
Çeviren: Levent Cinemre
NPQ:Önce Francis Fukuyama "Tarihin Sonu" nu ilan etti. Şimdi de, Soğuk Savaş döneminde önem kazanan siz ve Zbigniew Brzesinski gibi ABD'li dış politika entelektüelleri, modern jeopolitik çekişmelerin sonunun geldiğini ilan ediyorsunuz.
Brzesinski günümüzde uluslararası meselelerin esas olarak kültürel ve felsefi kapsamlı olduğunu söylüyor. Foreign Affairs dergisinin son sayısında* siz de, gelecekte en önemli uluslararası çatışma kaynağının jeokültürel sürtüşmeleri -uygarlık çatışmaları- olacağını söylüyorsunuz.
Samuel Huntington: Öncelikle, mutlak bir tahminde bulunmadığımı, dünya meselelerinin olası gidişi hakkında makul bir hipotez geliştirmeye çalıştığını vurgulamama izin verin. Ama uygarlıklar arasındaki -örneğin bir yanda Batı, bir yanda İslam dünyası ve Doğu Asya'nın Konfüçyüsçü toplumları- hatalı hareket tarzlarının geleceğin savaş hatlarını oluşturmasını beklemek için pek çok neden var.
Bu tür uygarlık çelişkileri, modern dünyada çelişkilerin evriminin ulaştığı son aşamadır. 1648'de Westphalia Barışı ile ortaya çıkan çağdaş uluslararası sistem içindeki ilk çatışmalar prensler arasında, daha sonra ulus devletler arasında, yüzyılımızda da ideolojiler arasında oluşmuştur, Liberal demokrasiyle Marksizın-Leninizm arasındaki uzun Soğuk Savaş'ı da kapsayan bu çatışmalar, uygun bir biçimde "Batı iç savaşları" diye adlandırılmıştır.
Soğuk Savaş sona erdikten sonra, uluslararası politika, artık Batı aşamasından çıkmaya başladı. Bundan sonra global politikanın merkezi Batılı kültürlerle Batılı olmayan kültürler arasındaki etkileşim olacaktır. Gelecekteki çatışmanın cepheleri Avrasya'da açıkça görülebilir.
Avrupa'daki ideolojik bölünme ortadan kalkınca, Avrupa'da Batı Hristiyanlığı, Ortodoks Hristiyanlık ve İslam arasındaki kültürel bölünme yeniden ortaya çıkmıştır. Bugün Avrupa'daki en önemli bölünme çizgisi, İngiliz alimi William Wallace tarafından tanımlanan çizgidir: Batı Hristiyanlığının 1500 yılındaki doğu sınırı.
Bu sınırın bir tarafındaki refah içindeki Protestanlar ve Katolikler. feodalizmden Rönesans'a, Reformasyon'dan Aydınlanma'ya, Fransız Devrimi'ne ve Sanayi Devrimi'ne kadar ortak tarihi paylaşmışlardır. Smırın diğer yanında, ekonomik açıdan daha az gelişmiş Ortodokslar ve Müslümanlar ise Osmanlı ve Çarlık İmparatorluğu'nun halklarıdır. Bu insanlar batılarındaki Avrupa'da yaşanan çağdaşlaşma deneyimlerinden pek az etkilenmişlerdir.
Batı'nın kitle kültürü dünyanın dört bir yanına yayılmış olsa da, bireycilik, liberalizm, insan hakları, eşitlik, özgürlük, hukuk, demokrasi, özgür piyasa, dinle devletin ayrılması gibi Batı kavramları, Müslüman, Hindu, Konfüçyüsçü veya Budist kültürlerde geçerli kavramlara göre kökten bir farklılık göstermektedir.
Batı değerlerinin "evrensel" olarak sunulması, birçok Müslüman toplumda fundamentalizmin güçlenmesi gibi tepkilere yol açmaktadır. Tienanmen olayından sonra Batı'nın insan hakları konusundaki baskı sına cevaben Deng Siaoping, Amerika ile "yeni bir soğuk savaş" çıkabileceği uyarısında bulunmuştur.
Burada, Kishore Mahbubani'nin "Batı, herkese karşı" şeklinde dile getirdiği bir çatışma dinamiğinin ortaya çıktığı kolayca görülmektedir.
NPQ:Yönetim grubu Japon Kenichi Ohmae tersini ileri sürüyor: "Dünya parçalanmayacak, aksine global bir tüketici pazarı doğrultusunda bütünleşecek." Ohmae, "İnsanlar toprak değil, Sony istiyor," diyor, yani insanların yeni kültürden çok tüketim mallarını tercih ettiklerini söylüyor.
Size göre uyumlu tüketicilik arzusu yerine kültürel çatışma eğilimini güçlendiren şey nedir?
Huntington: İnsanlar hem toprak hem de Sony istiyorlar. Hem çağdaşlığın nimetlerinden faydalanmak hem de kendi kültürlerinin ve değerlerinin sağladığı bir kimlik istiyorlar. Muhtemel geleceğin uygarlıklar arası çatışma olacağına ilişkin bir çok neden var.
Her şeyden önce, uygarlıkların, Tanrı ve insan, birey ve grup, vatandaş ve devlet, aile ve çocuk, koca ve karı, özgürlük ve otorite, haklar ve sorumluluklar, eşitlik ve hiyerarşi arasındaki ilişkilere bakış açıları farklı.
Çok daha fazla yolculuk edilmesi ve medya sayesinde kültürler arasında artan temas, hem uygarlıklar arasında hem de uygarlıklar içindeki topluluklar arasındaki farklılıkların bilincine varılmasını artırmıştır.
Kültürler arasında giderek artan bu temasa eşlik ederek onu yönlendiren ekonomik modernizasyon ve sosyal değişim, sömürgecilik sonrası dönemde devletin büründüğü kimlik kaynağı pozisyonunu zayıflatarak halkları geleneksel yerel kimliklerinden ayırmıştır. Birçok yerde bu boşluğu doldurmak için din ve köklerine dönüş akımı güç kazanmıştır.
Japonya'da "yeniden Asyalaştırma" lafları duyuluyor. Hindistan'da Nehru'nun çok kültürlü sekülarizmi Hindistan'ın "Hindulaştırılması" arzusunun gerçekleşmesi tehlikesiyle karşı karşıya. Ortadoğu'da Arap milIiyetçiliği ve Sosyalizm'in başarısızlığı, filizlenmekte olan "yeniden İslamIaştırma" hareketini körüklüyor.
İlginçtir, bu bölgelerin hepsinde kitleler Amerikan televizyonu izlemeye başlarken, elit kesim de -uzun süren sömürgecilik döneminin ve sömürgecilik sonrası dönemin kalıplarının aksine- giderek daha çok "yerlileşmektedir". Doğu Asya, Avrupa ve Kuzey Amerika'da insanlar ne kadar tüketici haline gelirlerse, ekonomik bölgecilik de o kadar egemen hale gelmektedir. Başarılı bir ekonomik bölgecilik de uygarlık bilinci içinde yükselecek ve bu bilinci güçlendirecektir.
NPQ: Yani İslam, Konfüçyüsçü otoriterizm ve etnik köktencilik, önümüzdeki uygarlık çatışmalarında Batı liberalizminin karşısındaki güçlerdir, öyle mi?
Huntington : Bu üç tehdide bir döndüncüsünü ekleyebilirim: Marksizm-Leninizm gibi bir rakibin ideolojik tehdidi olmayınca Batı liberalizminin bozulması. Parçalanma ve çok kültürlülük, Amerikan toplumunun çimentosu olan bir dizi düşünce ve felsefeyi yavaş yavaş yiyip bitiriyor. Muazzam bir çeşitliliği ve etnik farklılıkları idarc etmeyi geçmişte başarmıştık çünkü "Amerikan Yemini"nin temel politik ilkelerini kabul etmiştik: Özgürlük, eşitlik, demokrasi ve bireycilik.
NPQ: Militan İslam'ın Batılı liberal değerlerin evrensel ölçekte hayata geçirilmesine yönelik tehdidi üzerinde çok duruluyor, ama yumuşak otoriter bir topluluk düzenine önem veren veren Doğu Asya kültürleriyle olan çatışma da aynı oranda önemli görünüyor. Mitsel simgesi "yalnız kovboy" olan Batı'yla, örneğin Japonya'da söylendiği gibi[b] "tüm çivileri çakın" şeklinde bir düşünce yapısı dünya düzeni içinde nasıl uzlaşacaklar?
Huntington: Geçtiğimiz aylarda Asyalılar ile Amerikalılar arasında insan hakları ve demokrasi konularının tartışıldığı iki konferansa katıldım, Tavırları tabii ki daha militan olan Asyalılar, Amerika'ya "insan hakları emperyalizmi" suçlamasıyla saldırdılar. Ama oradaki en mantıklı insanlar arasında bile hatırı sayılır farklılıklar vardı.
Örneğin seçkin bir Singapurlu şöyle konuştu: "Bakın, Singapur'da polisin uyuşturucu kullandığını düşündüğü birinden anında idrar testi yaptırmasını isteme hakkı vardır. Eğer test olumluysa, zorunlu tedavi ve rehabilitasyon programı uygulanır. Böyle bir şey Amerika'da düşünülemez bile. Ama Singapur'da biz bunu kabul ediyor ve toplumumuza düzen, güven, ve bağlılık getiren bir olgu olarak değer veriyoruz. Bunun sonucu olarak da Singapur sokaklarında, saat kaç olursa olsun hiçbir saldırıya uğramaksızın dolaşabiliyorum. Bana sokaklarında rahatça dolaşabileceğim bir Amerikan kenti söyleyebilir misiniz?
NPQ: Francis Fukuyama bile, Konfüçyüsçü değerlerin etkisi altındaki Doğu Asya ülkelerinin yumuşak otoriter rejimlerinin, "Tarihin Sonu"nda Batı liberalizmine alternatif oluşturduğunu kabul ediyor. Lee Kuan Yew, Friedrich Hegel'in karşılığıdır.
Huntington: Kesinlikle. Ama İslam da bir alternatif sunuyor. İslam'da kuruluşundan beri varolan bir devamlıhk var. İslam, dinsel olanla seküler olan arasında herhangi bir ayrım bulunmayan militan bir din. "Sezar'ın hakkını Sezar'a, Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya" düşüncesi İslam'a tamamen aykırı. Bu teokratik eğilim Müslüman toplumların gayrımüslimlerle uzlaşmalarını olağanüstü derecede zorlaştırıyor. Müslümanların, çoğunluğunu gayrımüslimlerin oluşturduğu toplumlara kolaylıkla uyum göstermesini de çok zor hale getiriyor
NPQ: Bu uygarlıklar arasındaki çatışmalarla, tabir caizse, patlama noktasına gelip gelmeyeceği sorusu büyük önem kazanıyor. Siz, askeri açıdan bir Müslüman-Konfüçyüsçü dostluğundan söz ettiniz.
Huntington: Evet, dostluk. Birbirlerine karşılıklı kolaylık sağlayan mevcut durumunu tanımlamak için "ittifak" sözcüğünü ya da "dostluğun" ötesinde bir anlam irade eden başka bir sözcüğü kullanmaya çok dikkat etmek lazım. Gelecekte bu dostluğun nereye varacağı bilinemez. Şu anda gayet açık bir biçimde bir yandan Çin ve Kuzey Kore'nin, diğer yandan da bazı Ortadoğu ülkelerinin amaçlarına hizmet eden bir dostluk bu.
Dikkat çekicidir, Soğuk Savaş sonrası dönemde Batı ülkeleri Rusya askeri güçlerinde indirime giderlerken, Müslüman, Konfüçyüsçü, Hindu ve Budist ülkcler askeri güçlerini artırıyorlar.
Şu anda Batı ülkeleri ile Müslüman-Konfüçyüsçü devletler arasındaki çatışma, büyük oranda nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlar, balistik füzeler ve gelişmiş güdüm sistemleri üzerinde yoğunlaşıyor. Batı, nükleer silahlarda artışa gidilmemesini evrensel bir norm olarak savunurken, bu ülkeler güvenlikleri için ihtiyaçları olduğunu düşündükleri silahları elde etme ve konuşlandırma haklarının bulunduğunu ileri sürmektedirler.
Çin'in elinde nükleer silah bulunmaktadır. Pakistan ise, bu tür silahları konuşlandırma kapasitesine sahiptir. Kuzey Kore, İran, Irak, Libya ve Cezayir'in de nükleer silah edinmek için girişimlerde bulundukları anlaşılmaktadır. Üst düzey bir İran yetkilisi, tüm Müslüman ülkelerin nükleer silahlara sahip olmaları gerektiğini açıklamıştır. 1988 yılında ise İran devlet başkanınm, "hücum ve savunmaya yönelik kimyasal, biyolojik ve radyolojik silahlar" geliştirilmesi için talimat verdiği bildirilmiştir.
Batı karşıtı bu askeri olanakların gelişmesinde Çin çok büyük önem taşıyor. Çin, şu anda ordusunu güçlendirmektedir. Eski Sovyetler Birliği ülkelerinden silah almakta, uzun menzilli füzeler geliştirmektedir. Ayrıca, özellikle Libya ve Irak'a nükleer silah ve rüze yapımında kullanılabilecek silah teknolojisi de satmaktadır.
Çin, Cezayir'in nükleer silah araştırma ve üretiminde de kullanılabilecek bir nükleer santral yapmasına yardım etmiştir. İran'a nükleer teknoloji satmıştır. Amerikan yetkilileri, İran'a satılan bu teknolojinin sadece silah yapımında kullanılabileceğine inanmaktadırlar.
Kuzey Kore de nükleer bir program uygulamaktadır ve silahların sınırlandırılması anlaşmasından çekilebileceği yolunda bir tehditte bulunmuştur. Kuzey Kore, Suriye ve İran'a gelişmiş füzeler ve füze teknolojisi satmıştır.
NPQ: Bu durum bir ittifak veya etkin bir kutup anlamına gelmeyebilir ama Doğu Asya'ııın silah satıcılarıyla onların onların Müslüman müşterilerini birbirine bağlayan şey, Batı liberalizmine felsefi planda karşı olmaları.
Huntington: Doğru.
NPQ: Değerlerinin evrensel olduğunu iddia eden Batı liberalizminin, bu karşıt uygarlıklarla başa çıkabilecek bir politik teorisi var mı?
Huntington: Batı, kendini ve değerlerini korumaya çalışmalı, konumunu muhafaza etmelidir. Benim bu uygarlıklar çatışması içinde "hırpalanmış ülkeler" adını verdiğim -örneğin Rusya- ve anti Batı bir blokta yer almamak için ekonomi ve güvenlik açısından son derece geçerli nedenleri olan ülkelerle işbirliği ilişkisini geliştirmeye özellikle ihtiyacımız var. Rusya'da diğer tarafa yöne1mek isteyenler mevcuttur. Neyse ki bunlar şu anda yönetimde değil. Bu kişiler, Rusya'nın tarihsel misyonunu gerçekleştirerek Slav-Ortodoks uygarlığının merkezi ve tekrar bir Avrasya gücü olmasını istiyorlar. Japonya'da da tekrar "doğuya yönelmek" gerektiğini savunanlar var.
Uzun vadede bakıldığında ise Batı -şu andaki ekonomik ve askeri üstünlüğüne karşın- güç dengesinin diğer tarafa doğru kaydığı bir dünyaya uyum sağlamayı öğrenmek zorunda kalacaktır.
NPQ: Bu "uyum sağlama" özel olarak ne anlam taşıyor'!
Müslüman hareketin seçimlerle iktidara gelmesinin, laik hükümetin kışkırttığı askeri bir darbe tarafindan engellendiği Cezayir örneğini alalım.
ABD Dışişleri Bakanı'nın Ortadoğu'dan sorumlu yardımcısı, Cezayir gibi ülkelerde "bir kişi, bir oy" prensibinin ABD tarqfndan desteklenmediğini açıkça söyledi. Neden olarak da Müslüman güçlerin iktidara geldiklerinde anayasayı askıya alacaklarını tahmin ettiklerini belirtti.
Bazıları da ABD'nin bu tür ülkelerde seçimleri değil, insan haklarnı savunması gerektiğini söyleyecek kadar ileri gitti. Seçimler, teokratik şeriatı dayatacak güçlerin çoğunluk oyuyla iktidar olmasına yol açabilirdi.
Huntington: Ben bu görüşe katılmıyorum. Uzun vadede insan haklarını korumanın en iyi yolu, bir ülkeyi demokratikleşmesi doğrultusunda desteklemektir.
Carter'ın başkanlığı sırasında Ulusal Güvenlik Konseyi'nde görev yaptım. Bütün dünyada binlerce politik tutuklunun serbest bırakılmasına yardım ettik. Ama demokrasiyi değil de sadece insan haklarını savunduğumuz için Reagan yönetimi tarafından haklı olarak eleştirildik. İnsan hakları için verilen garantiler uzun sürmüyor, bu kaçınılmaz bir şey. Otoriter hükümetler salınan tutukluları bir süre sonra tekrar toparlayabiliyor. O halde demokrasiyi savunmalıyız.Böyle bir politikada batı tuzaklar ve tehlikeler olacağı açıktır. Cezayir'den bahsettiniz. Bana göre İslami Cephe'nin iktidara gelmesini önleyen askeri darbe, son derece talihsiz bir girişim. Bu tür engelleyici darbelere karşı çıkmak için üç argüman ileri sürülebilir.
O hareket iktidara gelseydi ne olurdu? İlk olarak, seçimle iktidara gelen bir hükümetin, İran'daki gibi devrimle ya da Sudan'daki gibi darbeyle iktidara gelen bir hükümetin yaptıklarını aynen tekrarlayacağının garantisi yok. Demokrasi oyununu kuralları içinde oynamak, aşırıları ılımlılaştırabilir.
İkinci olarak, yeni Cezayir hükümeti Fransa. AT ve ABD ilc yakın ilişkilerini sürdürmek isteyecek ve tıpkı şu andaki gibi bu ülkelerin ticaret ve yatırım alanlarında bağımlılığı devam edecekti. Bu da hükümetin tavrını sınırlayan bir neden olurdu.
Üçüncü olarak, İslami Cephe kazansaydı ve dinsel baskıya başvursaydı, Şili Ordusu'nun Allende'ye yaptığı gibi. Cezayir ordusu da onları safdışı bırakabilirdi.
İslamı Cephe'nin demokratik kurallara uygun bir biçimde iktidara gelmesi engellenince geride ne kaldı şimdi? Hükümcti şiddet yoluyla devirmeye çalışan örgütlü bir askeri hareket. Bu koşullarda Cezayir'de demokrasinin de, insan haklarının da olmayacağından emin olabiliriz.
NPQ: Bir de Konfüçyüsçü taraftan örnek alalım: Çin…Aramızdaki daha Marksistler, örneğin Richard Nixon, ekonomik determinizden hareketle şunu öne sürüyor.İnsan haklarının süreklilik kazanmasını garanti edecek tek şey, Avrupa'daki gibi bir burjıvazinin gelişmesidir… O halde açık ticaret ilişkilerini sürdürelim çünkü bu, Çinli orta sınıfın yükselmesinin ve refahın motorudur.
Huntington: Çin'de önemli ölçüde özel sektör olması halinde -ekonominin çoğu şu anda özel girişimcilcrdedir- ülkenin zamanla demokratik bir yönelime gireceği şüphe götürmez. Özel sektörün büyümesini engelleyecek bir tutum alınması kuşkusuz yanlış olacaktır. Ama aynı zamanda insan haklarını ihlal ettiği için hükümete bazı cezalar uygulanmasının yolları da bulunmalıdır.
Çin'in dünya ekonomisine bağlı kalması için Clinton'ın EÇKÜ (En Çok Kayrılan Ülke) statüsünü yenilemesi doğruydu ama hükümetin şiddetle arzu ettiği 2000 Olimpiyatları'nın Çin'de yapılmasına belki de karşı çıkmalıydık.
Öte yandan, tabir caizse, onları vuracak en iyi silah açıklık olabilir. Olimpiyatlar'a ev sahipliği yapmak, Meksika'nın ve Kore'nin liberalleşmelerine katkı sağlamış olabilir.
NPQ: Fransa'daki son sosyalist hükümetin insan haklarından sorumlu bakanı Bemard Kouchner, Batı'nın, insan hakları ihlallerini önlen/ek için "müdahale hakkını" üstlenmesi ve uygarlıklar çatışmasında daha saldırgan olması gerektiğini ileri sürüyor. Örneğin, Sudan'daki bir kadının klitoridektomiye karşı korunma istemesi halinde, Batı'nın kadına yardım etmesi gerektiğini söylüyor.Buna katılıyor musunuz?
Huntington: İnsan hakları ihlalleri çok büyük ve sürekliyse katılırım. BM, Kürtler'e yardım için ve Somali'de bu tür müdahaleleri onayladı. Ancak şu anda, bu tür bir "müdahale hakkı" için genel destek yok. Ama, daha kabul edilebilir olduğuna inandığım ve savunduğum başka tür bir müdahale biçimi var: Global demokratik topluluğun, demokratikleşmiş bir ülkenin otoriterizme dönmesini engelleme hakkı. Bu da bir tür "demokratik Brejnev doktrini" oluyor.
Amerikan Devletleri Örgütü (OAS), Haiti Devlet Başkanı Aristide'nin düşürülmesinde bu tür bir tutum almıştır. Latin Amerika devletlerinin geçmişte egemenliklerini nasıl militanca savundukları ve dış müdahale suçlamaları düşünüldüğünde, bu olağanüstü bir durumdur. Bu tutum, Yeni Demokrasi ve Barışı Savunma Bakan Yardımcısı Morton Halperin tarafından da desteklenmiştir.
Bu tür bir demokratik Brejnev doktrini pratikte tabii ki derhal ve kayıtsız şartsız uygulanacak bir kural olamaz. Örneğin, Hindistan otoriter bir Hindu devlet haline gelirse ne olacak? Ama böyle bir politika ABD'ye ve diğer güçlü demokratik ülkelere açık bir hedef sağlar: Halkın demokrasiyi benimsediği ülkelerde demokrasiyi desteklemek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder