RSS

4 Nisan 2010 Pazar

OSCAR WILDE / MUTLU PRENS

Çev: Nurettin Sevin
1989 MEB Yayınları


Kentin yukarısında, yüksek bir sütun üzerinde Mutlu Prens’in heykeli duruyordu… baştan başa ince, has altın varaklarla kaplıydı; göz yerine iki parlak gök yakutu vardı, kılıcının kabzasında da kocaman al bir yakut parlıyordu.

Heykeli çok beğeniyorlardı. Artistçe beğenileri olduğu yönünde ün kazanmak isteyen bir belediye başkanı üyesi “Adetâ hava fırıldağı kadar güzel!” diye düşüncesini söyledi… Fakat kendisinin pek pratik olmadığını düşünürler korkusuyla hemen ekledi.” Ancak o kadar yararlı değil”

Dikkatli bir anne “ay” için tutturup ağlayan oğluna “Mutlu Prens kadar olamıyor musun? O hiçbir şey için ağlamayı aklına bile getirmez” dedi.

Kötümser bir adam nefis heykele bakarak: “Hele hele… dünyada büsbütün mutlu biri de varmış demek” diye söylendi…

“Hayır Çocukları” parlak kırmızı pelerinleri, bembeyaz önlükleriyle kiliseden çıkarlarken “Tıpkı melek gibi” dediler..

Matematik öğretmeni:

“Nerden biliyorsunuz?” dedi. “Hiç melek görmediniz ki?”

Çocuklar : “Aaa… rüyalarımızda var ama” dediler… Matematik hocası da kaşlarını çatıp, pek ciddi bir tavır takındı…Çünkü çocukların düşlerle uğraşmalarını hiç doğru bulmazdı.

Bir gece küçük bir kırlangıç kente doğru çıkageldi. Arkadaşları bir buçuk ay önce Mısır’a gitmişlerdi fakat bu geri kalmıştı. Çünkü çok güzel bir “saz”a gönül vermişti… Ona taa ilkbaharın başında sarı, iri bir kelebeğin peşisıra nehirden aşağı doğru uçarken rastlamış, sazın narin beline o kadar vurulmuştu ki konuşmak için önünde durdu.

Hedefine bir an önce varmaktan hoşlanan Kırlangıç:

“Sizi seveyim mi?” dedi…

Saz da yerlere kadar eğildi. Bunun üzerine kırlangıç kanatlarını suya değdire değdire gümüş halkalar çizerek çevresinde döndü… döndü…Bu onun yanıp yakılmasıydı ve bütün yaz sürdü…

Öteki kırlangıçlar:

“Gülünç bir ilgi, parası yok, soyu sopu da kum gibi” diye cıvıldadılar… Doğrusu nehir de sazlarla dopdoluydu. Sonra güz vakti gelince hepsi uçup gitti.


Onlar gittikten sonra kırlangıç pek yalnız kaldı. Sevgilisinden bıkmaya başladı. “hiç konuşmuyor” dedi… “korkarım hoppalığı da var, hep rüzgarla cilveleşiyor”

Rüzgarın her esişinde saz mutlaka en zarif iltifatlarını yağdırırdı.

Kırlangıç:

“Evine bu kadar bağlı olmasını kabul edebilirim” dedi. Ama ben gezginim…gezmeye bayılırım… bundan ötürü karım da gezmekten hoşlanmalı…”

Sonunda ona: “Benimle geliyor musun “ dedi. Saz başını kaldırdı… Evine pek bağlıydı…

Kırlangıç: “Sen benim zamanımı boşa harcadın” dedi. “Ben Ehram’lara gidiyorum … Allahaısmarladık” diye bağırdı. Uçtu gitti….

Bütün gün uçtu… Gece vakti kente vardı.

“Acaba nereye konsam?” dedi… İnşallah kent benim için hazırlık yapmıştır…” dedi.

Sonra kentin yüksek sütunun başındaki heykeli gördü… Mutlu Prens’in tam ayakları arasına kondu…

Etrafına bakıp uyumaya hazırlanırken kendi kendine yavaşça “Yatak odam altından” dedi.

Fakat tam başını kanatları arasına koyarken üstüne bir yağmur damlası düştü…

“Ne tuhaf şey, gökte tek bulut yok… yıldızlar pırıl pırıl parlıyor, gene de yağmur yağıyor.” dedi. “Avrupa’nın kuzeyinde iklim doğrusu berbatmış” diye haykırdı. “Saz yağmurdan hoşlanırdı ama bu onun bencilliğinden başka bir şey değildi.”

Derken bir damla daha düştü.

Yağmurdan koruyamayacak olduktan sonra heykelin ne gereği var? İyi bir baca külâhı bulmalı” diye uçmaya davrandı.

Fakat daha kanatlarını açar açmaz üçüncü bir damla düştü… başını kaldırınca ne görsün?

Mutlu Prens’in gözleri yaş içindeydi.altın yanaklarından da gözyaşları akıp duruyordu. Yüzü ayışığında öylesine güzeldi ki küçük kırlangıcın yüreği sızladı.

“Kimsiniz?” dedi.

“Ben Mutlu Prens’im”

Kırlangıç :

“Öyleyse neden ağlıyorsunuz” dedi. “Beni sırılsıklam ettiniz.”

Heykel “Ben sağken, yüreğim insan yüreğiyken, gözyaşı nedir bilmezdim, çünkü kapısından kederin girmediği Sans-Souci sarayında otururdum. Gündüzün bahçede arkadaşlarımla oynar, akşamları da büyük salonda dansın başına geçerdim. Bahçenin etrafında çepeçevre pek yüksek bir duvar vardı. Fakat onun gerisinde ne olduğunu sormayı aklıma bile getirmezdim. Etrafımda her şey o kadar güzeldi ki… Mabeyincilerim bana Mutlu Prens derlerdi. Doğrusu mutluydum da. Eğer eğlence mutluluksa… İşte böyle yaşadım, böyle öldüm. Artık ölüyüm diye beni buraya bu kadar yükseğe diktiler. Şimdi bölgemin bütün çirkinliğini olanca yoksulluğunu görüyorum. Kalbim kurşun olduğu halde elimden ağlamaktan başka bir şey gelmiyor.”

Kırlangıç kendi kendine: “Ne...? Som altından değil mi?” dedi…

Kişisel düşüncelerini söyleyemeyecek kadar nazikti.

Heykel alçak uyumlu bir sesle “Uzakta” dedi… “Uzakta… küçük bir sokakta… yıkık dökük bir ev var… Pencerelerinden biri açık… İçinde, masa başında oturmuş bir kadın görüyorum. Yüzü zayıflamış ve yıpranmış. İğne dürtüşlemekten delik deşik… Kızarmış sert elleri var, çünkü terzi. Kraliçenin arkadaşlarından en güzeli için Saray Balosu’nda giyilmek üzere canfes bir giysi üzerine çarkıfelek çiçekleri işliyor. Odanın bir köşesinde bir yatakta oğlu hasta yatıyor. Ateşi var. Portakal istiyor. Annesinde nehir suyundan başka verecek bir şey yok. Çocuk da ağlıyor. Kırlangıç... Kırlangıç… Küçük Kırlangıç… Kılıcımın kabzasındaki yakutu çıkarıp ona götüremez misin? Ayaklarım kaideye perçinli, kıpırdayamıyorum.”

Kırlangıç “ Beni Mısır’da bekliyorlar” dedi. “Arkadaşlarım Nil’de aşağı yukarı uçuşup iri nilüferlerle konuşuyorlar. Ulu Hakan’ın türbesinde neredeyse uykuya dalarlar. Boyalı tabutu içinde kendi de oradadır. Baharatla bezenmiş, sapsarı kegfenle sarılmıştır. Boynunda uçuk yeşil yeşimden bir zincir vardır, elleri de solgun yapraklara benzer.”

Prens “Kırlangıç…Kırlangıç… Küçük Kırlangıç..” dedi. Bir gecelik yanımda kalıp yardımcım olamaz mısın? Çocuk o kadar susamış ve annesi o kadar bitkin halde ki…”

Kırlangıç cevap verdi :

“Erkek çocukları da hiç sevmem. Geçen yaz nehirde kaldığım sıralarda bana hep taş atan iki terbiyesiz çocuk vardı. Değirmencinin çocukları… tabii bana hiç değdiremezlerdi. Biz kırlangıçların uçuşundan öyle şeyler uzaktır. Sonra ben uçuşuyla ünlü bir ailenin evladıyım. Ama ne de olsa bir saygısızlık belirtisidir.

Fakat Mutlu Prens’in öyle kederli bir hali vardı ki Kırlangıç acıdı:

“Burası çok soğuk” dedi “ama gene de yanınızda bir gece kalır işinizi görürürüm.”

Prens : “Teşekkür ederim Küçük Kırlangıç” dedi.

Kırlangıç da Prens’in kılıcından kopardığı kocaman yakutu gagasıyla aldı ve kentin çatıları üzerinden karanlığa daldı.

Beyaz mermer meleklerin oyulu durduğu kilise kulesinin yanından geçti, sarayın önünden süzülürken dans sesleri duydu. Güzel kız sevgilisiyle balkona çıktı. Erkek kıza:

“Şu yıldızlara şaşıyorum, şu aşkın sevginin yüce gücüne şaşıyorum” dedi.

Kız “Memleket balosuna bari giysilerim yetişseydi… “ diye cevap verdi… “Üstüne çarkıfelek çiçekleri işletiyorum; fakat terziler öyle tembel ki…”

Nehrin üzerinden geçip gemilerin serenlerine asılı fenerleri gördü… Yahudi mahallesi üzerinden aşıp Yahudilerin pazarlık ede ede bakır terazilerle altın tarttıklarını gördü. Sonunda yıkık dökük eve varıp içeri baktı. Çocuk yatağında ateş içinde çırpınıyor, annesi de uyukluyordu. Kadıncağız pek yorgundu. Bir sıçrayışta içeri girip kocaman yakutu masanın üstüne kadının yüksüğünün yanına bıraktı. Sonra kanatlarıyla çocuğun alnını yelpazeliye yelpazeliye yatağın etrafında hafif hafif uçtu. Çocuk ne kadar serinledim galiba iyileşiyorum diye tatlı bir uykuya daldı.

Sonra Kırlangıç Prens’in yanına dönüp yaptıklarını anlattı…. “Ne kadar tuhaf” diye düşündü bu arada… “ bu kadar soğuk olduğu halde, vücudum ner’deyse sıcak…”

Prens “ Çünkü iyilik ettin” dedi. Küçük Kırlangıç düşünceye daldı.. Arkasından da uyudu.. Düşünce her zaman uykusunu getirirdi.

Gün ağarırken ırmağa gidip yıkandı. Kuş Bilgileri Profesörü köprüden geçerken “ Ne görülmemiş bir olay !… Kış zamanı bir kırlangıç!” deyip o şehrin gazetesine upuzun bir mektup yazdı… herkes ondan sözetti... haber anlayamadıkları bir çok sözcükle doluydu…

Kırlangıç : “Bu gece Mısır’a gidiyorum” dedi. Bu düşünceyle içi içine sığmıyordu… bütün genel anıtları seyredip, kilise kulesinde uzun uzun oturdu… Nereye gitse serçeler cıvıldaya cıvıldaya birbirlerine “ne kibar bir yabancı” dediler… Kırlangıç da pek eğlendi…

Ay doğunca Mutlu Prens’in yanına döndü… “Mısır’da görülecek bir işiniz var mı hemen yola çıkıyorum” diye seslendi…

Prens : “Kırlangıç… Kırlangıç... Küçük Kırlangıç” dedi. “Uzakta kentin ta öbür başında çatı arasında bir genç görüyorum. Üzeri kâğıtlarla örtülü bir masaya abanmış, yanında bardak içinde bir demet solgun menekşe var… saçları kestane renginde kıvırcık… dudakları lâl gibi kıpkırmızı; iri hülyalı gözleri var. Tiyatronun rejisörü için bir oyun bitirmeye çalışıyor… Fakat artık oyun yazamayacak kadar üşüuor. Ocakta ateş yok. Açlıktan gücü kesilmiş.”

Tertemiz yürekli Kırlangıç :” Bir gece daha beklerim bir yakut da ona mı götüreyim?”

Prens “Yazık artık yakutum yok. Varım yoğum gözlerim. Gözlerim bin yıl önce Hindistan’dan getirilmiş gök yakuttandır. Birini çıkarıp ona götür… kuyumcuya satıp yiyecek bir şeyle, ocak için odun alır ve oyununu bitirir. “

Kırlangıç ağlamaya başladı. “ Prens’ciğim, bunu yapamam..” diye ağlamaya başladı.

Prens : “Kırlangıç, Kırlangıç… Küçük Kırlangıç… nasıl emrediyorsam öyle yap..” dedi.

Kırlangıç Prens’in gözünü alıp öğrencinin tavan arasına doğru uçtu. Damda bir delik olduğu için içeri girmesi pek kolaydı. Oradan içeri dalıp odaya girdi. Genç elleriyle yüzünü kapamıştı. Kuşun kanat çırpmalarını duymadı. Başını kaldırınca güzel gök yakutu solgun menekşelerin arasında buldu.

Genç: “Artık takdir görmeye başladım!” diye haykırdı. “ Bu büyük takdirkârdandır.şimdi oyunumu bitirebilirim.” Artık çok mutluydu.

Ertesi gün Kırlangıç limana indi. Büyük bir geminin sereni üstüne oturup gemicilerin koca koca sandıkları iplerle ambardan çıkarmalarını seyretti. Her sandık çıkışta “Yıssa, mola” diye haykırıyorlardı. Kırlangıç “Mısır’a gidiyorum” diye haykırdı. Fakat kimse aldırmadı. O da ay doğunca Mutlu Prens’in yanına döndü.

”Size veda etmek için geldim.” diye seslendi.

Prens : “Kırlangıç… Kırlangıç… Küçük Kırlangıç… Bir gececik daha kalamaz mısın?…” dedi.

Kırlangıç : “Kış geldi. Kavurucu kar neredeyse gelir. Mısır’da yemyeşil hurma ağaçlarının üzerinde güneş sıcaktır. Timsahlar da çamurlarda yan gelip tembel tembel bakınırlar. Arkadaşlarım şimdi Baalbek mâbedinde yuva yapıyorlar. Pembeli beyazlı kumrular onları seyrede seyrede birbirlerine karşı dem çekiyorlar sevgili Prens’ciğim.”

“Sevgili Prens, Prens’ciğim sizden ayrılmalıyım… Ama sizi hiç unutmayacağım. Önümüzdeki bahara verdiklerinizin yerine iki güzel mücevher getiririm… al yakut al güllerden daha kırmızı… gök yakut da engin deniz kadar mavi olacak…”

Mutlu Prens: “Aşağıdaki alanda” dedi. “Küçük bir kibritçi kız var. Kibritlerini suya düşürdü. Hepsi bozuldu. Eve para götürmezse babası kızacak. Ne ayakkabısı var …ne çorabı… başcağızı da açık. Öbür gözümü de çıkar ona ver, babası dövmesin.”

Kırlangıç: “Bir gece daha kalırım” dedi. “Fakat gözünüzü çıkaramam. Büsbütün kör olursunuz.”

Prens: “Kırlangıç… Kırlangıç… Küçük Kırlangıç… emrimi yap!” dedi.

Kırlangıç Prens’in öbür gözünü de alıp aşağı doğru fırladı… Kibritçi kızın yanına süzülüp değerli taşı av’cunun içine bırakıverdi. Kız “ah!... ne güzel bir cam parçası!” diye gülerek koşa koşa eve gitti.

Sonra Küçük Kırlangıç Mutlu Prens’in yanına döndü. “Şimdi kör oldunuz” dedi. “Artık ben hep yanınızda olacağım. Burada kalacağım”

Zavallı Prens “ Hayır, Küçük Kırlangıç.” Dedi. “Sen Mısır’a gitmelisin”
Kırlangıç “hep yanınızda kalacağım” diye Prens’in ayağının dibinde uykuya daldı.

Ertesi gün hep Prens’in omzuna oturup ona yabancı ülkelerde gördüklerini anlattı. Nil’in kıyılarında sıra sıra dizilip kırmızı balıkları avlayan kırmızı ibiş kuşlarından… çölde oturup her şeyi bilen kendisi de dünya ile yaşıt ihtiyar Sfenks’ten… develerinin yanında ağır kehribar tesbihlerini çeke çeke yürüyen tacirlerden… Ay dağlarının koskoca billûra tapan, abanoz gibi kapkara kralından… bir hurma ağacında uyuyup kendini, yirmi rahibe bal ile besleten koca yeşil yılandan… büyük bir gölde iri iri yayvan kelebeklerle savaşan Yecuç Mecuçlerden sözetti…

Prens “Sevgili Küçük Kırlangıç, bana çok meraklı şeyler söylüyorsun” dedi. “fakat en önemli şey insanların acısı… sefaletten büyük hiçbir Sır yok. Beldemin üzerinde uç da, bütün gördüklerini bana anlat Küçük Kırlangıç”

Kırlangıç beldenin üzerinde uçtu. Yoksullar kapı diplerinde otururken, zenginlerin güzel evlerinde safa sürdüklerini gördü. Karanlık ara sokaklara girip, kapkara sokaklara kayıtsız kayıtsız bakan aç çocukların kağıt yüzlerini gördü. Birbirlerine “ Ne kadar açız…” dediler. Bekçi “orada yatamazsınız” diye bağırdı. Onlar da yağmur altında gözden kayboldular.

Sonra gelip gördüklerini Mutlu Prens’e anlattı.

Prens “üstüm has altınla kaplı.” Dedi. “Yaprak yaprak onu sök ve yoksullarıma götür; yaşayanlar hep altının mutlu edeceğini zannederler…”

Kırlangıç, Mutlu Prens perişan hale gelinceye kadar altını yaprak yaprak söktü. Yaprak yaprak fakirlere dağıttı. Çocukların benzine renk geldi. Sokaklarda gülüp oynamaya koyuldular… “Artık ekmeğimiz var” diye haykırmaya başladılar.

Derken kar bastırdı…. Arkasından da don… sokaklar sanki gümüştenmiş gibi pırıl pırıl parlıyordu. Upuzun buzlar evlerin saçaklarından billûr hançerler gibi sarkıyor, herkes kürklerle dolaşıyor, küçük çocuklar da kırmızı başlıklarla buz üstünde kayıyorlardı…

Zavallı Küçük Kırlangıç üşüdükçe üşüdü… Fakat Prens’i hiç bırakmak istemedi. O’nu çok seviyordu. Ekmekçi görmeden fırının dışındaki ufak ekmek parçalarını topluyor, kanatlarını çırpa çırpa da ısınmaya çalışıyordu.

Ama sonunda öleceğini anladı. Ancak bir kere daha Prens’in omzuna uçacak kadar gücü kalmıştı. Hafifçe “Allahaısmarladık sevgili Prens” diyebilmişti.

Prens “Demek sonunda Mısır’a gidiyorsun Küçük Kırlangıç… Buna çok sevindim… Burada fazla kaldın.. Seni çok seviyorum…”

Kırlangıç “Gittiğim yer Mısır değil” dedi…. “ben ölümün kucağına gidiyorum… Ölüm de uykunun kardeşi değil mi?”

Ve Mutlu Prens’e bir veda öpücüğü kondurarak ayaklarının dibine düştü.

Tam o anda Mutlu Prens’in içinde bir şey kırılmış gibi acaip bir çatırdama duyuldu… Kurşun yürek tam ortasından ikiye ayrılmıştı…


Mutlaka don pek sertti.


Ertesi sabah erkenden Şehremini Belediye üyesiyle birlikte aşağıdaki meydanda dolaşıyorlardı. Sütunun önünden geçerken başını kaldırıp baktı:

“Vay… Mutlu Prens ne hale gelmiş?” dedi.

Her zaman Şehremini’nin düşüncesine uygun söz söyleyen Belediye Üyesi de:

“Gerçekten ne hale gelmiş?” diye haykırıp bakmak için çıktılar….

Şehremini “Kılıcında yakutları düşmüş… gözleri gitmiş… artık altınlığı da kalmamış…! Neredeyse dilenciden biraz hallice…!”

Belediye Üyesi de “Yaaa… dilenciden biraz hallice…” deyip onayladı…

Şehremini : “İşte ayaklarının dibinde de bir kuş ölüsü…” diye devam etti… “Doğrusu kuşların burada ölmesine izin verilmeyeceğine dair bir emir çıkarmamız gerek.”

Belediye kâtibi bu fikri hemen bir yere not etti.

Bunun üzerine Mutlu Prens’in heykelini hemen yıktılar… Üniversitede Sanat Profesörü:

“Madem ki güzel değil, artık faydalı da değil” diye bir makale döşedi…

Sonra heykeli fırında erittiler… Şehremini madenle ne yapmak gerektiğine dair karar vermek üzere meclisi topladı. Elbette başka bir heykel yaptırmalıyız.” dedi. Bu da ancak benim heykelim olabilir.”

Meclis üyesinin her biri “Benim heykelim… benim heykelim” diye diye kavgaya tutuştu. Son işittiğimde hâlâ kavga ediyorlardı.

Döküm yerindeki işçilerin başı: “Ne tuhaf şey? Bu kurşun kalp bir türlü fırında erimiyor, bari bir tarafa atalım” dedi. Ve içinde ölü kuşun da bulunduğu toz yığınının içine attılar…




Tanrı meleklerinden birine : “Bana kentteki en iyi iki şeyi bulup getiriniz “ dedi.

Melek de kurşun kalple… ölü kuşu götürdü…




Tanrı : “Doğru seçmişsiniz” dedi. “Çünkü cennetimin bahçesinde bu kuş, sonsuzluğa kadar şakıyacak… ve Altın beldemde Mutlu Prens sonsuzluğa kadar yaşayacak…”

Hiç yorum yok: