Milliyet Sanat / Sayı 79
Konuşmacılarla, diyelim bir dergi için yaptığımız konuşmalarda en sık karşılaştığın soru, “Biçim ve öz sorunu üstüne ne düşünüyorsunuz?” sorusu oluyor. Şiir antologyası derlemek isteyenlerden aldığım mektuplarda da hep bu sorunun bulunduğunu görüyorum. Demek bizim yazın çevremizi en çok ilgilendiren konuların başında bu gelmektedir. Yıllardan beri sorarlar, yanıtlanır, gene sorarlar, gene yanıtlanır. Bir çözüme bağlanamaz bir türlü demek istemiyorum, yazın sorunlarının hiç biri için kesin bir çözüm beklememelidir, elbette bunlar her dönemde, her çağda yeni baştan ele alınacak, yeni yorumlara yol açacaklardır. Ancak, özellikle yukarda sözünü ettiğim soru bakımından garip bir kuşku içinde bulmuşumdur kendimi; bu soruyu soranlar, bu sorunla bıkıp usanmadan ilgilenenler, gerçekten öz ve biçim ilişkisini bunca merak ediyorlar mı diye sorar dururum kendime. Bu kuşkumun nedenlerini bir ucundan açmak istiyorum.
Önce şunu söyleyelim; konuşmacıların çoğunun, bu soruyu sorduktan sonra aldıkları yanıtlara hiç önem vermediklerini görmüşümdür. Ne deneceğini, ne denebileceğini bildikleri için midir, yoksa hiç bir şey denemeyeceğini, sorunun ancak bir lâf kalabalığına yol açacağı kestirdiklerinden mi, dinlemezler bile pek.
Hakları da yok değil, çünkü bizim yazın çevremizde bu sorunun karşılığı bellidir: “Biçimi belirleyen özdür” diyeceksiniz. Yüzde yüz böyle diyeceğinizi bildikten sonra adam neden ilgilensin? Bana bir gün bir sorucu, “Oyunlarınızı kimin için yazıyorsunuz?” diye sormuştu da, daha ben ağzımı açmadan, “Halk için elbet, değil mi?” diye eklemişti. Demek benim ille o yanıtı vermemi istiyordu. Biliyorsa, istediği buysa ne diye soruyor? İşte “öz-biçim” sorunu üstüne açılan konuşmalardaki hava da hep budur ve bu yüzden de öylesi bir konuşmaya, konuşma demek hiç de doğru olmaz. Beni bulmadan, görmeden de böyle bir konuşmayı rahatlıkla düzenleyebilir herhangi bir konuşmacı.
Ama bunun yararı nedir? Alışılmış herkesin onayladığı, kimseyi sarsmayan, konuyu baştan ele almak hevesini uyandırmayan düşünlerden ne beklenir ki? Böyle diyorum ya, ben de o gibi sorularla karşılaştığımda, beklenen, 'istedikleri yanıtları veriyorum çoğun, böylece de o sıkıntılı durumdan bir an önce kurtulmaya bakıyorum. Gerçekten ne düşündüğümü merak ettiklerini bilsem sözgelişi diyeceğim ki, “Özün biçimi belirlediğini hiç sanmıyorum, çünkü “öz” sözcüğüne hangi anlamın verildiğini açık seçik olarak bilmiyorum, önce siz bana bunu anlatın.”
Pek sanmam anlatabileceklerini, çünkü “öz” sözcüğünün geçtiği tümceleri her okuyuşumda, ona çeşitli anlamlar yüklendiğini görüyorum; kimi onu “konu” anlamında, kimi “toplumsal, siyasal tutum” anlamında, kimi de bir sanat görüşü” anlamında kullanıyor. Söz gelişi, bir ozan aşk üstüne şiir yazıyorsa, onun özünü “bireyci” olarak nitelendiriyorlar, bir romancı işçiden, köylüden söz ediyorsa “ilerici, toplumcu”, bir ressam rengi öne almışsa “soyut” sayılıyor. Oysa bunlar tümden, ya da teker teker, bir sanat yapıtının ne özünü, ne de biçimini belirleyen ögelerdir.
Dahası, “öz”ün bunca değerli, bunca el üstünde tutulur olduğunu gören genç yazarlar, çağın en ileri düşünceleri hangileri ise onları benimsediklerini, sanatları dışında doyurup, sanat yapıtını yaratmaya sıra gelince de, yapabildiklerini ortaya koyuyorlar. Diyelim, şiirlerinde “kavga” temasını işliyor, romanda köyü anlatıyor, resimde halktan kişilerin görüntülerine heves ediyorlar. Öylesi şiir, roman, resim olur elbet, ama böyle olduğu için “öz”ün, “biçim”i belirlediği tanıtlanabilir mi?
Şu soru sorulmasın mı? Peki, belli bir özden niçin çeşitli biçimler çıkıyor?
Ben sanıyorum ki, bir sanatçıyı en başta ilgilendiren sorun, sanatının incelikleri, tekniği, anlatım gücü, o türdeki en ileri çizgi, varsa geleneğin aldığı yeni nitelik gibi şeylerdir, eğer bunlar tümden “biçim” diye adlandırılıyorsa! "biçim”dir. Bir sanatçının ne yapmak istediğini ancak bunlara bakarak değerlendirebiliriz diye düşünüyorum. Yoksa, “Ben önce özümü seçeyim, ondan sonrası kolaydır” düşüncesinin, “Ben biçimi bulursam, elbet bir öz gelip onun içine girer” düşüncesinden bir ayrımı kalmaz.
Böyle düşündüğüm için ben, “öz-biçim” konusunda bir “biçimci” diye mi adlandırılacağım şimdi? Doğrusu, ona da inanamıyorum. Neden derseniz, “öz”den, ya da “biçim” den birini yeğlemek durumunda bulmamışımdır hiç kendimi. Daha açığı, bir sanatçı için, böyle bir sınırlama ile ele alınan bir sorun olmadığı kanısındayım. Gelmiş geçmiş büyük sanatçıları bu açıdan inceleyince, onlarda “biçim”mi, yoksa “öz”mü öndedir, anlayamıyorum. Elbette bütün sanatçıların, sanatla uğraşmayanlara, ister seçkinler olsun, ister halk olsun, kimi duygular, kimi düşünler verdiğini biliyorum; ama bu sonucu elde etmek için onların, kendi sanatları ile, sanatlarının başkalarınca bilinmeyen, bilinmesine pek de gerek olmayan girdisi çıktısı ile didişmiş olduklarını görüyorum.
Bir sanatçının ilgi alanında o kadar çok olay, düşün, düş ve tasarı vardır ki, bunlardan hangisinin öze, hangisinin biçime gireceğini kestirmek olanaksızdır. Bizim “biçim” diye adlandırmak istediğimiz şey, bakarsınız ki, sanatçı için “öz”dür, ya da tersi. Sanatçıların, içinde yaşadıkları çağın düşüncelerini, inanışlarını, bizim “biçim” dediğimiz şeylerle değiştirdiklerini de gözden uzak tutamayız.
Tragedya bir biçim miydi, yoksa öz mü? Rönesans mimarlığında Gotik’in yüksek kulelerinden, düz ve yaygın yapıta geçiş, bir biçim değişikliği miydi sadece, yoksa öz değişikliği mi ? Minyatürden, boyalı ve derinliği olan resme geçiş, bir biçim evrimi miydi, yoksa öz evrimi mi ?
Soruları sudan soruyoruz. Bildiğimce, başka ülkelerde sanatçıların böyle bir sorunla uğraştıklarını sanmıyorum.
20 Nisan 2010 Salı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder