RSS

2 Nisan 2010 Cuma

OSCAR WILDE / ESTETİK AKIM VE OSCAR WİLDE - 6


İNGİLİZ EDEBİYATI TARİHİ/ Mina URGAN
Cilt:5 / Onbirinci Bölüm


Oscar Wilde'ın şakalarından biri, Shakespeare üzerine bir inceleme yazacağını, Hamlet'in kişiliğini yorumlayan eleştirmenlerin gerçekten deli mi olduklarını, yoksa Hamlet'in kendisi gibi sadece deli rolü mü oynadıklarını tartışacağını söylemekti.

Böyle bir inceleme yazmadı; ama Shakespeare ile ilgili en çetin bilmecelerden biri olan «Bay W.H.» sorununu ele aldı. «The Portrait of Mr. W.H.» Wilde'ın denemeleri arasında yer alır genellikle. Oysa bu metnin bir öykü sayılması daha yerindedir bize kalırsa.

Shakespeare, sonelerini, Bay W.H. dediği birine adamıştı. Shakespeare ve Hamlet adlı kitabımızda yazdığımız gibi, «Bay W.H.'in kimliği sorunu, bir mürekkep selinin binlerce sayfa üstüne akmasına ve bazıları son derece saçma ve mantıksız varsayımların ortaya atılmasına neden olmuştur. »(1)


Oscar Wilde, Bay W.H.'in kadın rollerine çıkan genç bir oyuncu olduğu tezini savunur. Bu tez özgün değildir. Ta XVIII. yüzyılda, aynı görüşü ileri sürenler vardır. Ama Oscar Wilde'ın anlattığı öykü çok ilginçtir: Cyril Graham, eski okul arkadaşı Erskine'e XVI. yüzyılın ikinci yarısında yapıldığını söylediği bir portre gösterir... On altı ya da on yedi yaşlarında, elini Shakespeare'in soneler kitabı üstüne koymuş, son derece güzel, ama kadınımsı bir delikanlının resmidir bu. Cyril'e göre, Shakespeare'in sevdiği, uğruna o ölümsüz soneleri yazdığı, Bay W.H. yani Willie Hughes'dur bu genç. Ama Cyril, yalan söylemiştir. Bu sözüm ona eski portreyi bir sandıkta bulmamış, usta bir ressama yaptırmıştır. Bir rastlantı sonucu bunu öğrenen Erskine, arkadaşının sahtekârlığını yüzüne vurunca, Cyril kendini öldürür. Onun öyküsünü Erskine'den duyan anlatıcı, Cyril'in intiharına neden olan varsayımı ilkin kesinlikle reddetmişken, zamanla bunun doğruluğuna inanmaya başlar. Shakespeare'in sonelerini yeniden okuyunca, bu inancı büsbütün güçlenir. Haftalarca kitap karıştırıp, düşünüp taşındıktan sonra, Cyril'in tezini savunan uzun bir mektup yazar Erskine'e. Ne var ki, bu mektubu yazar yazmaz, üstüne bir bezginlik gelir; doğruluğunu kanıtlamak için bunca emek harcadığı teze kendi inanmaz olur. Öykünün en ilginç yanı, Bay W.H.'in kimliği konusunda intihar eden arkadaşının görüşlerini hiç paylaşmayan Erskine'in, bu tezin savunucusu haline gelmesi, yaşamını bunun doğruluğunu kanıtlamaya adamasıdır.


«The Critic as Artist» (Sanatçı Olarak Eleştirmen) Oscar Wilde'ın lntentions adlı kitabında topladığı denemelerden biridir ve eleştirmenin sanatçı kadar yaratıcı, hatta sanatçıdan daha yaratıcı sayılması gerektiği paradoksu üstüne kurulmuştur.

Wilde iki bölümden oluşan ve küçük bir kitap kadar uzun olan bu denemeyi, daha canlı yapabilmek için, bir diyalog biçiminde verir okuyuculara. Gilbert ile Ernest adlı iki genç, Wilde'ın oyunlarını çağrıştıran bir hava içinde, bir evin kitaplığında sohbet etmektedirler. Bu sohbete, Wilde'a özgü özdeyişler ve nükteler de bol bol serpiştirilmiştir. Ernest, herkesçe benimsenen görüşleri savunur; Gilbert ise, Wilde'ın sözcüsü durumundadır. Ernest, eleştirinin hiçbir işe yaramadığını; kendileri yaratma gücünden yoksun kişilerin bir sanat yapıtını yargılamaya hakları olmadığını söyleyince, Gilbert, bu görüşe karşı çıkar: İyi bir eleştirmen, yaratıcı bir sanatçıdan çok daha değerlidir. Bir kitabı sonuna kadar okumak zorunda da değildir. Birkaç sayfa okusa, hemen anlar o kitabı. Tıpkı şaraptan anlayan birinin birkaç damlayla yetinip bütün fıçıyı içmeden o şarabın iyi olup olmadığını anladığı gibi. Eleştirmen, nesnel olmak zorunda da değildir. Tam tersine, öznel olmak, kendi kişisel izlenimlerini aktarmaktır onun asıl görevi.

Matthew Arnold, eleştirmenin amacının «to see the object as in itself it really is» (nesneyi gerçekte olduğu gibi görmek olduğunu) söylemişti. Oscar Wilde ise, bunun tam karşıtını savunarak, eleştirmenin amacının «to see the object as in itself it really is not» (nesneyi olmadığı gibi görmek) olduğunu söyler. Yetenekli bir eleştirmen, en sıradan bir sanat ya da edebiyat ürününü ele alırken bile bir başyapıt yaratabilir.

Ernest ile Gilbert, bir ara konuşmalarını keserler; şampanyalı güzel bir yemek yedikten sonra, Gilbert, Wilde'ın ilginç bir görüşünü dile getirir.

Sanat yapıtının, gerçek yaşamdan kat kat daha güzel olduğu görüşüdür bu: Edebiyatın yarattığı tragedyalardan ve komedyalardan farklı olarak, gerçek yaşamın tragedyalarıyla komedyalarının kurgusu biçimsizdir, zamanlamaları bozuktur; bu yüzden de sanat yapıtları kadar güzel değildirler. (Wilde, bundan sonraki denemesinde, bu düşünceye daha da paradoksal bir nitelik verip, sanatın yaşama değil, yaşamın sanata öykündüğü görüşünü geliştirecektir.) «The Critic as Artist» in sonunda, şafak sökerken, Gilbert, Oscar Wilde'a tam uygun bir tavır takınarak, düşünceden bıktığını, Covent Garden'deki pazara gidip, oraya yeni getirilen gülleri görmek istediğini söyler.



«The Decay of Lying» (Yalan Söylemenin İşlerliğini Yitirmesi) gene bir diyalog biçimindedir ve gene yazarın komedyalarını anımsatan bir hava içinde geçer.

Wilde, bir evin kitaplığında konuşan iki gence, kendi küçük oğulları Cyril ile Vivian adlarını verir. Vivian, babasının bir sözcüsü durumundadır. Cyril ise, geleneksel görüşleri dile getirir. «The Critic as Artist»gibi, bu deneme de bir paradoks üzerine kuruludur: Edebiyatın temelini oluşturan öge, gerçeklere bağlılık değil, ne yazık ki, artık unutulan yalan uydurma sanatıdır. Wilde bu denemesinde, edebiyatta nerdeyse iki yüzyıldır egemen olan gerçekçilik akımına karşı şiddetli bir protestoda bulunur. Zaten Vivian'nın yazıp Cyril'e okuduğu makalenin adı «The Decay of Lying: A Protest»dir. Vivian'a kalırsa, edebiyatın son zamanlarda yozlaşmasının başlıca nedeni, düşgücüyle özdeşleştirdiği yalan söyleme yeteneğinin ortadan kalkması, yazarların ille de gerçekleri dile getirmek illetine kapılmalarıdır.

Oysa sanatın asıl amacı, «doğru olmayan güzel şeyler söylemektir» «the telling of beautiful untrue things».


Düşgücünü henüz yitirmeyen çocuklarda, yalan söylemeye doğal bir eğilim vardır. Ama bunun yerine doğruyu söylemek gibi «marazi ve sağlıksız bir alışkanlık» «a morbid and unhealthy habit of truth-telling» zorla aşılanır onlara. Vivian, özellikle roman türü üzerinde durarak, görüşlerini destekleyecek örnekler verir.

Zola'yı hiç tutmazken, Balzac'ı çok beğenir. Çünkü çağının çoğu romancılarında «unimaginative realism» yani düşgücünden yoksun bir gerçekçilik varken, Balzac'da «imaginative reality» yani düşgücünden kaynaklanan bir gerçeklik vardır. Balzac, yaşamı kopya etmez, yeniden yaratır «he created life, he did not copy it,» Vivian daha da ileri giderek, sanatını doğaya değil, doğanın sanata öykündüğünü söyler. Örneğin, Fransız Empresyonist ressamların tablolarını gördükten sonra, doğaya başka gözlerle bakar, değişik bir görüntü görürüz. Bunun nedeni besbellidir:

«Things are because we see them and what we see and how we see it, depends on the arts that have influenced us. To look at a thing is very different from seeing a thing.»

(Biz onları gördüğümüz için nesneler varolur. Ne gördüğümüz ve nasıl gördüğümüz, bizi etkileyen sanatlara bağlıdır. Bir şeye bakmak, bir şeyi görmekten çok farklıdır.)

«The Truth of Masks, A Note On İllusion» (Maskelerin Doğruluğu, Yanılsama Üstüne Bir Not) biraz önce ele aldığımız deneme kadar ilginç değildir; hatta hiç ilginç değildir.

Wilde 1891'de yazdığı bir mektupta, bu denemesini artık hiç beğenmediğini, Fransızcaya çevrilmesini istemediğini söyledi.

Oscar Wilde, «Pen, Pencil and Poison»da (Kalem, Kağıt ve Zehir) 1794 ile 1850 yılları arasında gerçekten yaşayan, Charles Lamb' ın, William Hazlitt'in ve Thomas de Quincey'nin dostu olan Thomas Griffiths Wainewright'ı ele alır. Hem sanatçı, hem de katil olduğu için, Wilde'ın ilgisini çekecek renkli bir kişidir bu Wainewright. Wilde, denemesinde, çok ince ve keskin bir ironiyle, onun kısa bir yaşam öyküsünü yazar: Kültürlü bir ailede yetişen, Wordsworth'ün şiirlerini okurken fena halde duygulanıp şakır şakır ağlayan bu sanatçı ruhlu genç, büyür büyümez, bir yandan ilginç sanat eleştirisi yazıları yazıp resim yaparken, bir yandan da, onun güzel evine yerleşmek istediği için dayısını zehirler. Bu ilk cinayeti başkaları izler. De Quincey'ye kalırsa, bunların hepsi meydana çıkmamıştır. Kayınvaldesini, baldızını (bir söylentiye göre bu yirmi yaşındaki kızcağızın bilekleri fazla kalın olduğu için) zehirler. Paris'de de bir adamı zehirleyip öldürdüğü söylenir. Ama Wainewright, bu cinayetlerden ötürü değil, Paris'teyken kalpazanlık yaptığı, bankaları ve sigorta şirketlerini dolandırdığı için yakayı ele verip hapse düştü.

Wilde'ın bir deneme sayılamayacak bu yazısını okurken, biraz düşkırıklığına uğrarız. Çünkü yazının sonunda, Wilde'ın, paradokslarla dolu çok parlak bir sonuca varacağını; örneğin, sanatçı yeteneğiyle ahlâkın hiçbir ilişkisi bulunmadığını savunacağını sanırız. Oysa Wilde, bu beklentimizi karşılamaz, adamın kişiliğini anlatmakla yetinir.


1891'de yayınlanan «The Soul of Man Under Socialism» (Sosyalizmin Egemenliği Altında İnsan Ruhu) Wilde'ın denemelerinin en ilgincidir kuşkusuz.

Ne var ki, gerçek bir sosyalist olan George Bernard Shaw'nun bir konuşmasını dinledikten sonra yazdığı bu denemenin adı yanıltıcıdır. Çünkü Wilde burada, Sosyalizmi değil, bireyciliği savunur aslında.

Bu uzun deneme, gene bir paradoksla başlar: Bizleri «altruism»den, yani kendimizden çok başkalarını düşünmek illetinden kurtarmanın tek çaresi Sosyalizmdir. Çevremizde, bunca «iğrenç yoksulluk, iğrenç çirkinlik, iğrenç açlık» «hideous poverty, hideous ugliness, hideous starvation» varken, bir insanın huzur içinde yaşamasının yolu yoktur. Üstelik bu düzen, yalnız parasızları değil, paralıları da olumsuz etkilemektedir; çünkü güzel yaşamak yerine gittikçe daha çok para kazanmak hırsı verir varlıklılara. Böylesine bozuk bir düzeni, hayırseverlik ya da küçük reformlar düzeltemez. Özel mülkiyetin açtığı yaralar, gene özel mülkiyetin parasal yardımıyla iyileştirilemez. Ancak radikal bir çare, yani Sosyalizm, toplumsal adaletsizliğin üstesinden gelebilir.

Sosyalizm sayesinde adaletsizlikler ortadan kalkınca, ülkenin serveti bütün yurttaşlar arasında eşitçe bölüşülünce, insanlar iç huzuruna kavuşarak, kendi kişiliklerini özgürce geliştirebilirler. Sosyalizmin sonucu bireycilik olur böylece. Bugüne kadar ancak bazı varlıklılar birey olarak gelişebiliyor, kültürün ve sanatın nimetlerinden yararlanabiliyorlardı. Ama Sosyalizm egemen olunca, herkes yararlanabilecektir bunlardan. Ne var ki, bu sosyalist rejim, insanlara karşı asla otorite kullanmamalı. Eğer kullanırsa, durum şimdi olduğundan da beter olur; yalnız aşağı sınıflar değil, yüksek ve orta sınıflar da insanlığını yitirir.

Wilde, baskının, baskı yapanı da, baskıya boyun eğeni de küçük düşürdüğünü bilirdi. Başka bir yazısında:

«to make men Socialists is nothing, but to make Socialism human is a great thing»

(İnsanları sosyalist yapmak bir hiçtir; ama Sosyalizmi insanlaştırmak büyük bir şeydir)

demişti. Otoriter bir devletin sanatçıya karışması, sanatın ölümü demekti ona göre.


Oscar Wilde bu denemesinde, Sosyalizmin birçok yararlı yanına değinir. Örneğin, para çıkarlarını kollamak zorunluğundan kurtulan kadın-erkek ilişkileri, Sosyalizm sayesinde güzelleşecektir. Gelir dağılımında eşitsizlik olmadığına göre, çoğu salt yoksulluktan kaynaklanan suçlar ortadan kalkacaktır. Böyle adaletli bir düzende ancak ruh hastaları suç işleyebilecekleri için, başkalarına kötülük edenler hapishanelere atılmayacak, hastahanelere yatırılıp şefkatle tedavi edileceklerdir. Devletin esas görevi, insanları yönetmek değil, gerekli malların yapımını ve dağıtılmasını sağlamak olacaktır.

«The state is to make what is useful, the individual to make what is beautiful»

(Devlet yararlı olanı, birey güzel olanı üretecektir).


İnsanlar, kendilerini küçük düşüren, sevmedikleri işlerde değil, ancak hoşlandıkları işlerde seve seve çalışacaklardır. Tatsız, yorucu ya da pis işleri makinalar yapacaktır vb.

Wilde, böyle bir düzenin bir ütopya sayılıp kınanacağını bilir; ama ütopyalara inanmayanların uygarlığa da inanmadıklarını söyler; çünkü «progress is the realisation of Utopias» (ilerleme, ütopyaların gerçekleşmesidir).Wilde, Sosyalizmin yararlarına böylece değindikten sonra, asıl konusu olan bireyciliğe geçer.

Ne ilginçtir ki, Sosyalizm üzerine bu denemede «individualism» (bireycilik) sözcüğü aşağı yukarı elli kez geçer. Hatta Wilde, denemesinin bir yerinde kalemi sürçmüşçesine «Sosyalizmin egemenliği altında» diyeceğini, «under individualism» (bireyciliğin egemenliği altında) der. Bu da doğaldır; çünkü amacı sanatı yüceltmek, sanatın ancak bireycilikten kaynaklanabileceği tezini savunmaktır.


Hesketh Pearson, kendi sınıfının, yani yüksek sınıfın, bu denemeden hiç hoşlanmadığını; hatta Wilde /…/ mahkemeye verilince, Sosyalizmi övmüş olmasının da hesaba katıldığını söyler. Wilde’ın çevresine ters düşen bir iki başka davranışı da olmuştu. Örneğin, Chicago anarşistlerinin bağışlanması için imza veren ender İngiliz aydınlarından biriydi; Bernard Shaw bu yüzden ona ömrünün sonuna kadar saygı duyduğunu söyler. Wilde, Avam Kamarasında havaya birkaç el silah atan anarşist şair John Barlas’ı hapisten kurtarmak için kefillik de etmişti. Gelgelelim, varlıklıların telaşlanmaları için hiçbir neden yoktu aslında. Çünkü Wilde, herhangi bir rejim değişikliğinden yana değil, ancak kendi aşırı bireyciliğinden yanaydı her zaman.

Bu yüzden de «The Soul of Man Under Socialism» de, aklına esince, Sosyalizme de, demokrasiye de çok ters düşen espriler yapmaktan hiç çekinmez. Örneğin, Amerikalı Theodore Parker’in ünlü demokrasi tanımlanmasını «a government of all the people, by al the people, for all the people» (bütün halkın, bütün halk tarafından, bütün halk uğruna yönetilmesi) tersyüz ederek, yeni bir demokrasi tanımlanması yapmakta sakınca görmez:

«Democracy means simply the bludgeoııing of the peoplc, by the people, for the people.»

(Demokrasi, bütün halkın, halk tarafından, halk uğruna sopa yemesi demektir sadece.)


Oscar Wilde’ın «Sonnet to Liberty»sini (Özgürlüğe Sone) okuduğumuzda, siyasal kavramlar söz konusu olunca, kafasının ne denli karıştığını hemen anlarız. Bu on dört dizeye, özgürlük uğruna savaşanları sevmediğini söylemekle başlar:

«Not that I love thy children whose dull eyes
See nothing save their own unlovely woe,
Whose min ds know nothing, nothing care to know.»

(Senin çocuklarını sevdiğimden değil; onların donuk gözleri
Kendi sevimsiz kederlerinden başka hiçbir şey görmez;
Dimağları hiçbir şey bilmez, bilmek de istemez.)



Ne var ki, Wilde, özgürlük uğruna verilen savaşımın meydana getirdiği siyasal kargaşaları, kendi benliğindeki tutkuların kargaşasına benzettiğinden, bunlardan hoşlanır:

«the roar of thy democracies,
Thy reigns of terror, thy great anarchies
Mirror my wildest passions.»

(Senin demokrasilerinin gürleyişi,
Terör dönemlerin, büyük anarşilerin
Benim en azgın tutkularımı yansıtıyor.)


Sonenin sonunda ise, tam bir çelişkiye düşer; ilk iki dizede söylediğinin tam karşıtını söyler:

«And yet, and yet,
These Christs that die up on the barricades,
God knows that I am with them in some things.»

(Ama gene de, gene de,
Barikatlarda ölen o İsa’lar var ya,
Tanrı bilir ki, onlardan yanayım bazı şeylerde.)

Oscar Wilde’ın kafası, siyaset konusunda ne denli karışıksa, din konusunda da o denli karışıktı. İrlandalı olduğu halde, Katolik değil, Protestan bir ailedendi. Ama Oxford’ da okurken, Katolik Kilisesine girmeye niyetlendi bir ara. Kendi de açıkladığı gibi, bunun nedeni dinsel değil, estetikti; çünkü Katolik Kilisesinin ayinleri ona çok güzel görünüyordu. Ancak, bu hevesinden vazgeçti bir süre sonra. Tek romanının baş kişisi Dorian Gray için söyledikleri, onun için de geçerliydi:

«He never fell into the error of arresting his intellectual development by any formal acceptance of creed or system»

(Bir inancı ya da bir sistemi resmen benimseyerek, kafasının gelişmesini durdurmak yanılgısına asla düşmedi).

Dindar değildi zaten. Yaşamının en acılarla dolu döneminde yazılan De Profundis’de, «religion does not help me» (din bana yardımcı olmuyor) demişti.

/…/






(1) Shakespeare ve Hamlet, yazan Mina Urgan, Altın Kitaplar, Bilimsel Sorunlar Dizisi, 2. bölüm.

Hiç yorum yok: