Cilt:5 / Onbirinci Bölüm
Oscar Wilde, söyledikleri ve yaptıklarından çok, kılığı kıyafetinden ötürü bir alay konusuydu belki de. The Picture of Dorian Gray'de yazarın sözcüsü olan Lord Henry Wotton, XIX. yüzyılın erkek kostümlerinin, nefret edilecek kadar çirkin ve kasvetli olduğunu söyler. Wilde ise, güzel giyinmek isterdi. Ama acayip kılıklarda ortaya çıkmasının asıl nedeni, aşırı bireyciliğini gözler önüne sermek, herkese benzemediğini kanıtlamaktı. Örneğin, normal pantolon yerine, XVIII. yüzyılda olduğu gibi dize kadar gelen külotlar, ipek çoraplar giyer, çok enli rengarenk kravatlar takar, başına geniş kenarlı şapkalar geçirirdi. Yakasında her zaman, çok pahalı kocaman bir çiçek bulunurdu. Arkadan bakınca violonsel biçiminde görünen, kimi ışıkta bronz rengi, kimi ışıkta kırmızı bir ceketi vardı. Gülerek anlattığına göre, bu ceketi uyurken düşünde görmüş, uyanır uyanmaz hemen çizmiş, terzisine koşmuştu. Wilde, ancak doğumgünlerinde, herkesinki gibi geleneksel biçimde koyu bir kostüm giyerdi. Gençliğinden bir yıl daha yitirdiği için yas tuttuğunun bir belirtisiydi bu. Ne var ki, süsüne gülünç denecek kadar düşkün olan bu adamın, moda denen şey konusunda söylenebilecek sözlerin en doğrusunu söylediğini de unutmamalı:
«Fashion is a mode of ugliness so unbearable that we are compelled to alter it every six months.»
(Moda, öyle tahammül edilmez bir çirkinliktir ki, bu çirkinlik biçimini her altı ayda bir değiştirmek zorundayız.)
Oscar Wilde'ın kılık kıyafet açısından tam bir züppe olduğu hiç kuşku götürmez. Ama görünüşü açısından züppe olan bu adamın insan olarak bir snob olup olmadığı tartışma konusudur. Yeats, Wilde'ın aslında snob olmadığını, İngiliz soylularını incelemeyi ilginç bulduğu için onlarla düşüp kalktığını söyler. Üstelik unutmamalı ki, sınıf açısından değilse bile, yaradılış açısından, Wilde tam bir aristokrat olduğu için, güzel evlerden, güzel eşyalardan, güzel sofralardan hoşlanırdı. Orta ve aşağı sınıflarda genellikle göremediği davranış inceliklerini soylu sınıfta bulurdu. Bulamayınca da, ağzına geleni söylerdi. Örneğin, çok yüksek unvanlı bir kişi, onun gittikçe daha çok şişmanladığını bildirince, Wilde bu saygıdeğer adamın da gittikçe daha terbiyesiz olduğunu yüzüne karşı söylemişti. Gerçi Wilde'ın bütün komedyalarında ve tek romanında nerdeyse herkes lord ya da lady’ dir. Ama ileride göreceğimiz gibi, Wilde, bu lordlarla ladylerin ipini pazara çıkarmaktan hiç çekinmez.
İngiliz aristokrasisine karşı çelişkili tutumu, tek çelişkisi değildi Oscar Wilde'ın. Bir çelişkiler yumağıydı o.
George Woodcock, The Paradox of Oscar Wilde'da (Oscar Wilde Paradoksu) bu çelişkilerin üstünde durur. Norbert Kohl'un kitabı ise, A Confomist Rebel (Geleneklere Uyan Bir İsyankar) adını taşır. Gerçekten de, kişiliğini ve yapıtlarını inceledikçe anlayacağımız gibi, Oscar Wilde, hem toplumun benimsediği geleneklere uyar, hem de topluma başkaldırır; hem putlara tapanları, hem Hıristiyanları yüceltir; hem bireyciliği, hem de Sosyalizmi savunur; hem soytarılıklar yapan bir play-boy' dur, hem de yetenekli bir yazardır; /…/ hem de onu suçlayan Queensberry Markisine karşı hakaret davası açar.
Bir insan, ancak benliğindeki çelişkileri çözümleyip bunların arasında bir uyum sağlayınca olgunlaşır. Oysa Hesketh Pearson' a göre, Oscar Wilde çocuk kalmıştır. Daha doğrusu, kafası gelişmiş, hem de çok gelişmiş, ama ruhsal yapısı açısından on beş yaşlarında kalmıştır. Bu yüzden de, kılığı kıyafetiyle, söyledikleri sözlerle, hem yetişkinleri şaşırtmak, şoke etmek huyundan vazgeçemiyor; hem de yetişkinler tarafından sevilmek istiyordu. «I like to be liked» (benden hoşlanmalarından hoşlanırım) diyerek, bunu kendi de itiraf etmişti. Çocuk kalmanın olumlu yanları da vardı onda. Çocuklara özgü bir yaşam sevinci içindeydi ve bu sevincini en güç durumlarda olanlara bile aşılayabilirdi.
Bernard Shaw'un anlattığına göre, Wilde onu görmeye gelince, yavaş yavaş ölmekte olan William Morris, hemen canlanır, yaşamı toz pembe görmeye başlarmış. Wilde'ın iyi yürekliliğini, elinin açıklığını ise, onu tanıyanların hepsi anlata anlata bitiremezler. Hiç kimseye, ona kötülük yapanlara bile kin beslemez, herkesin yardımına koşarmış. Onu rezil eden bir gazeteci para sıkıntısına düşünce, hemen şahane bir çek göndermiş adama.
Paris'de tanıştıkları sırada «kılıksız» bulup pek yüz vermediği Paul Verlaine, Arthur Rimbaud'ya üç kez ateş edip, onu bileğinden hafif yaraladığı için mahkum olduktan sonra hapisten çıkınca, Wilde, Fransız şairini kalabalık bir toplantıya beraberinde götürmüş, Verlaine'nin bir şiir okuyup alkışlanmasını sağlamış.
Kendi hapisteyken bile, cömertçe davranışlarını sürdürür; iflas etmiş durumda olduğu halde, mahpus çocukların kefalet parasını öder, hapisten çıkmak. üzere olan yoksullara biraz para göndermenin yolunu bulurmuş. Oscar Wilde'ın o pırıl pırıl zekasına, konuşurken dinleyicileri büyüleme yeteneğine, bir de iyi yürekliliği ve açıkelliliği katıldığı için, kişiliğinin çekiciliğine karşı koymak gerçekten güçleşiyordu. Yalnız Londra yüksek sosyetesinde değil, çok daha sofistike olan Paris'in aydın çevrelerinde Wilde'ı beğenmeyen yoktu. Özellikle kadınlar ona bayılıyorlardı.
“No man has any success in this world, unless he has got women to back him” (onu destekleyen kadınlar olmazsa, hiçbir erkek bu dünyada başarı elde edemez) diyen Wilde da, aşk ilişkisine girmediği bu kadınların hayranlığından ayrıca keyif alıyordu.
O güne kadar ancak konuşarak ve kişiliği sayesinde ün kazanan Oscar Wilde, 1881'de, yani yirmi yedi yaşındayken Poems adıyla şiirlerini yayınladı. Hemen şunu söyleyelim ki, hapisten çıktıktan sonra yazdığı ve bu bölümün sonunda ele alacağımız son şiiri The Ballad of Reading Gaol (Reading Hapishanesinin Ballad'ı)bir yana, Oscar Wilde büyük bir şair sayılamaz.
Düzyazıyla kaleme aldığı masallar, bu şiirlerden kat kat daha şiirseldir. Gerçi arasıra güzel dizeleri vardır. Örneğin, Ellen Terry'yi Ophelia rolünde anlatan dizeler gibi:
«She stands with eyes marred by the mist of pain, .
Like some wan lily overdrenched with rain.»
(Gözleri acıların sisine bulanmış, duruyor orada,
Yağmurdan sırılsıklam bir zambak gibi.)
Gelgelelim, ne biçimleri, ne anlatımları ya da anlamları açısından, bu yetmiş küsur şiirin yeni sayılabilecek özgün bir yanı yoktur genellikle. Oscar Wilde, yaşadığı çağın ve geçmişin çeşitli şairlerine öykünerek, Victoria Çağında egemen olan geleneği, yani Romantizmi, içine büyük dozda Estetik Akımın ögelerini de katarak, sürdürmekle yetinir.
Swinburne'ün etkisi özellikle belirgin olduğundan, gülmece dergisi Punch, «Swinburne and water» yani «sulandırılmış Swinburne» diye tanımladı onun şiirlerini. «Wild» sözcüğünün «vahşi» anlamına gelmesinden de yararlanıp, «The poet is Wilde, but his poetry is tame» (şair vahşidir, ama şiiri evcildir) diye bir şaka da yaptı.
Ama Oscar Wilde'ın şiirlerine asıl büyük hakaret, bu gülmece dergisinden değil, kendi üniversitesine bağlı Oxford Union' dan geldi: Wilde kitabını bu kuruma gönderince, o dönemin ünlü edebiyat tarihçisi Oliver Elton, bu şairin, elli altmış kadar başka şairin şiirlerini kopye ettiğini; ellerinde bu şairlerin tam ve kusursuz baskıları nasıl olsa bulunduğuna göre, Oscar Wilde'ın armağan ettiği kitabı almaya gerek olmadığını söyledi. Elton'un önerisi oylamaya konup kabul edildi.
Ne var ki, Wilde kimi şiirlerinde çağdaşlarını şoke edecek konuları ele aldığı için, Oxford Union'un insafsızlığı, yazınsal bir yargılamadan çok, ahlaksal bir yargılamaydı belki de. /…/
Zaten Oscar Wilde, geleneksel anlamda hiç de Hıristiyan sayılmamakla birlikte, başı derde girince, De Profundis ve The Ballad of Reading Gaol'da da görüldüğü gibi, Hazreti İsa' dan söz ederdi.
«E Tenebris» (Karanlıktan) adlı sonesinde de bunu görürüz:
«Come down, O Christ, and help me reach thy hand,
For I am drowning in a stormier sea
Than Simon in the lake of Galilee.
The wine of life is spilt upon the sand,
My heart is as some famine-murdered land.»
(Aşağıya in, ey İsa, yardım et bana da eline ulaşayım,
Çünkü içinde boğulduğum deniz,
Simon'un Galile gölünden de daha fırtınalı.
Yaşamın şarabı kumlara döküldü;
Kuraklığın öldürdüğü bir ülke gibi yüreğim.)
Oscar Wilde'ın, bu ve buna benzer tek tük iyi şiiri vardır. Fransızca bir ad taşıyan «Helas» (Heyhat) sonesi güzeldir. Bu sonede, ruhunu, açık havada asılı, rüzgârların etkisiyle tınlayan telli bir müzik aletine benzetir. Tanrının kulaklarına varabilecek uyumlu bir ses çıkaramadan, yaşamın falsolu notaları arasında yitip gittiğine hayıflanır.
«Requiescat» (Huzur İçinde Yatsın) Matthew Arnold' un aynı adı taşıyan - etkisinde de kaldığı besbelli - ağıtı kadar güzel olmamakla birlikte, iyice bir şiirdir.
Ne var ki, «Requiescat» geleneksel şiir kalıplarına tümüyle uygundur. Bize kalırsa Wilde'ın en özgün sayılabilecek şiirleri, Fransız Empresyonist ressamların tablolarını anımsatan birkaç parçadır.
Wilde bunlara «Les Silhouettes» (Siluetler), «Fantaisies Decoratives» (Dekoratif Fanteziler), «Impressions du Matin» (Sabah İzlenimleri) gibi Fransızca adlar verir. Onun bu tür şiirleri, tablolara benzeyen betimlemelerdir.
Örneğin, «Les Silhouettes» in ilk dört dizesi:
«The sea is flecked with bars of gray,
The dull dead wind is out of tune,
And like a withered leaf the moon
Is blown across the stormy bay.»
“Deniz kurşuni çizgilerle çizgili,
Can sıkıcı ölü rüzgârın akordu bozuk,
Ve kurumuş bir yaprak gibi ay,
Savruluyor fırtınalı körfezde.”
«Impressions du Matin» şafak sökerken Thames nehrindeki renk değişikliğini, kırmızımtırak saman yığınlarıyla yüklü mavnaları, sarı bir sisin çevreye yayılmasını anlattıktan sonra; bir sokak fenerinin ölgün ışığında tek başına duran, solgun yüzlü, «alev gibi kırmızı dudaklı ve taş yürekli» «lips of flame and heart of stone» bir sokak kadınına kısaca değinir.
Oscar Wilde'ın şiirlerinin yayınlanması, ona ne para kazandırmış, ne de ününü arttırmıştı. İşte bu yüzden Amerika' da konferanslar vermek önerisini hiç duraksamadan kabul etti. Sırtında en acayip kılıklarından biriyle Ocak 1882'de New York'a ayak bastı. Yaygın söylentiye göre, gümrükte deklare edilecek bir şeyi olup olmadığı sorulunca, «I have nothing to declare except my ge ni us» (dehamdan başka deklare edecek hiçbir şeyim yok) dedi. Bu da doğruydu; çünkü bu yirmi sekiz yaşında delikanlı hiçbir şey üretmemişti henüz, ama dehâsı herkesce kabul ediliyordu.
Ne gariptir ki, sofralarda, salonlarda konuşurken herkesi büyüleyen Oscar Wilde, eşsiz bir sohbet adamı, ama kötü bir konuşmacıydı. Kürsüye çıkınca, içinden geldiği gibi doğaçlama konuşamaz, hatta kendi söylediklerini can sıkıcı bulduğunu belli ederdi. Wilde bu konferanslarında hiç kimseyi güldürmeye kalkmaz, tam tersine, son derece ağırbaşlı bir biçimde söylerdi söyleyeceklerini.
Bir yıl içinde Amerika Birleşik Devletlerinin, California' dakiler dahil, bütün önemli kentlerinde yüz otuza yakın konuşma yaptı. Ama aslında ancak üç konuyu işledi: «İngiliz Rönesansı» adını verdiği Estetik Akım, dekoratif sanatlar ve «The House Beautiful» dediği güzel ev kavramı.
Konuşmalarında kendi özgün düşüncelerinden değil, Walter Pater'in, John Ruskin'in, William Morris'in görüşlerinden yararlanıyordu. Ele aldığı ana tema, her alanda güzelliğe değil, ancak pratikliğe yönelen Amerikalıların ayrıca yararlanabilecekleri bir konuydu, yani sanat sayesinde insanın günlük yaşamının nasıl güzelleşeceği konusu.
«Fashion is a mode of ugliness so unbearable that we are compelled to alter it every six months.»
(Moda, öyle tahammül edilmez bir çirkinliktir ki, bu çirkinlik biçimini her altı ayda bir değiştirmek zorundayız.)
Oscar Wilde'ın kılık kıyafet açısından tam bir züppe olduğu hiç kuşku götürmez. Ama görünüşü açısından züppe olan bu adamın insan olarak bir snob olup olmadığı tartışma konusudur. Yeats, Wilde'ın aslında snob olmadığını, İngiliz soylularını incelemeyi ilginç bulduğu için onlarla düşüp kalktığını söyler. Üstelik unutmamalı ki, sınıf açısından değilse bile, yaradılış açısından, Wilde tam bir aristokrat olduğu için, güzel evlerden, güzel eşyalardan, güzel sofralardan hoşlanırdı. Orta ve aşağı sınıflarda genellikle göremediği davranış inceliklerini soylu sınıfta bulurdu. Bulamayınca da, ağzına geleni söylerdi. Örneğin, çok yüksek unvanlı bir kişi, onun gittikçe daha çok şişmanladığını bildirince, Wilde bu saygıdeğer adamın da gittikçe daha terbiyesiz olduğunu yüzüne karşı söylemişti. Gerçi Wilde'ın bütün komedyalarında ve tek romanında nerdeyse herkes lord ya da lady’ dir. Ama ileride göreceğimiz gibi, Wilde, bu lordlarla ladylerin ipini pazara çıkarmaktan hiç çekinmez.
İngiliz aristokrasisine karşı çelişkili tutumu, tek çelişkisi değildi Oscar Wilde'ın. Bir çelişkiler yumağıydı o.
George Woodcock, The Paradox of Oscar Wilde'da (Oscar Wilde Paradoksu) bu çelişkilerin üstünde durur. Norbert Kohl'un kitabı ise, A Confomist Rebel (Geleneklere Uyan Bir İsyankar) adını taşır. Gerçekten de, kişiliğini ve yapıtlarını inceledikçe anlayacağımız gibi, Oscar Wilde, hem toplumun benimsediği geleneklere uyar, hem de topluma başkaldırır; hem putlara tapanları, hem Hıristiyanları yüceltir; hem bireyciliği, hem de Sosyalizmi savunur; hem soytarılıklar yapan bir play-boy' dur, hem de yetenekli bir yazardır; /…/ hem de onu suçlayan Queensberry Markisine karşı hakaret davası açar.
Bir insan, ancak benliğindeki çelişkileri çözümleyip bunların arasında bir uyum sağlayınca olgunlaşır. Oysa Hesketh Pearson' a göre, Oscar Wilde çocuk kalmıştır. Daha doğrusu, kafası gelişmiş, hem de çok gelişmiş, ama ruhsal yapısı açısından on beş yaşlarında kalmıştır. Bu yüzden de, kılığı kıyafetiyle, söyledikleri sözlerle, hem yetişkinleri şaşırtmak, şoke etmek huyundan vazgeçemiyor; hem de yetişkinler tarafından sevilmek istiyordu. «I like to be liked» (benden hoşlanmalarından hoşlanırım) diyerek, bunu kendi de itiraf etmişti. Çocuk kalmanın olumlu yanları da vardı onda. Çocuklara özgü bir yaşam sevinci içindeydi ve bu sevincini en güç durumlarda olanlara bile aşılayabilirdi.
Bernard Shaw'un anlattığına göre, Wilde onu görmeye gelince, yavaş yavaş ölmekte olan William Morris, hemen canlanır, yaşamı toz pembe görmeye başlarmış. Wilde'ın iyi yürekliliğini, elinin açıklığını ise, onu tanıyanların hepsi anlata anlata bitiremezler. Hiç kimseye, ona kötülük yapanlara bile kin beslemez, herkesin yardımına koşarmış. Onu rezil eden bir gazeteci para sıkıntısına düşünce, hemen şahane bir çek göndermiş adama.
Paris'de tanıştıkları sırada «kılıksız» bulup pek yüz vermediği Paul Verlaine, Arthur Rimbaud'ya üç kez ateş edip, onu bileğinden hafif yaraladığı için mahkum olduktan sonra hapisten çıkınca, Wilde, Fransız şairini kalabalık bir toplantıya beraberinde götürmüş, Verlaine'nin bir şiir okuyup alkışlanmasını sağlamış.
Kendi hapisteyken bile, cömertçe davranışlarını sürdürür; iflas etmiş durumda olduğu halde, mahpus çocukların kefalet parasını öder, hapisten çıkmak. üzere olan yoksullara biraz para göndermenin yolunu bulurmuş. Oscar Wilde'ın o pırıl pırıl zekasına, konuşurken dinleyicileri büyüleme yeteneğine, bir de iyi yürekliliği ve açıkelliliği katıldığı için, kişiliğinin çekiciliğine karşı koymak gerçekten güçleşiyordu. Yalnız Londra yüksek sosyetesinde değil, çok daha sofistike olan Paris'in aydın çevrelerinde Wilde'ı beğenmeyen yoktu. Özellikle kadınlar ona bayılıyorlardı.
“No man has any success in this world, unless he has got women to back him” (onu destekleyen kadınlar olmazsa, hiçbir erkek bu dünyada başarı elde edemez) diyen Wilde da, aşk ilişkisine girmediği bu kadınların hayranlığından ayrıca keyif alıyordu.
O güne kadar ancak konuşarak ve kişiliği sayesinde ün kazanan Oscar Wilde, 1881'de, yani yirmi yedi yaşındayken Poems adıyla şiirlerini yayınladı. Hemen şunu söyleyelim ki, hapisten çıktıktan sonra yazdığı ve bu bölümün sonunda ele alacağımız son şiiri The Ballad of Reading Gaol (Reading Hapishanesinin Ballad'ı)bir yana, Oscar Wilde büyük bir şair sayılamaz.
Düzyazıyla kaleme aldığı masallar, bu şiirlerden kat kat daha şiirseldir. Gerçi arasıra güzel dizeleri vardır. Örneğin, Ellen Terry'yi Ophelia rolünde anlatan dizeler gibi:
«She stands with eyes marred by the mist of pain, .
Like some wan lily overdrenched with rain.»
(Gözleri acıların sisine bulanmış, duruyor orada,
Yağmurdan sırılsıklam bir zambak gibi.)
Gelgelelim, ne biçimleri, ne anlatımları ya da anlamları açısından, bu yetmiş küsur şiirin yeni sayılabilecek özgün bir yanı yoktur genellikle. Oscar Wilde, yaşadığı çağın ve geçmişin çeşitli şairlerine öykünerek, Victoria Çağında egemen olan geleneği, yani Romantizmi, içine büyük dozda Estetik Akımın ögelerini de katarak, sürdürmekle yetinir.
Swinburne'ün etkisi özellikle belirgin olduğundan, gülmece dergisi Punch, «Swinburne and water» yani «sulandırılmış Swinburne» diye tanımladı onun şiirlerini. «Wild» sözcüğünün «vahşi» anlamına gelmesinden de yararlanıp, «The poet is Wilde, but his poetry is tame» (şair vahşidir, ama şiiri evcildir) diye bir şaka da yaptı.
Ama Oscar Wilde'ın şiirlerine asıl büyük hakaret, bu gülmece dergisinden değil, kendi üniversitesine bağlı Oxford Union' dan geldi: Wilde kitabını bu kuruma gönderince, o dönemin ünlü edebiyat tarihçisi Oliver Elton, bu şairin, elli altmış kadar başka şairin şiirlerini kopye ettiğini; ellerinde bu şairlerin tam ve kusursuz baskıları nasıl olsa bulunduğuna göre, Oscar Wilde'ın armağan ettiği kitabı almaya gerek olmadığını söyledi. Elton'un önerisi oylamaya konup kabul edildi.
Ne var ki, Wilde kimi şiirlerinde çağdaşlarını şoke edecek konuları ele aldığı için, Oxford Union'un insafsızlığı, yazınsal bir yargılamadan çok, ahlaksal bir yargılamaydı belki de. /…/
Zaten Oscar Wilde, geleneksel anlamda hiç de Hıristiyan sayılmamakla birlikte, başı derde girince, De Profundis ve The Ballad of Reading Gaol'da da görüldüğü gibi, Hazreti İsa' dan söz ederdi.
«E Tenebris» (Karanlıktan) adlı sonesinde de bunu görürüz:
«Come down, O Christ, and help me reach thy hand,
For I am drowning in a stormier sea
Than Simon in the lake of Galilee.
The wine of life is spilt upon the sand,
My heart is as some famine-murdered land.»
(Aşağıya in, ey İsa, yardım et bana da eline ulaşayım,
Çünkü içinde boğulduğum deniz,
Simon'un Galile gölünden de daha fırtınalı.
Yaşamın şarabı kumlara döküldü;
Kuraklığın öldürdüğü bir ülke gibi yüreğim.)
Oscar Wilde'ın, bu ve buna benzer tek tük iyi şiiri vardır. Fransızca bir ad taşıyan «Helas» (Heyhat) sonesi güzeldir. Bu sonede, ruhunu, açık havada asılı, rüzgârların etkisiyle tınlayan telli bir müzik aletine benzetir. Tanrının kulaklarına varabilecek uyumlu bir ses çıkaramadan, yaşamın falsolu notaları arasında yitip gittiğine hayıflanır.
«Requiescat» (Huzur İçinde Yatsın) Matthew Arnold' un aynı adı taşıyan - etkisinde de kaldığı besbelli - ağıtı kadar güzel olmamakla birlikte, iyice bir şiirdir.
Ne var ki, «Requiescat» geleneksel şiir kalıplarına tümüyle uygundur. Bize kalırsa Wilde'ın en özgün sayılabilecek şiirleri, Fransız Empresyonist ressamların tablolarını anımsatan birkaç parçadır.
Wilde bunlara «Les Silhouettes» (Siluetler), «Fantaisies Decoratives» (Dekoratif Fanteziler), «Impressions du Matin» (Sabah İzlenimleri) gibi Fransızca adlar verir. Onun bu tür şiirleri, tablolara benzeyen betimlemelerdir.
Örneğin, «Les Silhouettes» in ilk dört dizesi:
«The sea is flecked with bars of gray,
The dull dead wind is out of tune,
And like a withered leaf the moon
Is blown across the stormy bay.»
“Deniz kurşuni çizgilerle çizgili,
Can sıkıcı ölü rüzgârın akordu bozuk,
Ve kurumuş bir yaprak gibi ay,
Savruluyor fırtınalı körfezde.”
«Impressions du Matin» şafak sökerken Thames nehrindeki renk değişikliğini, kırmızımtırak saman yığınlarıyla yüklü mavnaları, sarı bir sisin çevreye yayılmasını anlattıktan sonra; bir sokak fenerinin ölgün ışığında tek başına duran, solgun yüzlü, «alev gibi kırmızı dudaklı ve taş yürekli» «lips of flame and heart of stone» bir sokak kadınına kısaca değinir.
Oscar Wilde'ın şiirlerinin yayınlanması, ona ne para kazandırmış, ne de ününü arttırmıştı. İşte bu yüzden Amerika' da konferanslar vermek önerisini hiç duraksamadan kabul etti. Sırtında en acayip kılıklarından biriyle Ocak 1882'de New York'a ayak bastı. Yaygın söylentiye göre, gümrükte deklare edilecek bir şeyi olup olmadığı sorulunca, «I have nothing to declare except my ge ni us» (dehamdan başka deklare edecek hiçbir şeyim yok) dedi. Bu da doğruydu; çünkü bu yirmi sekiz yaşında delikanlı hiçbir şey üretmemişti henüz, ama dehâsı herkesce kabul ediliyordu.
Ne gariptir ki, sofralarda, salonlarda konuşurken herkesi büyüleyen Oscar Wilde, eşsiz bir sohbet adamı, ama kötü bir konuşmacıydı. Kürsüye çıkınca, içinden geldiği gibi doğaçlama konuşamaz, hatta kendi söylediklerini can sıkıcı bulduğunu belli ederdi. Wilde bu konferanslarında hiç kimseyi güldürmeye kalkmaz, tam tersine, son derece ağırbaşlı bir biçimde söylerdi söyleyeceklerini.
Bir yıl içinde Amerika Birleşik Devletlerinin, California' dakiler dahil, bütün önemli kentlerinde yüz otuza yakın konuşma yaptı. Ama aslında ancak üç konuyu işledi: «İngiliz Rönesansı» adını verdiği Estetik Akım, dekoratif sanatlar ve «The House Beautiful» dediği güzel ev kavramı.
Konuşmalarında kendi özgün düşüncelerinden değil, Walter Pater'in, John Ruskin'in, William Morris'in görüşlerinden yararlanıyordu. Ele aldığı ana tema, her alanda güzelliğe değil, ancak pratikliğe yönelen Amerikalıların ayrıca yararlanabilecekleri bir konuydu, yani sanat sayesinde insanın günlük yaşamının nasıl güzelleşeceği konusu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder