RSS

4 Nisan 2010 Pazar

OSCAR WILDE / ESTETİK AKIM VE OSCAR WİLDE -1

İNGİLİZ EDEBİYATI TARİHİ/ Mina URGAN
Cilt:5 / Onbirinci Bölüm



Kraliçe Victoria, XX. yüzyılın hemen başında 1901'de öldü; ama adını verdiği çağa tepki, o ölmeden aşağı yukarı yirmi yıl önce başlamıştı bile. 1880'li yıllarda gelişen Aesthetic Movement (Estetik Akım) Victoria çağının ahlaksal ve dinsel baskılarına karşı yoğun bir tepkiden başka bir şey değildir. Bu akım, «art for art's sake» yani «sanat uğruna sanat» ya da «sanat sanat içindir» eğilimiyle elele gidiyordu. Bir slogana dönüşen bu deyişi, «I' art pour l'art» diyerek, yarım yüzyıl önce, 1835' de Theophile Gautier, ilkin Mademoiselle de Maupin adlı romanının önsözünde kullanmıştı.


Estetik Akımda ana düşünce, sanatın, siyasal, toplumsal, dinsel, ahlaksal bir amaç gütmemesi gerekliliğiydi. Estetik amaç dışında, yani güzellik yaratmak amacı dışında, sanatın bir amacı olmamalıydı. Sanatçı ve yazar, ancak güzelliğin yaratılmasına yönelmeliydi. Victoria Çağının Philistinism'ine ve o çağın insanlarının içinde yaşadıkları çevrenin çirkinliğine tepki çoktan başlamıştı zaten. Örneğin, John Ruskin, ahlak ve toplumla ilgili konulara çok önem vermesine karşın, sanata ve güzelliğe taptığı için, Estetik Akımın öncülerinden biri sayılır. Düş güçleriyle süsledikleri bir Ortaçağın havasına dönmek isteyen ve ahlâksal ya da toplumsal konuları hiç önemsemeyen Pre-Raphalelite'ler de bu akımı hazırlayanlar arasındadır. Ne var ki, Estetik Akımın gerçek temsilcileri, aralarında bir kuşak farkı olan Walter Pater (1839-1894) ile Oscar Wilde'dır (1854-1900). Oscar Wilde, The Picture of Dorian Gray'in (Dorian Gray'in Resmi) önsözünde, Estetik Akımı bir iki sözcükle özetler:

«The artist is the creator of beautiful things»

(Sanatçı güzel şeylerin yaratıcısıdır.)




«There is no such a thing as a moral or immoral book. Books are well writtetl or badly written. That is all.»

(Ahlâka uygun bir kitap ya da ahlâka aykırı bir kitap diye bir şey yoktur. Kitaplar ya güzel yazılmıştır ya da kötü yazılmıştır. İşte bu kadar.)



Oscar Wilde'ı derinden etkileyen Walter Pater, tragedyaya dönüşmüş patırtılı gürültülü bir yaşam süren çömezine kişilik açısından hiç benzemezdi. Gerçi o çağın edebiyat alanındaki baş dedikoducu Frank Harris' e bakılacak olursa, Pater, günün birinde garip bir şey anlatmıştı ona: «Had I so-and-so's courage I'd ... » (eğer bende de şunun şunun cesareti olsaydı, ben ...) diye söze başlamış; sonra, gözlerindeki ışık sönmüş, başı öne düşmüş ve acayip bir gülümsemeyle «I might have been a criminal» (suçlar işleyen bir adam olabilirdim)demiş. Ne var ki, Oscar Wilde gibi onun da sağlıksız bir yanı olduğu belli belirsiz sezildiği halde, toplumun gözünde suç sayılabilecek herhangi bir davranışa yönelebileceğini gösteren hiçbir şey görülmez Pater'in yaşamında.

Zaten, nerdeyse her davranışı, her sözü kaydedilen Oscar Wilde'ın tam tersine, Pater'in yaşamı üzerine fazla bilgimiz de yoktur. Uzun yıllar Oxford'un Brasenose Kolejinde «don» olarak, yani öğretim üyesi olarak çalıştı. Öğrencileri, bu hocalarına coşkulu bir hayranlık duyuyorlardı.

Wilde, Pater'in kitaplarının «the holy writ of be auty» (güzelliğin kutsal yazısı) olduğunu söylüyordu. Pater'in bu görülmedik prestijini fena halde kıskanan Oxford'lu meslektaşları, onu, bilimsel sayılayacak yapıtlar kaleme almakla suçlamışlardı. Ama bilgisini de yadsıyamadıklarından, «the cultured devil of Brasenose» (Brasenose'un kültürlü şeytanı) adını takmışlardı Pater'e. Onun şeytan sayılmasının bir nedeni de, Cambridge' de de, Oxford' da da her şeyden fazla önemsenen dinsel konulara hiç aldırmaması; güzelliği dinden çok daha değerli saydığı için, kilise törenlerinin manevi anlamı üzerinde değil, ancak estetik yanları üzerinde durmasıydı. Ömrü boyunca bekar kalan Pater, önce Oxford'da, sonra da Londra'da, hiç evlenmeyen iki kız kardeşiyle birlikte oturdu.

Walter Pater, elli beş yaşına kadar yaşadığı halde, Victoria çağının çoğu yazarlarından farklı olarak, boyuna kitap yayınlamadı.

Ününün temel taşı, Oscar Wilde'ın De Profundis'de (Derinliklerden) «that book which had such a strange influence over my life» (yaşamım üzerine o kadar garip bir etkisi olan o kitap) diye sözünü ettiği The Renaissance'dır.

Yüzyılımızın en büyük şairlerinden W.B. Yeats'in Autobiographies'de (Özyaşam Öyküleri) anlattığına göre, Oscar Wilde, bir konuşma sırasında, The Renaissance için şunu da söylemişti:

«lt is my golden book; I never travel anywhere without it; but , it is the very flower of decadence; the last trumpet should have sounded the moment it Was written.»

(Benim altın kitabımdır o. Nereye gitsem yanıma alırım. Ama dekadansın tam anlamıyla bir çiçeğidir bu kitap. Kıyamet gününün borusu ötmeliydi o yazılır yazılmaz.)



Walter Pater, güzellik kavramının en kusursuz örneklerini, Pre-Raphaelite'ler gibi Ortaçağda değil, Rönesansda bulurdu. Kitabının sonuç bölümünde sözünü ettiği «the desire of beauty, the love of art for art's sake» (güzelliğe karşı duyulan istek, sanatı sanat uğruna sevmek) ancak Rönesansda vardı ona kalırsa. Pater, ömrünün sonuna kadar, sanatın «bir elmas kadar sert aleviyle yanmak isterdi» («to burn always with this hard gem-like flame»).

Kısaca The Renaissance diye anılan, ama asıl adı Studies in the Art of the Renaissance (Rönesans Sanatıyla ilgili incelemeler) olan bu kitap, çeşitli denemelerden oluşur. Pater, bu denemelerde, Eski Yunan yontu sanatını ilk inceleyen Johan Winckelmann (1717 -1768) gibi bir Alman sanat tarihçisini, Joachim Du Bellay gibi bir Fransız Rönesansı şairini ve o sıralarda değeri henüz pek bilinmeyen Botticelli gibi İtalyan ressamlarını inceler.

Leonardo Da Vinci üzerine denemesi, özellikle Gioconda, yani Mona Lisa tablosu üstüne yazdıkları ayrıca çarpıcıdır. Dünyanın belki en ünlü tablosu olan bu portredeki kadının gizemli gülümseyişi «The Gioconda Smile» (Gioconda Gülümseyişi) diye anılmış; sanat ve edebiyatın bohem çevrelerinde dolanan şuh hatunlar, yazarlara ve ressamlara daha çekici görünebilmek amacıyla, bu gizemli gülümsemeye öykünmeye başlamışlardır. Gioconda «fatal Woman» (meşum kadın) kavramının bir simgesi haline gelmişti.

1920’lerde «meşum kadın» modası geçince, Aldous Huxley «The Gioconda Smile» adlı öyküsünde, bu gizemli gülümseyişi alaya almıştı. Pater, bu portredeki kadının yalnız güzel ve çekici yanlarına değil, denizlerin derinlikleri kadar karanlık ve ürkütücü yanlarına, ölümle özdeşleşmesine de değinir:


«In that cirque of fantastic rocks, as in some faint light under the sea… The unfathomable smile always with a touch of something sinister in it…This beauty into which the soul with all its maladies have passed ... She is older than the rocks among which she sits ... She has been dead many times and learned the secrets of the grave; and has been adiver in deep seas and keeps their faııen day about her.»


(Fantastik kayalardan oluşan o yarım daire içinde, denizin dibindeki hafif ışığın altında gibi… Gizi çözülmez gülümseyişte uğursuz bir şeyler var her zaman ... Ruhu, bütün hastalıklarıyla birlikte gösteren bu güzellik. Arasında oturduğu kayalardan çok daha yaşlıdır o… Birçok kez ölüp, mezarın gizlerini öğrendi; derin denizlere daldı ve o denizlerin yitik ışığı var benliğinde.)

Hiç yorum yok: