İNGİLİZ EDEBİYATI TARİHİ/ Mina URGAN
Cilt:5 / Onbirinci Bölüm
«The Fisherman and His Soul» (Balıkçı ve Ruhu) yoğun bir şiirsellikle başlar. Ama ne yazık ki, Wilde bu şiir havasını sonuna dek sürdüremez. Keats'in «La Belle Dame Sans Merci»si (Merhametsiz Güzel Kadın) ve Matthew Arnold'un «The Forsaken Merman»inde (Terkedilen Denizerkeği) olduğu gibi, doğaüstü bir yaratıkla ölümlü bir insanın aşkı anlatılır burada: Günün birinde genç bir Balıkçı, derin bir uykuya dalmış küçük bir denizkızı bulur ağlarında. Bu dünyalar güzeli yaratığa sevdalanan Balıkçı, onu çağırdığı zaman sahile yaklaşıp şarkılar söylemesi şartıyla, denizkızını özgür bırakır. Denizkızı verdiği sözü tutar. Ama Balıkçı, bu kadarıyla yetinemez. Denizkızına dokunabilmek, onun tarafından sevilmek ister. Denizkızı ise, ancak ruhundan kurtulursa, onu sevebileceğini söyler. Delikanlı, bir büyücünün yardımıyla ruhundan ayrılır; denize dalar, sevgilisine kavuşur. Ruhu, her yıl bir kez, kıyıya gelip ona seslenir; başından geçen serüvenleri anlatır. Ama bu serüvenler, balıkçının ilgisini çekmez. Denizlerin dibinde yaşadığı aşkın her şeyden daha güzel olduğunu söyler. Ne var ki, ruh, üçüncü kez gelişinde, çıplak ayakları iki küçük beyaz güvercine benzeyen bir dansçı kızdan söz eder. O zaman sevdiği Denizkızının ayakları olmadığını düşünen Balıkçı, denizden çıkar, ruhuyla birlikte, beyaz güvercin ayaklı kızın peşine düşer. Ama onu bir türlü bulamaz. Üstelik, ruhunun bedeninden ayrılınca kötü bir ruha dönüştüğünü, ona hep günah işletmek istediğini anlar. Gene sahile dönüp, Denizkızını bekler. Bir yıl bekledikten sonra, Denizkızının ölüsü sahile vurur. Terkettiği sevgilisine sarılan Balıkçı da o sırada çıkan fırtınada ölür.
«The Young King»de (Genç Kral) tıpkı «The Happy Prince»de olduğu gibi, yoksullara merhamet konusu işlenir: Genç Kral, ertesi sabah yapılacak görkemli bir törenle taç giyecektir. O gece düşünde, pis bir tavanarasında, yoksul ve aç dokumacılar görür. Bu zavallıların kendi taç giyme giysisini dokuduklarının farkına varınca, büyük bir tedirginlik içinde uyanır. Yeniden uykuya dalınca, ikinci bir düş görür: Birbirlerine zincirlenmiş kölelerin kürek çektikleri bir kalyondadır. Bu kölelerin en genci sürekli denize dalmaya zorlanır. Suyun yüzüne her çıkışında inciler vardır elinde. İncilerin en büyüğünü, en derin sulardan çıkardıktan sonra, ağzından burnundan kanlar gelerek ölür. Ölüsü denize atılır. Genç Kral, o güzel incinin âsâsını süsleyeceğini anlayınca, çığlıklar atarak uyanır. Üçüncü düşünde, hasta ve aç insanlar, toprağı kazarak yakut aramaktadırlar. Bu yakutların tacı için arandığını öğrenen genç kral, gene acılar içinde uyanır.
Ertesi sabah, taç giyme töreni büyük katedralde başlamak üzereyken Genç Kral, o giysiyi de, o asayı da, o tacı da istemez. Çünkü giysi kederin tezgâhında dokunmuştur, yakutlar kana bulanmıştır, inci bir ölüm pahasına elde edilmiştir. Genç Kral, eski bir çoban giysisi giyer, eline bir değnek alır, başına yapraktan bir taç yapar. Ama piskopos da, soylular da, onun bu dilenci kılığıyla taç giymeye hakkı olmadığını söylerler. Genç Kral, mihraba gider, Hazreti İsa'nın haçı önünde diz çöker. O zaman, renkli camlardan sızan ışık, istemediği o giysiden bile daha güzel bir giysi gibi sarar bedenini; elindeki kuru değnek, o inciden bile daha ak zambaklar açar; başındaki yapraklar kızarır, yakutlardan daha çok ışıldar. Bir tansığı andıran bu gizemli görüntü karşısında, piskopos kendisinden daha yüce bir varlığın ona taç giydirdiğini söyler ve bütün soylular saygıyla eğilirler Genç Kralın önünde.
«The Young King» kadar güzel olmayan «The Star-Child»da (Yıldız Çocuk) gene ahlâksal bir amaç güdülür; kendini beğenmişliğin ve katı yürekliliğin nasıl cezalandırıldığı anlatılır: Köylüler, kimliğini ancak masalın sonunda anlayacağımız Yıldız-Çocuğu, geceleyin bir yıldızın düştüğü ormanda bulurlar. Yoksulluklarına karşın ona büyük bir sevgiyle bakarlar. Yıldız-Çocuk büyüyünce, çok güzel, ama bencil, kibirli, acımasız bir genç olur. Günün birinde, bir dilenci kadın çıkagelir, onun annesi olduğunu söyler. Ama bir yıldızdan doğduğunu böbürlene böbürlene anlatan Yıldız-Çocuk, kadıncağızı taşlayarak yanından kovar. Biraz sonra, güzelliğini seyretmek için bir derenin sularına eğilince, bir kurbağa yavrusu kadar çirkin olduğunu görür. Annesine sırt çevirdiği için bu hale geldiğini anlar. Üç yıl boyunca o dilenci kadını arar. Acı çeke çeke, bencilliğinden arınır zamanla. İyi bir insan olunca da eski güzelliğine kavuşur. Sonunda annesi dilenci kadının bir kraliçe olduğu anlaşılır.
Babasından satın alınıp, Küçük Prensesin doğumgününde çocukları eğlendirmek için saraya getirilen genç cücenin öyküsünü anlatan «The Birthday of the Infanta»da (İspanyol Prensesinin Doğumgünü) yoğun bir hüzün vardır. Küçük cüce öyle çirkin ve komiktir ki, onu gören çocuklar katıla katıla gülerler. Ayna bulunmayan bir köyevinden geldiği için, kendi halini bilmeyen cüce de onlarla birlikte güler. Küçük Prenses, saçından çıkardığı beyaz gülü ona atınca, cüce sevinçten deli olur. Ama sonra kendini sarayın aynalarında görür. İlkin anlayamaz bu iğrenç küçük canavarın kim olduğunu; anlayınca da kederinden ölür.
Oscar Wilde, bu masallar dışında, «Lord Arthur Saville's Crime» (Lord Arthur Saville'in Cinayeti), «The Canterville Ghost» (Canterville Hortlağı), «The Sphinx Without a Secret» (Gizi Olmayan Sfenks) ve «The Model Millionaire» (Örnek Milyoner) adlı dört öykü yazdı.
Bunların son ikisi, ilk ikisinden çok daha kısadır. «The Sphinx Without a Scret»de, yaşamında büyük bir giz varmış gibi davranan; Da Vinci'nin ünlü Gioconda portresindeki kadına öykünerek, gizemli gizemli gülümseyen, her zaman esrârengiz haller takınan, sözde hiç kimsenin görmemesi gereken mektuplar alan; hatta birisiyle gizlice buluşuyormuş gibi, evinin dışında bir oda kiralayan; ama aslında gizleyecek hiçbir yanı olmayan bir kadın anlatılır.
«The Model Millionaire» çağdaş bir peri masalı sayılabilir ve Wilde'ın çoğu masalları gibi bir ahlâk dersi vererek; eliaçık bir delikanlının nasıl ödüllendirildiğini anlatır: Bughie, meteliksiz olduğundan, sevdiği kızla evlenebilecek durumda değildir. Günün birinde, bir arkadaşının atölyesinde, ressama poz veren, paçavralar içinde yaşlı bir dilenci görür. Bu yoksul ihtiyara acır. Cebindeki tek altını ona verir. Ama o dilenci bir milyonermiş meğer; bu kılıkta poz vermesi de bir kaprisiymiş onun. Örnek milyoner, bir tek altına karşılık on bin altın gönderir yufka yürekli delikanlıya. O da sevdiği kızla evlenebilir bu sayede. Bu öykü gerçek bir olaydan kaynaklanmıştır belki de. Çünkü yaşam öyküsünde anlatıldığına göre, Baron Mayer de Rothschild, ünlü Fransız ressamı Delacroix'ya dilenci kılığında poz vermiş. O sırada atölyeye gelen bir delikanlı da bir frank sıkıştırmış sahte dilencinin eline. Ertesi gün Rothschild, on bin franklık bir çeki armağan olarak göndermiş o delikanlıya…
«Lord Arthur Saville's Crime» buruk bir alaycılıkla kaleme alınmış bir kara gülmece örneğidir: Her şeyi önceden bildiği söylenen bir erkek falcı, bir toplantıda, genç Lord Arthur Saville'in el falına bakar.
Heyecandan renkten renge girerek, Lord Arthur'ün günün birinde bir cinayet işleyeceğini söyler. Delikanlı ise evlenmek üzeredir. Sevdiği kızın yaşamını mahvetmemek için, bu cinayeti evlenmeden önce işlemeye karar verir. Yazarın, acımasız bir ironiyle belirttiğine göre, bu kararın tek nedeni, çok aklı başında bir genç olarak nitelediği Lord Arthur Saville'in sorumluluk duygusudur. Bu sözümona sağduyulu ve özverili genç, doğru çıkıp çıkmayacağını bile bilmediği bir falı gerçekleştirip, suçsuz bir insanı hemen öldürerek, sevdiği kadının ileride mutsuz olmasını önlemek ister. Şeker biçiminde zehirli kapsüller hazırlayarak, bunları yaşlı bir kadın akrabasına gönderir. Ama bu sevimli ihtiyar, şekerlere el sürmeden, kendiliğinden ölür. Üstelik, evini çok sevdiği Lord Arthur'e bıraktığı anlaşılır vasiyetnamesinden. Düğününü erteleyen Lord Arthur, bu kez bir din adamı olan bir erkek akrabasını, içinde bomba bulunan bir duvar saatiyle havaya uçurmaya kalkar. Çok bilgili bir teroriste yaptırdığı bombalı saat, ancak biraz duman çıkarmakla kalır.
Lord Arthur, bir gece geç vakit, şimdi kimi öldüreceğini düşünerek, Thames kıyılarında gezerken, el falına bakan adamı bir köprüde suya bakarken görür. Hemen arkasından gelip, onu suya atar ve öldürür. Böylece, falcının kendi falına kurban gitmesiyle bu öyküdeki ironi doruğa varır. Üstelik Lord Arthur cinayet işlediği için hiç acı çekmez; evlenip çoluğu çocuğuyla mutlu bir yaşam sürer.
"Lord Arthur Saville's Crime» ın buruk alaycılığından tümüyle yoksun «The Canterville Ghost», gülmece türünün küçük bir başyapıtıdır.
Hortlak hikayelerinin nefis bir parodisi de sayabileceğimiz bu öyküde, Amerikalı bir din adamı, Hiram B. Otis, Canterville'lerin malikanesini satın alır. Lord Canterville, bu eve üç yüz yıldır musallat olan bir hortlağın, ev halkına büyük korkular verdiğini bildirir. 1584 yılında, eşini öldüren ve o günden beri ailenin başına belâ olan Sir Simon Canterville'in hortlağıdır bu. Ne var ki, Amerikalı din adamı, yeryüzünde hortlak diye bir şeyin olacağına hiç inanamaz; eğer olsaydı, Amerikalıların onu hemen satın alıp bir müzeye koyacaklarını söyler. Bu hortlak öyküsünü, İngiliz aristokrasisinin mantıkdışı bir fantezisi sayar. Gelgelelim, Bay Otis, eşi ve dört çocuğu yeni şatolarına yerleştikleri gece, Hortlak bütün marifetlerini gösterir. İnsanın kanını donduracak korkunç iniltiler çıkararak, uğursuz yeşil ışıklar saçarak, zincirlerini şakırdatarak, olanca dehşetiyle görünür aileye. Üstelik, büyük bir fırtına da çıkmıştır o sırada.
«The Canterville Ghost» un asıl güldürücü yanı, Amerikalıların (belki de korku duymak için gereken düşgücünden yoksun olduklarından) bu tüyler ürpertici hortlaktan hiç mi hiç korkmamalarıdır: Hortlak ne yaparsa yapsın, ne denli ürkütücü sesler çıkarırsa çıkarsın, hangi kılığa girerse girsin, Otis ailesinin kılını kıpırdatamaz. Pratik Amerikalılar, Hortlağın salonun halısının üstünde her gece yenilediği kan lekesini en son moda deterjanlarla silerler; bedenini zincirler incitmesin diye ona kremler armağan ederler. Hatta Otis'lerin yaramaz iki oğlu Hortlaktan korkmak şöyle dursun, ona çeşitli oyunlar oynarlar, Hortlağın ödünü koparmanın yolunu bulurlar. Aşağılık kompleksine kapılan Hortlak, bir alay konusu olmaya dayanamaz, derin bir bunalıma kapılır sonunda.
Erkek kardeşlerinden farklı olarak, bu zavallı Hortlağa hiç eziyet etmeyen on beş yaşındaki Virginia, bir gün Hortlağı, bir koltuğa çökmüş, hazin hazin düşünürken görür. Hortlak, melek huylu Virginia'ya içini döker: Üç yüz yıldır, mezarında rahat uyumak istiyordu; ama bu özleminin gerçekleşmesi için, Virginia gibi erdemli bir insanın, Sir Simon'un günahlarının bağışlanması için ağlaması, ruhunun selâmeti için dua etmesi gerekmektedir. Genç kız, Hortlağa öyle acır ki, istediğini yapar.
Gerçekten ölmeden önce Hortlak, bir minnet armağanı olarak Virginia'ya bir kutu dolusu mücevher verir. Amerikalı din adamı bu kutuyu, atasının görkemli cenaze törenine gelen Lord Canterville'e teslim etmek ister. Ama Lord Hazretleri, Sir Simon'un öfkelenip yeniden hortlayacağı korkusuyla, mücevherlerin Virginia'nın çeyizi olarak Otis'lerde kalması için direnir.
3 Nisan 2010 Cumartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder