
bütün nefretler için, bir tanrı, bağışlayan,
Ben ki bütün o parlak dolaşmaların ardından
zaman labirentini çözemeyenim hala,
hem tekil hem de çoğul, yorucu ve hep başka,
hem bir kişiye hem de herkese ait olan.
Ben hiç kimse olanım, kılıç bile değildim
savaşta. Yankıyım ben, unutuşum, hiçliğim.
Türk okurunun karşısına ilk kez ÖLÜM VE PUSULA’nın çevirisiyle çıkan Borges, demin de söylediğim gibi adı 1960’lara değin Batı dünyasında da çok dar aydın -okuyucu tarafından biliniyordu...

Gerçi Valery Labaud gibi James Joyce un ilk tadına varan ve Fransa da tanınmasına önayak olan bir yazar, daha 1925’te Borges’e ilgi duymuştur ama Borges’in ilk Fransızca çevirisi ancak 1953’te yayınlanabilmiştir...Borges’in yıldızı 1961’de Formentor ödülünü (Batı Avrupalı büyük yayınevlerinin kurduğu bir ödüldü bu) Beckett ile paylaştıktan sonra başlar....Ama bu kez kısa bir sürede “Borges Efsanesi” doğmuş ve yazarın adı çağımızın büyük yazarlarıyla (Joyce, Proust, Kafka, Woolf, Beckett gibi) anılmaya başlamıştır.

Bu yazarlar arasında romana el atmayan tek yazar Borges’tir. Onun yapıtı (şiirlerini saymazsak) özellikle küçük öykülerden denemelerden oluşur...Romanı bir moda olarak görür, dolayısıyla modasının geçeceğğine inanır...

Öyküyü romandan çok daha eski bir yazın türü olduğu için seçer. “Öykü” der Borges, “okunmasa da kalır, çünkü anlatılır. Oysa roman anlatılamaz..”

Ve şöyle ekliyor:

“Hayatım boyunca kendimi neredeyse bütünüyle kitaplara vermeme karşın, pek az roman okumuşumdur. Okuduklarımda da eğer son sayfaya kadar gelebilmişsem, bunda çoğu zaman yalnızca görev duygusunun etkisi olmuştur. Buna karşılık iyi bir kısa öykü okuru olduğum söylenebilir...birçok öyküyü tekrar tekrar okumuşumdur...Kendimi bildim bileli Stevenson, Kipling, James, Condrad, Poe, Chesterton, Lane’in Arabistan Geceleri’ndeki masallar, Hawthorne’un bazı öyküleri tiryakilik olmuştur benim için...Don Quixote ve Hucleberry Finn gibi büyük romanların neredeyse biçimden yoksun olduğu kanısı, kısa öykülerden aldığım tadı daha da pekiştirmiştir. Kısa öykünün iki vazgeçilmez özelliği vardır: Biri tutumluluğu, ötekiyse açık seçik bir başı, ortası sonu olması...Ne ki kısa öykünün yazar olarak gücümü yeteneğimi aştığını düşündüm yıllarca...Gerçekten öykü yazmaya ancak uzun yıllarımı alan bir yığın ürkek anlatı deyeminden sonra başladım...”


Roman/öykü konusundaki bu görüşleri yazarın çelişkilere olan tutkusunu da biraz olsun açıklayabilir...Çünkü okunduğunda görülecektir ki, Borges’in öyküleri, dilden dile dolaşacak bir konu ve yapı niteliğine sahip olmadığı gibi, yazılı olarak özetlenmeleri bile olanaksızdır. Borges ‘in öykülerinin konusu Zaman, Ölüm, Labirentler, Düşler, Kitaplar ve sözcüklerdir...Bu öykülerde günlük gerçekliğin yeri yoktur.Ya da söz konusu gerçeklik bir takım düşsel ya da düşünsel değişikliklere uğramaktadır...


Metafor (istiare ) mi? Gibi.....

Simgesel mi? Gibi...

Gibi...çünkü hiç bir kesinlik yoktur Borges’in öykülerinde,çok kesin çizgilerle çizilmiş kişilerinde, konularında bile belirsizlik ağır basar. Anlatılanın bir yüzü ışıktaysa öbür yüzü karanlıktadır...Resim diliyle konuşacak olursak, bu ışık/gölge oyunu, yazarın sözcüklerine değin yansır. Bu labirentler tutkunu yazar, okuyucuyu gezdirdiği labirentte, onu kendi kendisiyle baş başa bırakır...Çıkış yolunu bulacak, öykünün anlamını kavrayacak (ya da sezinleyecek) olan hatta öyküye gerçek anlamını (dolayısıyla yaşamını ) verecek olan odur....Okuyucudur.

“Zaman taşsız bir satranç oynar
avluda. Bir dalın çıtırtısı
geceyi kemirir. Dışarda ova
toz ve düş fersahları savurur
İkimiz de gölgeyiz, suretini çıkarırız dediklerinin
başka gölgelerin: Heraklitos ve Guatama”


Arjantinli Borges, yalnız İspanyol ve Güney Amerika kültüründen değil, Fransız, Alman, İngiliz, ve İslam kültüründen beslenir...Kendisi kabul etmese de kozmopolit bir kültür ve sanat dünyasının insanıdır...Bu kozmopolit dünyada, Don Kişot, Kafka ile Stevenson Talmud ile, Edgar Allan Poe İslam mistikleriyle buluşur ve ortaya Borges’in bunlardan hiçbirine benzemeyen fantastik dünyası çıkar....Bu fantastik dünyada hiçbir öge, olay, cümle, sözcük raslantıya bırakılmamıştır.Düşler bile kendi mantığının içinde oluşur...Düşünsel, felsefi hiç bir soruya geçerli ya da geçersiz bir yanıt vermez, tam tersine yanıtı bilinmeyen sorular sorar ve bunları yanıtsız bırakır....

Marquez’in anlattığına göre, bir gün, Buenos Aires’ in sokağında kendisine “Siz Borges değil misiniz?” diye soran bir yabancıyı, “Evet, arada bir” diye yanıtlamıştır..

Belki Borges’i en iyi bu olay ele vermektedir...

Borges, çeşitli kitaplarından derlenen öykülerinde okuyucuya, sokaktaki yabancının sorusunu yöneltir gibidir....

"Bu anlattığım öyküler sizin öyküleriniz değil mi?..”

Yıllarca gözleri görmeyen bu ihtiyar bilge yazara okuyucunun yanıtı: “birkaçı, bazı yerleri, evet...” olabilir sanıyorum...
Akşamla
Soluverdi renkleri avlunun.
Koskocaman doğan ay
Aydınlatamıyor göğü bile .
Öyle karanlık ki her taraf
Bir melek öldü sanki.
Avlu ve bir parça gök.
Tanrının ruhları seyrettiği
Bir penceredir avlu.
Bir yamaçtır ki avlu,
Ordan kayıp gelir eve gökyüzü.
Sessiz
Yıldızların buluştuğu yerde ölümsüzlük
Bir dehlizin, bir saçağın, bir sarnıcın
Yaşamaktan hoşnut
Karanlık içtenliğinde herşey.


Borges, KUM KİTABI’na yazdığı önsözde şöyle diyor:

“Bu yaşımda sevilen temalar üzerine şu birkaç çeşitlemeden fazlasını vaad edemem, kendime bile...Bilindiği gibi öykü yazmak onarılmaz tekdüzeliğe karşı klasik çareye başvurmaktır. Gene de izninizle bir iki ayrıntıya işaret etmek istiyorum....

“Kitap on üç öykü içeriyor.Bütün bu öykülerden yalnızca birini seçmem gerekseydi, sanırım en otobiyografik (anılarla en zengin olan) hem de en düşsel olan KONGRE’yi seçerdim... Kum Kitabı’nı da çok sevdiğimi saklamayacağım.. Ayrıca bir aşk öyküsü, bir psikolojik öykü, bir de Güney Amerika tarihinden dramatik bir olayın öyküsü var...”


Bizde 1975’te yayınlanan KUM KİTABI’ındaki ÖTEKİ adlı öyküyü ele alalım...

Robert Luis Stevenson’dan Dostoyevski’ye kadar birçok yazarda raslayabileceğimiz “ikinci kişilik” ,” benzeri” ya da “öteki” olgusu aslında edebiyat tarihinde örnekleriyle sıkça karşılaştığımız bir durum... Bu izler O’nda “Borges ve gençliği” biçiminde ortaya çıkıyor. Ama ona göre bu hortlaksı görüntü aynalardan, sudaki yansımalardan ya da doğrudan doğruya insanın belleğinden kaynaklanıyor. insanı hem izleyici, hem oyuncu kılıyor. “Bu öyküde” diyor Borges “birbiriyle konuşan iki kişinin, hem birbirinden yeterince farklı iki kişi, hem de birbirne yeterince benzeyen iki kişi olmasını sağlamaya çalıştım.”

“Bu araştırmalarımda basit, zaman zaman günlük konuşma diline yakın üslupla fantastik bir olay örgüsünü birleştirerek, H.G.Wells örneğine sadık kqlmaya çalıştım...Meraklı okur Wells’in adına, Swift’in ve E.A.Poe’nunkini de ekleyebilir....”
“Ne bana anlamsız gelen seçkin bir azınlık için, ne de yığınlar diye bilinen, şu göklere çıkarılan ideal Platoncu kendilik için yazıyorum.. Demagogların sevdiği her iki soyutlamaya da inanmıyorum.Kendim ve dostlarım için ve zamanın akışını yumuşatmak için yazıyorum...”



“Zaman beni sürükleyen bir nehir,ama nehir benim;
beni parçalayan bir kaplan,ama kaplan benim.
Beni tüketen bir ateş, ama ateş benim.
Evren, ne yazık ki, gerçek;
ben, ne yazık ki Borges’im...”



Bir söyleşide Borges, “Yazarken her zaman uyuşuk ve ağır davrandım...her tümce kendini farklı şekillerde ortaya koydu: Bir sözcüğe varmadan önce bir çok eşanlamlıyı elden geçirmem, sayısız eğretileme içinden seçim yapmam gerekiyor....Başlarda şaşırtıcı sıfat ve eğretilemeler ararken şimdi şaşırtıcılığın önlenmesi ve herşeyin okuyucu için kolaylaştırılması gerektğini hissediyorum...bence eseri okuyucu kendisi yaratır...” diyordu.

Jorge Luis Borges adının kapladığı, edebi dünyaya girmenin en etkin yolu, belki öncelikle içiçe girmiş bir çok yazından oluştuğunu kabullenmektir. Borges bu tanımı birçok batılı yaratıcı için kullanmıştır. Joyce, Dante, Geothe,Quevedo, Shakespeare) kendini de bu listeye katarsak sanırım pek yanılgıya düşmüş olmayız.. Gerçekte çağdaş Arjantin ve Latin Amerika edebiyatının bir bölümü veya bir başlığı değildir..Lirikten metafizik masala, ultraist döneminden; son zamanlardaki arkeolojik düşleme, serbest nazımdan; son şiirlerinin neoklasikliğine, kendisi başlıbaşına bir edebiyatı oluşturur.. Bu edebiyatın kendi retoriği ve biçembilimi, ilk bakışta bölük pörçük görünen bir yapıtı tutarlı bir bütüne dönüştüren birleştirici metafiziği, uydurma alıntılara dek uzanan benzersiz bir anlatımı vardır...Tüm çeşitliliğine karşın bu edebiyat, yaratıcısının gizli gizli bütün kişiliğini açığa çıkartır...

Latin Amerika’ nın en iyi yazarları arasında; Borges’i yadsımak için yazanların SABATO, MARECHAL gibi veya onu aşmak için yazanların sayısı çoktur. MARQUEZ, CORTAZAR gibi.. Ama bir anlamda hepsinin varlığı yalnızca ondan ibaret bir geçerlilik kazanır...

Borges; “Bir gelenek taklit edilmemelidir.Aksine sürmeli ve verimli olmalıdır.Canlı ve kesiksiz bir değişim içinde olmalıdır ve bu değişimle zenginleşmelidir..” der..

Her ne kadar edebi anlayışında bir evrim görülüyorsa da, yazarı tanımada ilk öyküleri, son işlediklerinden daha az önemli değildir. Çünkü, ilk ve son dönem eserlerinde büyük bir fark gözlenmez. Borges’de izlekler, yazısını oluşturan genel konular ve kavramlar pek değişmezler : İnsan varlığının sanrılı niteliği; somut dünyanın aldatıcı doğası; tüm mantıklı düşüncenin kaçınılmaz göreliği; sonsuzluk ve sonsuz olasılık; en küçük olgunun tüm evreni içerdiği düşüncesi; aklımızdan geçen her şeyin gerçekten yaşandığı ya da yaşanmasının mümkün olduğu düşüncesi.. her insanın bir başkası , hatta tüm başkaları olduğu inancı; başka bir yanılsama olarak zaman .. "döngüsel zaman" ve “ebedi tekrar” insan deneyimlerinin sayısının engin de olsa sınırlı olduğu gelecekte tekrar yaşanabileceği, anlık mistik içgörüler ve kavrayışlar; ve en anlamlısı hiç eksik olmayan labirent simgesi...

Borges’in okurunun işleyebileceği yanılgıların başında, kurguların çarklarını söktükten sonra “ilginin tükeneceği” inancına saplanmak gelir..

O’nun kullandığı düşsel edebiyat, gerçeklerden kaçmak için değil, gerçeğin daha karmaşık bir biçimini açıklamak için kullanılır.. Bu kurguların özdeğinde görünüşte nihilist bir ileti algılıyoruz: mantıkla yönetilen, töresel ve zihinsel düzeyde değişmez görünen, bizim içinde yaşadığımızı sandığımız dünya; gerçek değildir...Saçma, karmakarışık, ve hepimizin yalnızca düşlerde gördüğü ve düşlerimizin direten kargaşası sayesinde varolan dünyanın, önüne geçmeye çalışan bir insan icadıdır...

Gerçeğin görünümü bir maskedir..Ve Borges bu maske aracılığıyla çok daha kaygı uyandırıcı bir karabasanı esinler. Bu nedenle “Borges metinlerini” kelimesi kelimesine okuyup; nihilizmini, yapıtının son aşaması olarak görmek yanlıştır.. Kurgularının ortaya koyduğu evren, kaostan oluşmaz,olumsuz bakışı yalnızca görünümler dünyası için geçerlidir.Okuyucu, kabuğun altında gizli ve derin gerçeğe ulaşma yetisine sahipse, kuşkusuz farklı bir görüş edinecektir. Borges’in amacı, basit görünümlerden daha gerçek bir şeyi açığa çıkarmaktır.Bir putu, gerçekliği kabul edilmiş bir şeyi yıkıp, yerine bir başkasını dikmek ona göre değildir.

Borges’in öyküleri, bizi yalnızca saymaca olabilecek kesin bir gerçeğe ulaştırmaya çalışmazlar, aksine kurgunun içinde bizi, dünyayla ilişkimizi oluşturan özden farklı olmayan ve onsuz gerçek diye bir sözcüğün varolamayacağı yanılgıya sürüklerler...Gerçek olan tek bütünlük, bizi bütünüyle yanılsamaya düşürendir...

Borges; yıllar boyunca, adım adım, dev ve hassas, eşsiz ve garip yapıtını işler. Eserlerinde binlerce yıllık geçmişle yepyeni izlenimler karışırlar. Batı ve Doğu ruhlarını birleştirir, gerçek ve uydurma tüm edebiyatları ve tüm felsefeleri bilen usta ve kurnaz deha, görünümlerle ve sezilen gerçeklerle oynayarak, ışığın tan sökümüyle, gerçek imgenin aynadaki yansısıyla karıştığı, basit olasılıklardan oluşan bir evren yaratır.

O’na göre;

“Tüm yeryüzü bir simgeler oyunudur...ve her şey bir başkası anlamına gelir...Hiçbir yapıt gizemi, her zaman pek yakın ve erişilmez olan, bu birleştirici görüşün; derin ve dehşete düşürücü gerçeğini onun kadar iyi betimleyemez. Şaşırmak, saçma bir şekilde bu dünyaya yabancı düşen şeyleri gördüğünü sanmaktır.Oysa hiçbir şey olağanüstü değildir. Çünkü evrenin kendi içinde çelişkiye düşmesini engellemek bizim olanaklarımızın dışındadır..Elimizden gelen tek şey şaşırmak ve şaşkınlığımızın yeryüzünde yeri olmadığını bilmektir. Borges’in eserleri bu tuhaflığı abartarak yüceltir, çoğaltır...ve gizlice çürütür...”

“Uzun bir düş gibi tasarlanmış yaşam, belki de düş görenin olmadığı bir düş...kendi kendini düşleyen bir düş, öznesiz bir düş.....”


“Sustu, silindi
karanlığın örttüğü
bir kuşun sesi.
Geziyorsun bahçende.
Biliyorum, bir şeyi özlüyorsun.

O garip kupa,
başka bir elin kılıcı
olmuş bir kılıç,
caddede ayışığı,
söyle, yetmez mi bunlar?

Ayın altında
altın ve gölge kaplan
pençelerine
bakıyor. Bilmiyor ki
şafakta birini parçaladılar.

Mermere düşen
yağmur hüzündür; hüzündür
toprak olmak.
İnsanın, düşün, şafağın
parçası olmamak hüzün.


Öyküleri dikkatle okuyunca öykülerin dünyasıyla yaratıcısı arasındaki ortak kimliğin ayrımına varırız...Gerçeğin Borges için bir karabasan olduğu, bu öykülerin de sanrılı bir gerçeği, yazarının gerçeğini aktardıkları duygusuna kapılırız...Bir yazarın bütün yapabileceği düşsel bir dünya yaratmaktır..Ve bu dünyanın yazarının kendinden başka sınırı yoktur...

Borges, dünyadan bir şeyi yansıtmaya kalkışırsa, yalnızca kendini yansıtarak bunu başarabileceğinin bilincindedir...Bundan sonra, kendi arayışına kapılacak ve yalnızca kendi kendini aşmaya zorlayan sürekli devinimini/ yaşama hükmünü giymeyi/ kabullenecektir. (Sanki yalnızca sonsuz bir arayış, dünyanın eksikliğini bize fazlasıyla hissettirdiği bütünlük aldanışını sağlayabilirmiş gibi...Bu güçlü sonsuzluğu edimsel kılmanın tek yolu imge içinde imgedir.Çünkü gerçekte imge, aynalar ya da alef gibi, gizemli ve olanaksız herşeyle birlikte olası bir evren içerir...)

Bu öykülerin,eğretilemelerin altında; sonuçta idealist bir gerçek kavrayışı, insan olarak yazarın saplantılı deneyimlerine derinlemesine kök salmış bir metafizik saklıdır..Maskelerin çokluğu, burada bir tek varlığın,” yazarın bütünlüğüne” çıkar. Ama bu bütünlük ardında yine bir çok şeyler gizlidir...Bu öykülerde, bitimsiz gecelerin, karabasan veya esrime aralıklarında uykusuzluğun sanrılı berraklığının, sezginin yoğunlaşmasının, algılamanın acı dolu keskinliğinin, en belirgin şeylerin birbirine karıştığı ve sınırların birdenbire yok olduğu anların örneklerine rastlayabiliriz...

“O katı ve sofu göğü düşünüyorum
yalnız ve kaybolmuş yıldızlarıyla,
Emerson’un karlı, haşin Concord’dan
geceler boyu bakıp durduğu.
Burda gök yıldızla dolup taşıyor.
İnsanlar hadsiz hesapsız. Sınırsız sayıda
kuş ve böcek kuşakları, benekli jaguar
ve yılan kuşakları, örülen ve çözülen
dal kuşakları, kahve, kum
ve yaprak kuşakları
toplaşır her gün ve yeniden yaratır
küçücük yararsız labirentini.
Ezdiğimiz her karınca bu ilginç evrenini
düzenleyen ölçülü yasaların
yürümesi için ona güvenen
Tanrı’nın gözünde biricik belki.
Öyle olmasaydı eğer bir hata
ve koca bir kaos olurdu dünya..
Abanozun ve suyun aynaları,
yaratıcı aynası düşlerimizin,
likenler, balıklar ve delik deşik mercan,
zamanda ayak izleri kaplumbağaların,
tenha bir akşamüstü ateşböcekleri,
arokarya hanedanları,
bir kitapta harflerin biçimleri,
gecenin örtemediği, hiç kuşkusuz
daha az kişisel ve anlaşılmaz değiller
onları karıştıran benden. Ben cüret edemezdim
cüzzamlıları ya da Caligula’yı yargılamaya.”



Türkçe’ye Celal Üster’in çevirisiyle kazandırılmış olan BORGES VE BEN’in ilginç bir özelliği var. Çünkü bu kitabın ana metnini oluşturan BİR ÖZYAŞAMÖYKÜSÜ DENEMESİ ilk kez New Yorker dergisinde doğrudan İngilizce olarak yazılmış. Hiç kuşkusuz İngilizce, İspanyolca kadar yakın bir dil Borges’a.. Ataları arasında epey İngiliz bulunduğunu, daha dokuz yaşındayken İngilizceden İspanyolcaya çeviri yaptığını, hiç de yabana atılmayacak bir İngilizsever olduğunu düşünecek olursak, O’nun İngilizceye de İspanyolca kadar vakıf olduğu kendiliğinden ortaya çıkar... Nitekim yazarın İspanyolca kaleme aldığı birçok yapıtını, dostları olan çevirmenleriyle birlikte İngilizceye de çevirdiğini biliyoruz...

Bir kitabı rasgele bir yerinden ya da dilediği bir bölümünden okumaya başlayan bir okuyucu değil de, sayfa numaralarını izleyerek okuyan bir okursanız, programın başında sunduğum kuru yaşamöyküsünden sonra Borges’in bir çok yapıtının anahtarını içeren, üstelik zaman zaman neredeyse “kurgu” niteliğinde, özgün bir edebiyat metni gibi de okunabilen BİR ÖZYAŞAMÖYKÜSÜ’nü okumanızı öneririm....Bu kitaba ayrıca çevirmen yazarın özyaşamöyküsüne katkılarını düşünerek üç kısa metnini daha eklemiş...

1956’da yazılmış olan BORGES VE BEN uzun yazılardan giderek romandan hiç hoşlanmayan Borges’in belki de en kısa ve en yoğunlaştırılmış metinlerinden biri.Yazar bu yapıtında çok bilinen “Dr. Jekyll ile By Hyde” izleğine kendi kişisel yorumunu getirdiğini söylüyor. “Ama bir farkla” diye hemen ardından ekliyor, “Jekyll ile Hyde’da karşıtlık iyi ile kötü arasındadır.Benim yorumumdaysa, karşıtlık izleyenle izlenen, seyredenle seyredilen arasında...Mutluluk ve mutsuzluk gibi karşıtlıkları yaşarken, bir an bana olmakta olanın benden bağımsız bir biçimde başka birine olmakta olduğunu duyumsarım...Hint felsefe okullarından birine göre, “ben” kendini sürekli bakmakta olduğu insanla özdeşleştiren bir seyirciden başka bir şey değildir...Yazılarımı yazarken kimi özelliklerimi ortaya döküp kimi özelliklerimi dışlayışım, Borges’i düşsel bir yaratık olarak düşünmeye yöneltti beni...Ama aslında, kimliğin, kimi zaman da kimliğin uyumsuzluğunun, çifte kişiliğin ele alınışına bir çok yapıtımda rastlayabilirsiniz.”

Evet O’nun yapıtlarında çok sık karşılaştığımız bu çift kişiliği bazan ayırdetmekte zorluk çekebiliyoruz.. Şimdi O’nun kısa bir parçasına bakalım...belki anlamada yol gösterici olur....

“BORGES VE BEN "

Herşey ötekinin, Borges’in başlından geçiyor. Buenos Aires sokaklarında yürüyorum., arada bir durup belki de alışkanlıkla eski bir geçtin, kemerine ya da demir parmaklıklı bir kapıya bakıyorum. Borges’den mektuplardan haber alıyorum, bazen de adı bir profesörler kurulundaki adlar arasında ya da bir yaşamöyküleri sözlüğünde gözüme ilişiyor. Ben kum saatlerinden, haritalardan, XVIII: yy baskı sanatından sözcüklerin köklerinden, kahve kokusundan ve Stevenson’un düzyazısından keyif alıyorum; öteki de aynı şeylerden keyif alıyor, ama rolünü abartarak oynayan bir oyuncu gibi gösterişli bir biçimde. Aramızın bozuk olduğunu söylemek işi biraz büyütmek olur...ben yaşıyorum, kendimi yaşama bırakıyorum ki, Borges masallarını ve şiirlerini yazabilsin. Ve o masallarla şiirler beni doğruluyor. Dişe dokunur birşeyler yazdığını kabul etmek o kadar zor değil, ama o yazdıkları beni kurtaramaz... belki de iyi olan artık hiç kimsenin, hatta ötekinin de olmadığı, söz ve geleneğin olduğu için. Kaldı ki ben tümden yok olup gitmeye yazgılıyım, yalnızca belli bir an’ım ötekinde varlığını sürdürecek. Her şeyi çarpıtmak ve abartmak gibi inatçı bir alışkanlığı olduğunu çok iyi bilmeme karşın, artık yavaş yavaş her şeyi ona bırakıyorum. Spinoza, her şeyin kendisi olmaya sürdürmeye çalıştığını ileri sürmüştü. .. taşın taş olmak, kaplanınsa kaplan olmak istediğini...Ben kendimde değil Borges’de kalacağım...eğer ben biriysem tabii...ama kendimi onun kitaplarından çok, başkalarının kitaplarında ya da bir gitarın kılı kırk yararcasına akort edişinde tanıyabiliyorum. Yıllar önce ondan kurtulmaya kalktım ve kent dışındaki gecekondu mahallelerinin söylencelerini bırakıp zaman ve sonsuzlukla oyunlara yöneldim...Ama o oyunlar eninde sonunda Borges’in bir parçası olup çıktı. Ben şimdi başka şeylere yönelmek zorundayım...Anlayacağınız benim yaşamım sürekli bir kaçış; ben her şeyi yitiriyorum ve her şey unutulup gidiyor...ya da ötekine kalıyor...”



“Geceyarısı saatleri çarçur ederken
bir zaman bolluğunu,
gideceğim, Ulysses’in gemicilerinden daha uzağa,
insan belleğinin eremediği
düş bölgesine.


“Herkes ya da hiç kimse olacağım.
Öteki olacağım,
o bilmediğim, şu öbür düşe bakan,
benim uyanık halim. Şöyle bir tartıyor onu,
kaderine razı, gülümseyerek.”

1958’de yazılmış olan YARATAN’daysa, yüzyıllar öncesinin “kör ozanı” Homeros’un körleşmesiyle; ozanlaşması arasındaki bağıntı, yine Borges’in türler ötesi denilebilecek kendine özgü biçimiyle anlatılıyor...Gerçekten de, yüzyılların ötesinden günümüze ulaşabilmiş bilgi ve kaynakların çoğu, İlyada ve Odysseia destanlarının ozanı Homeros’un kör olduğunu söylüyor...Borges’in kendisiyle Homeros arasında ortak bir yazgı yakaladığını görmemek olanaksız... Ama Borges “Yaratan” metnine kendine özgü bir ironiyle yaklaşıyor.:

“Bu öykümün yaşamöyküsel olduğu düşünülebilir...Homeros benim yüceltilişim, Homeros’un körlüğü benim benim körlüğüm, Homeros’un karanlığı benimseyişi benim karanlığı benimseyişim olarak algılanabilir...Oysa bu öyküde okuru, bir özyaşamöyküsü okuduğunu düşünmekten caydıracak çarpıcılıkta ögeler de var, körlük bana karanlığın ağır ağır bastırması biçiminde geldi..gökten inen esinlenmeler biçiminde değil...Beni bekleyen ne bir İlyada vardı ne de bir Odyssiea.. Bu öyküyü ilk tasarladığım sıralar Milton’la Homeros arasında bir seçim yapamadım..Oysa Milton çağımıza çok yakın bir dönemde yaşamış bir ozandı...Batı uygarlığı kadar eski olan Homeros’sa bir söylenceydi...ve bu yüzden kolaylıkla başka bir söylenceye dönüştürülebilirdi...”

Sanırız Borges de, tıpkı T. S. Eliot ve Ezra Pound gibi, ideolojik önyargılarla yaklaşıldığında insanı yanıltan yazarlardan....

Borges; “İnsanlar geçmişi severler” diyor, “ve bu sevgiye karşı benim elimden bir şey gelmez, ne benim ne cellatlarımın; ama bir gün benimle aynı şeyleri duyan bir adam gelecek ve bu adam benim duvarlarımı yıkacak, benim kitapları yok ettiğim gibi... ve benim anımı silecek ve benim gölgem ve aynam olacak ve kimse olmayacak!.....”


“Kaç mümkün hayat kaybolup gitti
bu alçakgönüllü küçük ölümde,
kaç mümkün hayat, nasibin belleğe
ya da unutuşa bahşedeceği!
Ben ölünce bir geçmiş ölecektir;
bu goncayla ölen bir gelecekti
duygusuz suda, beyaz ve yepyeni,
yıldızlarca yerle bir edilmiştir.
Ben de ölüsüyüm sonsuz kaderlerin,
talihin bana hiç yar etmediği;
her zaman yiğit olmuş bir ülkenin,
arar gölgem, yorgun efsanelerini.
Anısı mermerin gözetiminde;
zalim tarih, büyür üzerimizde.”



Borges’in Türkçede İletişim yayınlarından 1992’de çıkan GÖLGEYE ÖVGÜ, bu başlık altında; ilk öyküyü kaleme aldığı 1935 yılından, 1986’da ölümüne dek yazdığı bütün öyküleri Türkçeye kazandırma amacını taşıyor...

Ve Türkiye’de 1995’de yayınlanan YEDİ GECE adlı konuşmalarının derlendiği bir kitap daha var. Bu kitabın tanıtımını da Alaistair Reid ‘den öğrenelim..


YEDİ GECE

Borges bu kitapta yer alan yedi konuşmayı belirli aralıklarla 1977 yılının Haziran ve Ağustos ayları arasında Buenos Aires’teki Teatro Coliseo’da yapmıştı. Boy Bartholomew, kitabın 1980’de ilk basımına yazdığı “Sonsöz”de, Borges’in konuşmalarını birçok kişinin banda aldığını, bir süre sonra bu konuşmaların korsan plaklarının piyasaya sürüldüğünü, ardından da Buenos Aires’teki bir gazetenin edebiyat ekinde kesilip biçilerek yayımlandığını anlatıyordu. Bartholomew iki yıl kadar sonra konuşmaların değişik basımı bir üzerinde çalışmaya koyuldu...Borges konuşmaları titizlikle gözden geçirerek basıma hazırladı.

Edebiyat alanındaki başka birçok kimliğin yanısıra konuşmacılık, neredeyse son kırk yıldır Borges’in yaşamında çok önemli bir yer tutmuştur. Tıpkı öbür yapıtları gibi konuşmaları da onun dünyasını ağ gibi saran bağıntıları biraz daha aydınlığa kavuşturmuştur...1946’da kent dışında bulunan kitaplıktaki işine son verildiğinde bu tür konuşmalar, Borges’in yaşamında geçim kaynaklarından biri olup çıkmıştı. Ama yazılı metin okuyamadığından konuşmalarını annesinin yardımıyla hazırlamak, sonra ezberlemek zorundaydı. Bu yüzden, başlangıçta bu işten biraz ürkmüştü. Ama konuşmalarında kullanacağı metinleri belleğine kazıma zorunluluğu Borges’in çok işine yaradı...Çünkü körleşmesi yavaş yavaş ilerlerken, kaynaklardan ve alıntılardan oluşan koskoca bir özel kitaplığı deviriyordu...Diyelim şimdi bir soru sordunuz; kafasının içindeki kitaplar arasında geziniyormuş gibi şöyle bir duraklayacak, hemen ardından okurlarının çok iyi bildiği o özel kolleksiyondaki temel metinlerin birinden bir dize attıracaktır. Konuşmalardan bazıları artık o bellek kitaplığındaki yerini almış bulunuyor...Sözgelimi Dante üzerine konuşması...Kimbilir kaç kez konuştu Dante üzerine, ama durmadan boyut değiştiren konuşmaların hiçbiri birbirine benzemiyordu...Söz konusu konuşmaları artık Borges külliyatının bir parçası saymak hiç de yanlış olmasa gerek...

Borges yetmişlerden bu yana Avrupa, Latin Amerika ve ABD’de birçok yeri dolaştı., buralarda kendinden çok şey kattığı konuşmalar yaptı...söyleşilere katıldı...konuşma deneyimi oralarda çok işine yaradı.. Çünkü edebiyata ilişkin özlü düşüncelerden, sayısız alıntılardan oluşan engin bir birikim edinmiş, unutulmaz söyleşilerde bulunmuştu...

Borges karşısındakini derinden etkileyen bir insandır. Özellikle son on yıldır televizyonda epeyce göründüğü için, okurların gözünde yazdıklarıyla iyice bütünleşmiş, dahası kendisiyle yazdıkları arasında neredeyse en küçük bir ayrım kalmamıştır. Son zamanlarda ölçülü biçili konuşmalardan çok, keyifli söyleşileri yeğleyen Borges, ana konu ne olursa olsun beklenmedik alanlara kayıyor, o saat aklına düşen bir takım bağlantılar örüyor, böylece anlattıkları, O’nun ilgi alanlarının şaşırtıcı akışı içinde umulmadık boyutlara erişiyordu...Bıkmadan usanmadan sürdürdüğü yolculuklardan şöyle söz ediyordu...” Buenos Aires’te günler birbirine çok benzer... Oysa yolculuğa çıktığın zaman, devamlı koltuk değiştirirsin....Karşında bir cin beliriverir..yazdıklarınla ilgili bilgece sözler söyleyip gözden kaybolur...ama hemen ardından bir cin daha çıkagelir...bu da sana büyük bir çeşitlilik sağlar..”

Borges söyleşilerde ele avuca sığmaz, kılıktan kılığa giren biridir. Yazılarıda dilin bir eğlence olarak sunulmasına karşılık, konuşmaları çoğu zaman bir oyun olur çıkar..Bir ironiler gösterisine dönüşür..Konuyu bile bile saptırmadan edemez. Ortaya ilk ağızda herkese aykırı gelen bir görüş atar, sonra da o görüşe akla uygun açıklamalar getirir. Ansızın “Aslında bütün edebiyat çocuklar için,” der, ardından hemen bu savı parlak bir biçimde savunmaya koyulur. Borges’in konuşmalarındaki düşünceler kendine özgü bir yol izler.. O’na soru yöneltirken akıllıca davrananlar, O’nun düşüncelerinin akıp gitmesine olanak tanımışlar, böylece ortaya çok canlı bir konuşma çıkmıştır.. Borges olmadık bir nedenle Oscar Wilde’den bir alıntı yapar, sonra da durmadan belleğindeki kitaplığa başvurarak Wilde’dan, Fransız dilinden , Cenevre’de okuduğu günlerden, Calvin’den, İskoçlardan sözetmeyi sürdürür. Bir de bakarsınız her şey birbirine bağlanmaktadır. Ama kültürlerin, edebiyatların, dillerin ve zamanın içinde gezinerek.....

YEDİ GECE’de yer alan bu konuşmaların hepsi de Borges’in çok değişik ilgi alanlarındaki geçişleri, düşüncelerinin ve belleğinin akılcılığını gözler önüne sermektedir.. O’nu kavrayabilmek için, Borges’in gözünde edebiyat yaşantısının gerçek yaşantıdan daha canlı ve etkileyici olduğunu, daha doğrusu bu ikisi arasında çok belirgin bir ayrım olmadığını kavramak gerekir.. Okuduklarından öylesine derinden etkilenir ki, kitaplardan ve yazarlardan, gezdiği yerleri, çıktığı yolculukları anlatıyormuş gibi sözeder. Edebiyat aracılığıyla zaman içinde yolculuğa çıkabileceğimizi ve daha bir insan olabileceğimizi savunur.. Borges’in elifbesidir bu.. Dolayısıyla, Borges’in konuşmaları, “Karabasan”larda olduğu gibi, kafasını kurcalayan bir konunun izini sürer durur: kişisel anılardan yazarlara geçerken; başka yazarların kullandığı metaforların kendisine dönüşür..oradan dile uzanır...

O’na göre eleştiri, yaratıcı edebiyatın bir dalından başka bir şey değildir..Zeka kıvraklığı eleştirmenlere bulunmaz bir malzeme sağlar..ama o edebi yargılara kulak asmaz...O’na göre doruğundaki bir edebiyat, okurda saygılı bir hayranlık uyandırır. Bir şiirden, çarpıcı bir imgeden, güçlü bir bölümden doğan tedirgin edici bir şaşkınlık yaratır. Borges’in bazan asombro, bazan da sagrada horror dediği bu duygunun bir tür huşu olduğunu da söyleyebiliriz. El attığı yazarlar ona bu duyguyu yaşatmış yazarlardır.. Nitekim Borges’in yapıtlarının en ayırtedici özelliği, gerçekliğin keskin uçları birkaç tümcede kuşkuyla titrediğinde o duygunun neredeyse elle tutulur bir niteliğe bürünmesidir. Konuşmalarıysa bizim bir başımıza çıkamayacağımız bambaşka edebiyat yolculuklarıdır.

Borges’in varlığı kimileyin gizemli bir boyut kazanır; bazen kendi metafolarını yaşıyor gibidir...Yıllar önce söylediği bir sözü anımsatmaya kalkın hemen yadsıyacaktır...O sözü kesinlikle öteki Borges’in söylemiş olabileceğini ileri sürecektir. Yaşayan Borges’in sıkı sıkıya bağlı olduğu öteki Borges’i şiirlerinden, düzyazılarından tanırız; ama Borges söyleşilerinde iki Borges arasındaki ayrımı iyice vurgular ve doğrudan duyumsamamızı sağlar. O’nu dinleyenler yazılarının dalga boyunu daha iyi kavrayabilirler.

ALASTAİR REID

Türkçesi: Celal Üster



Biraz da “Zahir” öyküsüne değinelim...

“Her şeyin en belirgin niteliği karışıklık olan evreni önerdiği gözönüne alınırsa, yeryüzünde basit bir tek sayfa, basit tek bir sözcük yoktur.” sözü Borges kurmacasının odağına götürür bizi... Evreni bir kum tanesinde görmek... Bu düşünce yalnız Borges kurmacasının değil, Borges dünyasını, o dünyayı oluşturan küçük bir öğeyle kavrama amacını taşıyor. En belirgin niteliği karmaşıklık olan, çok koridorlu bir labirentteki aynalardan yalnızca birine dönüyor yüzünü; “Zahir” i görüyor...

“Zahir” O’nun felsefe ile, özellikle idealist felsefe ile olan ilişkilerini, kültürlerarası düşüncelerden dokuduğu ağı yansıtan öykülerden biridir.

Bir kurmaca yazarı olarak, idealizme gerçeklikten çok daha yakındır. Düşüncelerimiz, gerçekliğe ilişkin bilgilerimizdir. Nesnelerin, daha doğru deyimle “şeylerin”, somut-soyut herşeyin, düşüncemiz dışında hiçbir varlıkları yoktur. Borges’in kurmaca evreni de kendi dışında bir gerçekliğe göndermez okuru... Gerçeklik kurmacanın içindedir. .. Hatta kurmacanın ta kendisidir.

Yıllarca aynı simgelerle aynı izlekler içinde dolanıp durur...Bu “aynı”lığı yazına bakışıyla açıklar.O’na göre sınırlı sayıda simgelerden, izleklerle örüntülerden oluşur. “Yeninin olanaksızlığına, her şeyin sonu gelmez bir yinelenme içinde yer aldığına inanır: “Dünyayı oluşturan tüm atomların sayısı kuşkusuz pek çoktur, ama belirlidir. Demek ki evrendeki değişiklikler de belirli ve çok sayıdadır.Eğer sonsuz zaman içinde bir kez olası değişikliklerin son noktasına varılırsa bu durumda evren kendini yineleyecektir” diye sonsuz döngü öğretisiyle bu görüşünü destekler...

Borges’in öykülerinde en çok raslanan durumlardan biri de yazgılardaki benzerlik olgusudur. O’nun insanlarını oyun- insan diye tanımlayan Enis Batur; bu durumla, Borges öykülerinin bir başka özelliği arasında bir bağlantı kurar, ve şöyle der.. “Tarih’i kendine özgü bir seçim bilinciyle kurarken ortak bir raslantı paydası kurar... Bambaşka yerlerde, bambaşka zaman dilimlerinde, bambaşka kişiler aynı düşleri kurar, aynı yazgı düğümleriyle karşılaşır, aynı olaylara gömülürler...” Raslantının yanında; yazgıların benzerliği, hatta yinelenmesi; Borges’in birçok yazarı etkileyen bir başka düşüncesini de anımsatıyor: Sonsuz döngü öğretisinin bir sonucu olan özgünlükten yoksunluk....Bir başka deyişle yaşamlarımız bizden çok daha önce başkalarınca yaşanmıştır...tıpkı yazdıklarımızın/ yazacaklarımızın bizden çok daha önce başkaları tarafından yazılmış olması gibi...

Öykülerinde uzun uzun söz edilen Tennyson Schopenhauer ve Kabala felsefelerinin ortak özelliği de bu noktada ortaya çıkıyor...Kabala felsefesine göre sonsuz varlık olan Tanrı kavranamaz, insan evrendeki bütün biçimleri içeren kozmik bir biçimdir. Evrenin aynasıdır. Tennyson da evrendeki en küçüçk bir ayrıntının bile koca evrenin bir aynası olduğunu düşünür... ( Borges’in kum tanesi gibi...) Bu durumda insanın Tanrısal özü taşıyan herhangi bir varlığa aşk, zamanla mutlak varlığa duyulan aşka dönüşecektir...


“Tek bir yıldız kalmayacak gecede.
Gece kalmayacak.
Ben öleceğim ve benimle birlikte
dayanılmaz evrenin ağırlığı da.
Piramitleri sileceğim, madalyonları,
kıtaları ve yüzleri.
Geçmişin birikimlerini sileceğim.
Toz edeceğim tarihi, tozun tozu.
Son kuşu işitiyorum.
Hiç kimseye hiçliği bırakıyorum.”
...............................

“Yüz sonbahar boyunca bakıp durdum
senin belirsiz yuvarlağına .
Yüz sonbahar boyunca bakıp durdum
adalar üzerindeki gökkuşağına senin.
Yüz sonbahar boyunca dudaklarım
daha az sessiz olmadılar.”




VE... KUM KİTABI'NDAN ALINTI'yla yazıyı noktalayalım:



“Yıllar boyu, insanoğlu bir boşluğu imgelerle, illerle, krallıklarla, dağlarla, körfezlerle,gemilerle, adalarla, balıklarla, odalarla, aletlerle, yıldızlarla, atlarla, insanlarla doldurur...Ölümünden az önce, usanmaz çizgi labirentinin kendi yüzünün imgesini oluşturduğunu anlar...”


Çizgi sonsuz sayıda noktadan oluşur; düzlem sonsuz sayıda çizgiden; oylum sonsuz sayıda düzlemden; yüksek oylum ise sonsuz sayıda oylumdan… Kesinlikle hayır, bu, more geometrico değil, öykümü anlatmaya en iyi başlama yolu. Bugünlerde, her uydurma öykünün gerçek olduğunu öne sürmek adet oldu; benimki ama, gerçek.


Belgrano Sokağı'ndaki bir apartmanın dördüncü katında yalnız yaşıyorum. Birkaç ay önce bir akşam üstü, kapıma vurulduğunu dudum. Açtım, bir yabancı duruyordu eşikte. Uzun boylu bir adamdı, hatları belirsizdi. Belki de miyopluğumdan ötürü öyle gördüm. Gri takım elbisesi ve elinde de gri bir çanta vardı. Görünümü dürüst bir yoksulluğu anımsatıyordu. Hemen yabancı olduğunu fark ettim. İlk bakışta yaşlı biri sanmıştım, sonradan seyrek, sarı saçlarının beni yanılttığını anladım, Kuzeyliler' inki gibi beyaza çalan bir sarıydı. Bir saatten uzun sürmeyen konuşmamız sırasında Orkneyli olduğunu öğrendim.

İçeri aldım ve bir sandalye verdim. Konuşmadan önce bir süre bekledi. Bir çeşit kötümserlik yayılıyordu adamdan, bugün bende de olduğu gibi.

" Kutsal kitaplar satıyorum, " dedi.

Bilgiçlik taslamaksızın yanıtladım:

" Bu evde birçok İngilizce İncil var, birincisi bile, Jean Wiclif' inki. Ayrıca ipriano de Valera' nınki, Luther' inki, edebi açıdan en kötüsü ve Latince Vulgate' nin bir kopyası. Gördüğünüz gibi, tam da gereksinim duyduğum bir kitap değil İncil. "

Kısa bir sessizlikten sonra karşılık verdi:

" Sattıklarım yalnızca İncil değil. Belki de sizi ilgilendirecek olan kutsal bir kitap gösterebilirim. Bikaner sınırından satın aldım. "

Çantasını açıp, kitabı masanın üzerine koydu. Sekiz yapraklık, bez kaplı bir ciltti. Birçok elden geçtiğine kuşku yoktu. İnceledim, alışılmamış ağırlığı beni şaşırttı. Arka kapağının üzerinde " Holy Writ " yazısını okudum, aşağıda da " Bombay ".

" On dokuzuncu yüzyıldan kalma sanırım, diye belirttim. "

" Bilmiyorum, hiçbir zaman öğrenemedim, " diye karşılık verdi.

Rastgele açtım. Tanımadığım bir elyazısıydı. Sayfalar oldukça yıpranmıştı, tipografisi kötüydü ve İncil' de olduğu gibi iki sütun olarak basılmıştı. Metinler sıkışıktı ve bentler halinde düzenlenmişti. Sayfaların üst köşelerinde Arap sayıları yer alıyordu. Asıl ilgimi çeken, örneğin çift sayfalardan birinin 40514 numarasını, karşısındaki tek sayfanın ise 999 numarasını taşıması oldu. O sayfayı çevirdim; arkasındaki sekiz haneli bir sayıydı. Sözlüklerde olduğu gibi bir resimle süslüydü; bir çocuk elinden çıkmış gibi, mürekkep kalemiyle beceriksizce dizilmiş bir çapa resmi vardı.

İşte o zaman yabancı bana:

" İyi bakın, bir daha asla göremeyeceksiniz, " dedi.

Bu noktayı işaretleyip kitabı kapattım. Hemen yeniden açtım ve boşuna çapa resmini aradım sayfa sayfa. Şaşkınlığımı gizlemek amacıyla:

" Kutsal Kitap'ın Hindu dilinde bir varyantı, değil mi, " diye sordum.

" Hayır! " diye yanıtladı.

Sonra bir sır vermek istermişcesine sesini alçaltıp:

" Bu cildi, " dedi, bir ova kasabasında bir avuç rupi ve bir İncil karşılığında aldım. Sahibi okuma bilmiyordu. Kitapların Kitapları' nı muska zannediyordu. En alt kasttan biriydi; hastalığa bulaşmadan, gölgesinde yürümek bile olası değildi. Kitabın adının Kum Kitabı olduğunu söyledi, çünkü bu kitabın da, kumun da, ne başı var ne sonu.

Benden ilk sayfayı aramamı istedi.

Sol elimi kapağın üzerine koydum ve başparmağım işaret parmağıma bitişik kitabı açtım. Kendimi boş yere zorluyordum: Kapakla başparmağım arasında her zaman
birkaç yaprak kalıyordu. Kitaptan fışkırıyormuş gibiydiler.

" Şimdi sonuncuyu arayın. "

Denemelerim yeniden başarısızlığa uğradı. Artık kendi sesim olmayan bir sesle, dilim dolaşarak:

"Bu olanaksız, " diyebildim.

Yine alçak sesle, İncil satıcısı bana:

" Bu olanaksız, ama gerçek. Bu kitabın sayfalarının sayısı tam olarak sonsuz. Hiçbiri ilk değil, hiçbiri sonuncu değil. Neden böyle keyfi bir biçimde numaralandığını bilmiyorum. Belki de sonsuz bir dizinin bileşenlerinin kesinlikle anlamsızca numaralandırılabileceği izlenimini uyandırmak için. "

Sonra, sanki yüksek sesle düşünüyormuş gibi ekledi:

" Eğer uzay sonsuzsa, biz uzayın herhangi bir noktasındayız. Eğer zaman sonsuzsa, biz zamanın herhangi bir noktasındayız. "

Düşünceleri beni öfkelendirdi.

" Kuşkusuz bir dine inanıyorsunuz, değil mi? " diye sordum.

" Evet, Presbiteryen'im. Vicdanım rahat. İblisçe kitabına karşı Tanrı' nın Sözü' nü vererek yerliyi dolandırmadığımdan eminim. "

Kendini suçlu görmesi için bir neden olmadığı üzerine güven verdim ve bizim iklimlerimizden yalnızca geçmekte mi olduğunu sordum. Yakın zamanda ülkesine dönmeyi düşündüğünü söyledi. İskoçyalı olduğunu ve Orkley Adaları' ndan geldiğini işte o zaman öğrendim. Ona, İskoçya' yı sevdiğimi ve Stevenson ile Hume' a karşı gerçek bir tutkum olduğunu söyledim.

" Stevenson ve Robbie Burns demek istiyorsunuz, " diye düzeltti.

Bir yandan konuşurken, bir yandan da sonsuz kitabı karıştırmayı sürdürüyordum.

" Bu garip örneği British Museum'a armağan etmeye niyetiniz var mı? " diye ilgisiz görünmeye çalışarak sordum.

" Hayır, size sunuyorum, " diye yanıtladı ve yüksek bir fiyat söyledi.

Tüm içtenliğimle bu fiyatın olanaklarım içinde olmadığı yanıtını verdim ve düşünmeye başladım. Birkaç dakika içinde planımı kurmuştum.

" Size bir değiş tokuş öneriyorum, " dedim. " Siz bu kitabı birkaç rupi ve Kutsal Kitab' ın bir örneğine karşı elde ettiniz; ben ise size yeni elime geçen emeklilik çekimi ve Wiclif' in gotik harflerle yazılmış İncil' ini sunuyorum. Bana atalarımdan kaldı. "

" Siyah puntolu bir Wiclif, " diye mırıldandı.

Odama gidip, parayı ve kitabı getirdim. Sayfaları karıştırdı ve başlık sayfasını kitap sever bir coşkuyla inceledi.

" Anlaştık, " dedi.

Pazarlık etmemesi beni şaşırttı. Sonradan, kitabı bana satmaya kararlı olarak gelmiş olduğunu kavradım. Kağıt paraları saymadan cebine yerleştirdi.

Hindistan' dan, Orkney' den, bu adayı bir zamanlar yönetmiş olan Norveç Jarlları' ndan sözettik. Adam gittiğinde gece olmuştu. Bir daha görmedim, adını da bilmiyordum.



Şiirlerde Çev: Celal Üster
Yazı: günfrfd - 1996

Hiç yorum yok: