Milliyet Sanat / 1975
Yabancı bir dile çevrilme sırasında, şiirlerimin kimi yerlerini, benden açıklama isteyen çevirmenlere anlatamadığımı görüp düşünmüşümdür. “Şaşmışımdır” demiyorum, çünkü yazarken beni şiirsel amaca götürecek sözcüklerin kimi zaman, üst üste yığılıverdiğini bilirim. Bunlardan her biri, kendisini kesin anlaşılırlığa kavuşturacak bir tümceyi gereksemeden, ötekinin yanı başına yerleşmek isterdi. Böylece okuyan ya da onu başka bir dile çevirmeye kalkan, her şeyden önce kafasında düzenli tümceler kurmaya kalkıp da bunda başarıya eremediği zaman, ozanından açıklama istemek zorunluluğunu duyuyordu. Başka bir deyişle okur, her şiiri “mantıklılaştırmak” ister, bunu yapamazsa “anlam”ı çıkaramamış durumda sayacaktır kendini. İkinci bir olasılık da var elbet onun için: Kendisi anlamı bulamamış değildir, okuduğu şiir anlamsızdır.
“Üç Kız Kardeş” oyununda Tuzenbah, şöyle der Maşa'ya: “İşte kar yağıyor... Bunun anlamı ne?” Şiir, genellikle sanat yapıtı, insan elinden çıkmadır; onun anlamı üzerinde konuşurken “kar yağması” gibi bir doğa olayına geçişim yadırganmasın. Belki doğada aramasak bile, anlamı sanat yapıtında bulmak isteyişimiz daha doğal sayılacaktır. Ama böyle bir ayrıma girmeden de söyleyebiliriz ki, “us”, doğa karşısındaki algı biçimini, bir sanat yapıtı karşısında da deneyebilir.
Nitekim Aldous Huxley, “Karamazof Kardeşler” için şöyle yazmıştı : “Bu roman öylesine tutarsızlıklarla doludur ki, onu doğadan ayırdedemeyiz.”
Şiir “süslenmiş düzyazı” olmaktan kurtulunca bu sorun çıktı ortaya, geçmişi pek eski değildir. Nitekim eskiden “anlaşılmayan şiir” diye bir şey yoktu. O ya bir öyküydü, ya da duygulu bir tümce. Anlaşılmayan sözlere kutsal kitaplarda, evliyaların ermişlerin söylediklerinde rastlanırdı ve o zaman tanrının niyetini anlamak için yoruma gidilirdi.
“Süslenmiş düzyazı” mantıklı bir sözün şiir kılığına sokulması demektir. Ne demektir “şiir kılığı”? Ölçülü uyaklı bir benzetmeler demeti. Bizde bunu açıkça yazan Tevfik Fikret'tir… O giderek düzyazının şiirden daha güç olduğunu söyler, çünkü “süs”, tümcenin düşün eksikliklerini örtermiş. Bu durumda konu tam tersine döndürülmüş oluyor: Düzyazıda (biz ona “tümcede” diyelim), gerekli olan “düşün” kolay bulunur türden bir şey değildir, eğer biz onu benzetmelerle, söz ve ses oyunları ile sarıp sarmalarsak, okura korkmadan sunabiliriz, hoşa gider. Bunu söyler Fikret. Böylece şiir, anlamı varmış gibi gösterilen boyalı bir tümce olur çıkar.
Demek anlam konusu, bir bakıma, bir “tümce” konusu sayılabilir.
Gerçekte de tümcenin tanımında “anlam” baş ögedir, anlamı tümlenmiş bir sözcükler demetidir tümce; tümlenmiş olma özelliği mantığın kurallarına göre gerçekleşir. İmdi, eski şiirle modern şiir arasındaki ayrımı, bu tümce yapısı açısından araştırmakta yarar vardır diye düşünüyorum. Eski şiir bize anlamı tam bir tümce sunar, modern dediğimiz şiirde ise bunun her zaman uygulanmadığını görüyoruz. Dahasını söyleyeyim, biz eski bir şiiri, modern beğenimizle değerlendirmeye kalktığımızda, onun bu “ tam bir tümce” olma özelliğini bozarak işe başlarız.
Divan şiirinin, Yahya Kemal'den sonra, modern bir yoruma uğratılışında çoğun bu yöntem işlemiştir. Bir örnek üzerinde durayım. Bakî'nin:
Her yâneden ayâğına altın akıp gelir
Eşcâr-ı bağ himmet umar cûy-bârdan
beyiti, bir ara, şiire düşkün arkadaşlar arasında dilden düşmez olmuştu, ama yanlış söyledim, dilden düşmeyen bu beyitin sadece birinci dizesiydi,tümü değil. Çünkü iki dize birden okunup anlamlandırılınca ortaya tam, eksiksiz bir tümce çıkıyor ve bu tümce ilk dizenin tadını kaçırıyordu.
Beyitin anlamı şöyle: “Ağaçlar akarsudan yardım dileyince, akarsu da onların ayağına altın akıttı, böylece onlara yardım etti. “Oysa ilk dizenin tek başına okunuşunda, güz mevsiminin rengini veren olağanüstü bir görünü çıkıyor ortaya, altın rengindeki yaprakların akıp gelişi. Ama bu akıp geliş,” Ağacın yardım dilemesi üzerine akarsuyun yardıma koşması” biçimine sokulunca, işin tadı kaçıyordu. Eski şiirlere anlam verilirken, çoğun böyle bir modern yorumlama katılır araya habersizce. Yunus Emre'nin başına da geldi.
Divan ozanı tümceyi tamamlamak zorundaydı. Bakî, çok severek yazdığı anlaşılan (kim bilir, doğru mu?) ilk dizeyi orada bırakamazdı.
Sözgelişi, Ahmet Haşim ise,
Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak
dizelerini yazdıktan sonra, ne “merdiven”i, ne “yaprak”ı, ne de “ağlama”nın nedenini açıklamak zorunluluğunu duyacaktır, başka bir deyişle tümceyi tamamlamayacak, mantığın buyruğuna boş verecektir şiirde. Ama gene de bu “merdiven”in ne olduğunu soranlar vardır. Onlara “hayattır” diye karşılık verilir. Böylece güçlük ortadan kalkar.
Bu yazıda ortaya koymaya çalıştığım ölçütü, bir değer yargısı ölçütü olarak değil, iki türlü şiirin bir açılımı olarak değerlendirmeye çalıştım.
20 Nisan 2010 Salı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder