RSS

4 Nisan 2010 Pazar

OSCAR WILDE / ESTETİK AKIM VE OSCAR WİLDE - 2

İNGİLİZ EDEBİYATI TARİHİ/ Mina URGAN
Cilt:5 / Onbirinci Bölüm



Oscar Wilde, Andre Gide'e «j'ai mis mon génie dans ma vie; je n'ai mis que mon talent dans mes oevres» (ben dehamı yaşamıma koydum; ancak yeteneğimi yapıtlarıma koydum) demişti. Onu yakından tanıyan Frank Harris'e göre de, Oscar Wilde'ın en büyük tiyatro oyunu kendi yaşamıydı. Bir Yunan tragedyasını andıranA bu oyunun en heyecanlı seyircisi de Wilde'ın kendisiydi. Yaşam öyküsü, biyografi yazarları açısından biçilmiş kaftan olduğundan, yapıtlarını inceleyen çok az sayıda kitap yazılmışken, otuza yakın yaşam öyküsü vardır.

Wilde'ı uzaktan yakından tanıyanlar, ölümünden sonra kaleme sarılmışlardır hemen. Ama bu yaşam öykülerine ne kadar güvenebileceğimiz bir tartışma konusudur. Onu tanıyanların özyaşam öykülerinde, anılarında, mektuplarında ondan sürekli söz etmeleri yetmiyormuş gibi; o renkli kişiliğinin başlıca özelliklerinden biri olan «exhibitionism» ile Oscar Wilde da sürekli söz eder kendinden. Başkalarının ve kendinin anlattıkları dışında, yığınla fotoğrafı da vardır. Bunlardan bir kısmı, Wilde'ın kılığı kıyafeti açısından şok etkisi yapar insana. Örneğin, onu, göğsü çok dekolte, karnı açık, çok sayıda ve çok şatafatlı takılarla süslenmiş bir durumda Salome kılığında gösteren fotoğraf gibi.



Tam adı Oscar Fingall O'Flahertie Wills Wilde olan, ama hayranları arasında sadece Oscar diye anılan yazar, 1854'de Dublin'de doğdu, 1900' da kırk altı yaşında Paris' de öldü. Babası, «sir» unvanını elde edecek kadar değerli bir kulak-boğaz-burun cerrahıydı. Wilde'ı babasından daha fazla etkileyen annesinin çok renkli bir kişiliği vardı. Ufak tefek Sir William Wilde' ın tam karşıtı, uzun boylu, iri yarı, belâlı bir hatun olan Lady . Jane Wilde, «Speranza» adıyla ateşli oldukları kadar kötü şiirler yazar, İrlanda'nın bağımsızlık davasını heyecanla desteklerdi. Tıpkı oğlu gibi, o da paradoksal laflar etmeye meraklıydı. Bir hayli yaşlıyken, yaşamın en değerli yanının günah işlemek olduğunu, insanların ancak günah işlemek uğruna yaşamaları gerektiğini söylemişti.


Hiçbir zaman iyi geçinemediği kendinden iki yaş büyük bir ağabeyi ve dokuz yaşındayken ölen bir kız kardeşi olan Oscar Wilde, kültürlü ve varlıklı bir aile çevresinde, Fransız mürebbiyelerden dil öğrenerek yetişti. Dublin'in Trinity okulundaki başarısı sayesinde, Oxford'un en seçkin kolejlerinden Magdalen' de bir burs kazanıp, yirmi yaşında İngiltere'ye gitti. Öteki öğrencilere hiç mi hiç benzemediğini ortaya koyacak davranışlarda bulundu hemen. Herkes gibi spor yapacağına, Çin porselenleri ya da tavuskuşu tüyü koleksiyonları yaptı; herkesinkinden farklı çok çarpıcı kılıklarda etrafta dolandı durdu; ancak güzellikten haz almak amacıyla yaşadığını söyleyerek, derslerini sözde hiç umursamadı. Ne var ki, bu bir pozdu aslında; çünkü seçtiği konu olan Eski Yunan ve Latin edebiyatlarında, Wilde, çok çalışkan, ama gizlice çalışkan bir öğrenciydi. John Ruskin'in derslerini de izledi. Hatta şişmanlığa meyli olan o iri yarı bedenini yormaktan, sabahları erken kalkmaktan nefret ettiği halde, Ruskin'in önerisi üzerine yapılan köy yolunda, öteki öğrencilerle birlikte sabahları kazma kürek salladı. 1874 ile 1878 yılları arasında geçen Oxford dönemini yaşamının «en çiçeğimsi zamanı» “the most flower-like time” bilen Wilde, tatillerden yararlanarak, Fransa'ya, İtalya'ya, Yunanistan'a gitti.

İyi bir dereceyle diplomasını aldıktan sonra, bir «fellowship» yani bir burs alarak Oxford'da kalmak istedi. Ama adaylığı kabul edilmedi; oysa «Ravenna» adlı şiiriyle, Oxford'un ünlü Newdigate Şiir Ödülü'nü kazanmıştı.


Oxford'da kalamayacağına göre, İrlanda'ya geri dönmesi gereken Oscar Wilde, Londra'ya yerleşti. İki yıl önce ölen babasından miras yemişti. Gerçi büyük bir servet değildi bu. Ama biraz idareli olsa, rahat geçinebilirdi. Gelgelelim, Wilde, büyük bir lüks içinde yaşamak, en pahalı lokantalarda yemek içmek, en seçkin otellerde oturmak isteyen, terzilerine servetler kazandıran, aklın alamayacağı kadar müsrif bir adamdı. Daha sonraları çok para kazandı ve babasından kalan mirası dakikasında çarçur ettiği gibi, o paraları da dakikasında yiyip bitirdi.



Oscar Wilde, öğrenciyken (ünlü olacağım; ünlü olmazsam da, kötü anlamda ünlü olurum) demişti. İstediği de oldu. İyi anlamda da, kötü anlamda da, gerçekten ünlü oldu.

Daha Londra'ya ayak basar basmaz, o kendini çok beğenmiş, çok kibirli İngiliz yüksek sosyetesinin kapıları, adı sanı bilinmeyen bu İrlandalıya ardına kadar açıldı. Wilde kapışılıyor, davetten davete koşuyordu. Salonlarda da, aydın çevrelerde de onu tanımayan yoktu. Oysa Oscar Wilde, böyle bir ünü hak edecek hiçbir şey yapmamıştı henüz.

Tanınmış Polonyalı bir tiyatro sanatçısı Helen Modjeska 1880'de Londra'ya gelince, herkesin Oscar Wilde'dan söz etmesine çok şaşmıştı: Bu delikanlı ne yapmıştı da insan her yerde onunla karşılaşıyordu? Evet, güzel konuşuyordu, ama ne yapmıştı? Hiçbir şey yazmamıştı, şarkı söylemiyordu, resim yapmıyordu, tiyatrolarda oynamamıştı, ancak konuşuyordu. Polonyalı tiyatro sanatçısının bunu anlayabilmesi güçtü elbette. Ama gerçek şuydu ki, yaşadığı sürece, Oscar Wilde'ın ünü, yapıtlarından değil, kişiliğinin olağanüstü çekiciliğinden kaynaklanıyordu. Üstelik Richard Ellmann'ın deyişiyle, Wilde, “the art of self-advertisement”ı (benliğini reklam etmek sanatını) büyük bir ustalıkla geliştirdiğinden, kişiliğinin çekiciliğine kapılmamanın yolu yoktu.

Bu çekiciliğin başlıca nedeni, Wilde'ın herkeste hayranlık uyandıracak kadar güzel konuşmasıydı. Lord Alfred Douglas'ın babası, Wilde'ı daha sonraları hapislere düşüren Marquess of Queensberry bile, onu bir tek kez dinledikten sonra, karizmasına kapılmış, oğlunun bu adama böylesine bağlanmasına artık şaşmadığını söylemişti.

Yazan bir sanatçıdan çok, konuşan bir sanatçı olan Oscar Wilde, çarpıcı olduğu kadar komik şeyler söylerdi. Örneğin, gelecekte sınırda iki ordu çarpışacağına, iki bilim adamının, ellerinde öldürücü kimyasal maddeyle dolu iki şişe tutarak, sınırın iki tarafından birbirilerine yaklaşmakla yetineceklerini söyleyerek, gelecekteki savaşların komik bir tablosunu çizmişti dakikasında. Sofra sohbetlerinde ya da geceleri dostlarıyla yolda yürürken, dinleyicilerin akıllarına takılıp kalan o özdeyişleri, o parlak nükteleri, o şaşırtıcı paradoksları yapmakla kalmaz; doğaçlama yöntemiyle öyküler ve masallar da uydururmuş. Zahmet edip çoğunu yazmadığı bu öyküleri öyle güzel anlatırmış ki, onu dinleyenler, ileride aynı öykünün yazılı metnini okuyunca, düşkırıklığına uğrar, bunları pek beğenmezlermiş. Yirmi üç yaşındayken Wilde'ı tanıyan W.B.Yeats onu ilk dinlediğinde, afallayıp kalmış. Çünkü Wilde, söylediklerinin hepsini önceden yazmış ve düzeltmişcesine, kusursuz tümcelerle konuşurmuş. Üstelik onu dinleyenlerde hayranlık uyandıracak güzellikte bir sesi varmış. Dostlarından bir tiyatro oyuncusunun «pure cello» yani tam bir violonsel diye nitelediği bu sesi, bir müzik aleti kullanırcasına ustaca kullanırmış.

Ne var ki, Sherlock Holmes'un yaratıcısı Sir Conan Doyle'un söylediklerinden anlaşıldığı gibi, Wilde, bu güzel konuşma yeteneğinin olumsuz bir yanı olduğunu seziyor, bu yüzden gerçeklerden koptuğunu, «kendisiyle yaşam arasında sözcüklerden oluşan bir sisin her zaman girdiğini» biliyordu.



Yeats'e «a man should make his own myth» (bir insan kendi mitosunu yapmalı)diyen Wilde, kişisel mitosunu kurgulamakta olağanüstü bir başarı gösterdi. Yadsınmaz bir showman yanı vardı. Bu showman'liğini gözler önüne sererken, soytarılığa kaçmaktan bile çekinmezdi. Bu yüzden de İrlandalı James Joyce, onu «court jester to the English» (İngilizlerin saray soytarısı) diye aşağılamıştı.

Wilde'ın ünü arttıkça, bir çocuk gibi şımarıyordu. Örneğin, gazeteciler, tiyatro eleştirmenini nasıl tanımladığını ona sorunca; çok ağırbaşlı haller takınıp, tiyatro eleştirmenini, kendi oyunlarını öve öve göklere çıkaran adam diye tanımlamıştı.

Lady Winderemere's Fan'ın (Lady Winderemere'in Yelpazesi) ilk temsilinde, seyirciler yazarı isteyince, en akıllara sığmaz kılıklarından biriyle, elinde bir sigara sahneye çıkmış, oyununu kendi beğendiği kadar görenlerin de beğenmesinden memnun kaldığını söylemişti.

Başka bir oyununun temsilinde sahneye çağrılınca, oturduğu locada ayağa kalkmış, Bay Wilde'ın ne yazık ki aralarında bulunmadığını beyan etmişti. Bunu söyleyenin Oscar Wilde olduğunu herkes bildiği için de, gene coşkuyla alkışlanmıştı.

Her şeyi alaya alan Wilde, kendişinin de gazetelerde, gülmece dergilerinde alaya alınmasına hiç içerlemezdi. Bu sayede ününün yaygınlaştığını da bilirdi zaten.

Tanınmış ressam Whistler, Wilde'ın kilo almasından yararlanıp, onun sevimsiz bir domuz biçiminde karikatürünü yapmasına bile kızmamıştı. (Hiç de Wilde'ın dengi sayılmamakla birlikte çok esprili bir adam olan Whistler'in anlattığına göre, Wilde, onun nüktelerini aşırıp, kendi nükteleriymiş gibi yuttururmuş herkese. Günün birinde Whistler'in ayrıca parlak bir sözünü duyan Wilde, «ah keşke bunu ben söyleseydim» deyince, Whister, «you will, Oscar, you will» yani “söyleyeceksin, Oscar, söyleyeceksin” demiş.

1881'de ünlü operet yazarları W.S. Gilbert ve A. Sullivan, Patience (Sabır) adlı oyunlarında, Estetik Akımın temsilcilerinin, özellikle Wilde'ın parodilerini yaparak, onu, «Ortaçağlı elinde bir afyon çiçeği ya da bir zambak tutarak Pieadilly'de yürürken» gösterince “walk down Picadilly with a poppy or a lily in your medieval hand” ününe ün katıldı diye, Wilde çok keyiflenmişti büyük bir olasılıkla.

Hiç yorum yok: