RSS

5 Nisan 2010 Pazartesi

VIRGINIA WOOLF /

Virginia ( Stephen) Woolf 1882 yılında, Londra’da, döneminin ünlü eleştirmen, yayıncı ve düşünürü “The Dictionary of National Biography” nin ilk editörü Sir Leslie Stephen ile, sanatçı bir aileden gelen, güzelliğiyle ünlü Julia Prinsep’in çocuğu olarak dünyaya geldi. Evde eğitim gördü.. Ancak Victoria döneminde pek az kız çocuğuna tanınan bir özgürlükle babasının zengin kitaplığından yararlandı. Özel öğretmenlerden Latince ve Klasik Yunanca dersleri aldı. Henüz dokuz yaşındayken ağabeyi Thoby ile evde Hyde Park Gate News adı altında haftalık bir dergi çıkarıyordu. Virginia Woolf’un eğitimi, dönemin aydın aileleri için tipiktir. Özel eğiticilerle yetiştirilmişti..

1895 yılında annesini kaybetti. Babası bu ölümden çok etkilendi, aksi, kendine acıyan, çocuklarından çok fazla ilgi bekleyen biri haline geldi. Evdeki dengelerin bozulması, Virginia’ nın da ruhsal dengesini etkiledi ve ömür boyu çekeceği ruhsal çöküntünün ilk krizini geçirdi. 1904 yılında bir yandan sevip, bir yandan da giderek dayanılmaz bulduğu babasının ölümü üzerine ikinci kez, suçluluk duygularının ağır bastığı bir bunalım geçirdi.

Babalarının ölümü üzerine belli bir özgürlük ortamına kavuşan Stephen kardeşler, Bloomsbury’de bir ev tuttular. Burada sonraları “Bloomsbury Grubu” olarak anılacak yenilikçi aydın grubun temellerini attılar.. Ağabeyleri Thoby’nin Cambridge Trinity College’den arkadaşlarıyla “perşembe toplantıları” düzenlemeye başladılar.. Bu toplantıların ilk müdavimleri ünlü yaşamöykücü Lytton Strachey, tanınmış sanat eleştirmeni ve izlenimci resmi İngiltere’de tanıtan Clive Bell, ünlü tiyatro eleştirmeni Desmond McCarthy ve Saxon Sydney Turner’dı..

Venessa ve Virginia kardeşler bu toplantılarda, her konuda ilerici görüşlerin tartışıldığı bir ortamda bulundular... 1906’da Thoby’nin kardeşleriyle çıktığı bir Yunanistan gezisi sırasında yakalandığı tifodan ölmesi ve onun ölümünden iki gün sonra ablası Venessa’nın evlenmesi Virginia’ nın yaşamında birtakım değişikliklere neden oldu... Kardeşi Adrian’la birlikte, yine Bloomsbury yakınlarında bir eve taşındılar.. Burada aydın çevrelerin yanısıra, Londra sosyetesinin tanınmış hanımlarının da katıldığı toplantılar düzenlemeye başladılar... Bu toplantılarda açıksözlülüğü ve sivri diliyle öne çıkan Virginia Woolf, yine bu dönemde, “The Time Literary Supplement” ve aylık “Cornhill” dergisine edebiyat eleştirileri yazmaya başladı. Bu eleştirilerde akıcı üslubu, titiz araştırıcılığı ve özgün görüşleriyle dikkati çekti. 1912 yılında ağabeyi Thoby’nin arkadaşı, Cambridge’den sol kanat siyaset kuramcısı Leonard Woolf’ la evlendi. Bu Virginia Woolf’un hayatının dönüm noktasıydı. Leonard Woolf bir ömür boyu, onun ruh sağlığının gözeticisi ve yaratıcı kişiliğinin en büyük destekçisi olacaktı. Ancak Virginia Woolf evliliklerinin ilk yıllarında 1913-15 arasında yaşamının en ağır çöküntülerinden birini geçirdi.. İlk kez intihar girişiminde bulundu. Woolf çifti biraz da Virginia’ya oyalanacağı bir uğraş bulmak kaygısıyla, 1917 yılında, adını yaşadıkları evden alan “Hogarth Press’i kurdular.. Bu yayınevi; T.S.Eliot, Katherine Mansfield, E.M.Forster gibi günün öncü yazarlarının şiir ve öykülerini basarak, aydın çevrelerde kendine saygın bir yer edindi. Ayrıca Virginia Woolf’a da yazar olarak büyük özgürlükler sağladı. Bu nedenle zaman zaman taşınması zor bir yüke dönüşse de bu işi sürdürdüler...


Virginia Woolf’un ilk iki romanı bu yıllarda yayınlandı.



THE VOYAGE OUT -DIŞARIYA YOLCULUK (1915) ve NİGHT AND DAY - GECE VE GÜNDÜZ (1919) alışılagelmiş kalıpları izleyen romanlardır. Roman kişileri, ilerleyen zaman içinde ve belirli bir olay örgüsü çerçevesinde, birbirleriyle ilişkiler kurarlar ve belirli çözümlere varırlar.. DIŞARIYA YOLCULUK, Virginia Woolf’a özgü temaların ve şiirsel düzyazının ilk işaretlerini verdiği için önemlidir.


****



İlk iki kitabında, romanın temel ilkelerini bulduğu gibi almış ve bunları kendi görüşlerine göre uyarlamıştır. Karakterler betimlenmiş, sonra yavaş yavaş söyledikleri ve yaptıklarıyla bize daha iyi tanıtılmışlardır. Bir doruk noktasına ulaşan bir dizi olaylarla bu karakterlerin birbiriyle ilintisi kurulmuştur. Her iki kitap da bir sevgi öyküsüdür.

Ancak bu onu en çok ilgilendiren “insanlık komedyasının genişliği ve çeşitliliği ya da insan karakterinin kendisine özgü nitelikleri değildir.. Daha çok sevgi, mutluluk, güzellik, yalnızlık, ölüm gibi insani deneyimlerdir. Bu iki kitapta sürekli yinelenen okurun duyumsadığı şey, “bu adamın ya da bu kadının bu koşullar içinde “böyle” duyumsaması gerekirdi” değil de; daha çok “Evet, aşık olmak; mutlu olmak; kimsesiz olmak budur işte” dir.


Bu kitaplardan akılda kalan anlar, insan karakterinin tüketilemez çeşitliliğinden çok, insanların benzer olduğu daha derin yaşantı düzeylerinin ayrımına vardığımız anlardır.

Romanın geleneksel, öykü anlatıcı biçimi, yüzeysel karakter ayrılıklarının, duygu gel-gitleri altında örtülüp yittiği yüceltilmiş bilinç anlarına yer verme olanağı tanır.

Ama Virginia Woolf’un bireysel bakış açısının ilk iki romanında açığa çıkan yönü, yalnızca bu şiirsel sahnelerdir. Bu yüceltilmiş bilinç anlarının yanısıra, Woolf’un kendisine özgü bir anlayışla kavradığı başka insansal değerler vardır. Gerçekten sonraki romanlarında coşkulu ve tutkulu sevgi çok az ön plandadır. Woolf daha çok bu tohumdan çıkıp, bazan olgunlaşan meyve ile, arkadaşlar ve karı koca arasındaki ilişkiyle uğraşır.

Kadın edebiyatçıların belki de en büyüğü olan Virginia Woolf, kendini kolay ele vermeyen bir yazar.. Şiirsel romanlarındaki tadı, ön bilgiler edinmeden yakalamak çok zor. O’nun Kraliçe Victorya döneminden başlayıp, II.Dünya Savaşı İngiltere’sinde sona eren yaşamını, acılarını, rahatsızlığının yaratıcılığıyla ilişkisini iyice incelemek gerek. O’nu anlayabilmek için; O’nun varlığında, döneminin tüm İngiliz kadınları için tipik olan ne varsa tümünü, bu özelliklerin karşıtlıklarının da tümünü barındırdığını görebilmek gerek. O’ nun yaratısını tipik bir İngiliz, bir o kadar da evrensel kılan, sanırım kişiliğinde gerçekleşen bu karşıtlıkların birliğidir.

Bu iki romanın ardından Woolf’un deneyci kişiliği ön plana çıkar. 1919 tarihli ünlü “Modern Roman” yazısında savunduğu gibi, yeni dil ve anlatım arayışlarına girişir:

O dönem romanlarına şöyle bir bakarsak, geleneğe uyarak roman yazanların yanısıra; o zamana dek süregelen roman biçimini konu, biçem ve teknik bakımından hepten alt-üst edip, kendi geliştirdikleri kişisel kurallara göre yazanlar olduğunu da görürüz. Bildiğimiz roman kalıbı içinde, günün toplumsal sorunlarını ele alıp işleyen romancıların yanında; sadece kendi özel görüş ve düşüncelerini yansıtmak, ya da düşünce ve kuramları bir yana bırakıp, yalnız kendi iç dünyaların izlenimlerini okuyucuya iletmek amacıyla yazanlar da önemli bir yer tutmakta ve bunlar eski biçim yazan romancıları modernlerin dışında saymaktadır...


***

O dönem romancılarını üç grupta toplayabiliriz..

Eski biçim toplumsal içerikli romanlar; biçime ve biçeme önem vermeden yazılan düşün ve görüş belirten romanlar; bireyin yalnız iç dünyasını yansıtan psikolojik romanlar...

Bazı yazarlar geleneğe uyarak yazmışlar, anlatımlarında ve tekniklerinde bir ayrıcalık, bir yenilik göstermemişlerdir.. Yapıtlarında bildiğimiz biçimde bir konu vardır. Araya ya bir güldürü, ya bir ağlatı ya da bir sevgi öğesi karıştırılır...Hepsi de toplumsal sorunlarla uğraşır.


Virginia Woolf, “Modern Roman” başlıklı yazısında bu yazarlardan sözederken: “Wells, Arnold Bennett ve Galsworty...bu üç yazara tek kelime ile Materyalistler diyebiliriz. Bu yazarlar ruhu bir yana bırakıp bedenle ilgilendikleri içindir ki umutlarımızı boşa çıkarmışlardır. İngiliz romanı elinden geldiğince nezaketle ve hızla arkasını onlara dönüp başka yönlere doğru açılırsa “hakkında daha hayırlı olur” duygusu uyanmıştır bizde” der...

Lawrence ve Aldoux Huxley romanı; düşünce ve görüşlerini yansıtan bir araç gibi kullanan ikinci küme yazarlardandır...Bu yazarlar psikolojik romana yönelmişler ve özellikle cinsellik psikolojisini ele almışlardır. Biçime fazla önem vermezler.. içlerine nasıl doğuyorsa öyle yazıyor gibidirler..

Yine psikolojik romana yönelmelerine karşın, cinsellik konusu gibi belli bir noktaya saplanmayıp bireyin günlük yaşamını, bilinç akışıyla birlikte ve olduğu gibi tüm karışıklığıyla yapıtlarına yansıtmayı amaç edinen anlatım ve biçime özen gösteren üçüncü küme modernlerin başında James Joyce ile Virginia Woolf gelir.. Bu kümedeki yazarlar o zamana dek benimsenen anlamda konu, bu konu içine karıştırılan sevgi, güldürü, ağlatı adına ne varsa tümünü bir yana bırakmışlar ve sadece bireyin izlenimlerini, bu izlenimlerin getirdiği çağrışımları yapıtlarına konu edinmişlerdir.

***

Virginia Woolf, yaşamı kendince keşfettiğinde romancı olarak konusu da belirlenmişti. “İnsan zihninin herhangi bir günde algıladıkları..” O, bu konudaki görüşlerini şöyle açıklıyor:

“Yazar kendi istediği için değil, salt tutsak olduğu güçlü ve amansız buyurganın zoru ile; yapıtına bir konu sağlamaya, bir güldürü, bir ağlatı, sevgi ögesi sokmaya; ve yapıtını eksiksiz, tam kılacak bir gerçek havası yaratmaya yöneltilmektedir...Yarattığı kişiler canlansalardı; kendilerini tepeden tırnağa kadar, günün son modasına uygun olarak giyinmiş bulurlardı.. Buyurgana boyun eğilir.. Roman tam istenildiği gibi eksiksiz bir biçimde yazılır.. Ama sayfalar geleneğin gerektirdiği gibi yazılıp dolduruldukça, önce ara sıra, sonra gittikçe daha sık, içimizde, bir an gelip geçen bir kuşku uyandığını, bir başkaldırının kabarıp kaybolduğunu duyarız...Yaşam böyle midir?..Romanlar böyle mi olmalıdır?..Kendi içinize bakın,göreceksiniz ki, yaşam böyle olmaktan çok uzaktır.. Sıradan bir belleği, rastgele bir günü ele alalım.. Bellek binlerce izlenim alır. Küçük, fantastik, hemen gelip geçen ya da zihne bir çelik keskinliği ile saplanan her türden binlerce izlenim...Bu izlenimler her yandan üzerimize, ardı arkası kesilmeyen bir atom sağanağı halinde boşanır ve bu atomlar boşandıkça bir pazartesi, bir salı günü oluşturdukça, temelde öncekilerden büsbütün ayrılır. Önemli an, dün şurada ise bugün buradadır.. öyle ki eğer yazar tutsak olmayıp özgür bir insan olsaydı, zorunlu olduğunu değil de istediğini yazabilseydi, yapıtını gelenek üzerine değil de, kendi duyguları üzerine kurabilseydi, o zaman yapıtında; bilinen anlamda ne konu, ne güldürü, ne ağlatı, ne sevgi, ne de bir kara kıyım olurdu.. Herhalde ne de günün son modasına uygun dikilmiş bir düğme.. Yaşam bakışık biçimde sıralanmış görüntülerden oluşmaz, yaşam bizi tüm bilincimizle sarıp kuşatan; ışıklı bir ayla, yarı saydam bir zardır. Romancının görevi, ne kadar düzensizlik ne kadar karışıklık gösterirse göstersin, durmadan değişen bu bilinemeyen , bu başıboş ruhu elinden geldiğince, yabancı ve dış ögeler karıştırmadan anlatmak değil midir?. Biz bu yürekliliği ve içtenliği savunuyoruz. Romanı oluşturan gereçlerin, geleneğin gösterdiği şeyden biraz farklı olduğunu anlatmak istiyoruz..”



***

"Bugünkü yazarlar arasında James Joyce en önemlisidir. Günümüzün yazarları, romancının genellikle boyun eğdiği geleneklere karşı gelmek pahasına da olsa, yaşama daha çok yaklaşmaya; kendilerini ilgilendiren ve heyecanlandıran şeyleri daha bir içtenlikle saptamaya çalışıyorlar. Atomları belleğimize düştükleri sıra içinde kaydedelim, gördüğümüz her şeyin, her olayın bilincimize çizdiği şekli, görünüşte ne denli dağınık, ne denli ilgisiz olursa olsun, yapıtımıza aynen yansıtalım. Yaşamın ille de herkesin önemsediği şeyde olduğunu kabul etmeyelim.. Materyalist diye adlandırdıklarımızın tersine, Joyce ruhsaldır, Joyce her ne pahasına olursa olsun, haberlerini beynin yollarından gönderen, içimizdeki o alevin titreşimlerini aydınlatmayı amaç edinmiştir, bunu yapabilmek için de tam bir yüreklilikle ona gelgeç görünen her şeyi; ister o gerçekçilik havası, ister biçimde akıcılık olsun, yüzyıllardır romancıyı desteklemeye yardımcılık eden işaret direklerinin hepsini hiçe saymıştır."


***


“Günümüzde romancının karşı karşıya bulunduğu sorun, herhalde daha önce de olduğu gibi, istediğini yazmada özgür kalma yollarını elde etmektir.. Modern romancı kendini ilgilendiren şeyin artık “bu şey” olmayıp “o şey” olduğunu açık açık söyleyecek yürekliliği göstermelidir.. Yapıtını yalnız ve yalnız “o şey” den oluşturmalıdır...Modernler için “o şey” kendilerini ilgilendiren nokta, psikolojinin karanlık yanlarında olsa gerek. Böyle olunca da ana renk biraz değişiyor. Üzerinde direnilen nokta bugüne dek bir yana bırakılmış olan bir noktadır., öyle olunca da romanı yepyeni bir biçim üzerinde kurmak gerekir, bizim için kavranması güç, bizden öncekiler için hiç anlaşılmaz bir biçim..”


***


Virginia Woolf bu sözleriyle izlenimcilerin roman görüşünü anlatmış oluyor. Gerek konu, gerek biçim bakımından yepyeni bir roman.. Bu romanı eskiler hiç anlamayacak, yeniler de güçlükle kavrayabilecek...


Yine Virginia Woolf’ a göre; “Romana en uygun konu diye bir şey yoktur, her şey, her duygu, her konu , her düşünce romana en uygun konudur.. Zihin ve ruhun her hali romanın konusu içine girer, hiç bir duygu yersiz değildir.”İzlenimci” romancılar bu görüşleriyle önemsiz sayılan ufacık olayları değerlendirerek yaşamı zenginleştiriyorlar.”

Evet...Roman yazmak... Yazmak ama nasıl?.. Bennet ya da Galsworthy gibi yazarların geçerli kıldıkları akımı yadsımak kolaydı; iki seçenek vardı önünde... Yalnızca zihne doluşan izlenimleri kağıda geçirmekle mi yetinecekti?..yoksa “ikincil düşgücü”nü seferber edip bu izlenimleri belli bir düzen ve sıra içinde kullanarak yeniden yaratıya mı gidecekti?


“İkinci yolu seçtiği içindir ki” diyor Joan Bennett, “bilinç akışı yazarları arasında doğrudan doğruya katamayız onu."

Gerçi Marcel Proust’la James Joyce’un “Ullysses” romanını okuduğu güne kadar; kendi deyimiyle “bu unutulmaz kaza”ya kadar daha çok eleştirileriyle göz dolduruyordu. Sonra O’nu edebiyat tarihine oturtacak romanlar birbirini izlemeye başlıyor ve bu görüşlere paralel olarak yöntem denemelerine girişiyor...


***


“İnsan zihninin yaşamı ve başka başka kişiliklerin karşılıklı etkilenmeleri; bir zaman mekan ilişkisinde, bunun yanısıra mekanla zaman sınırlarının artık varolmadığı psikolojik yansıtma yöntemiyle gerçekleşir.”

Bilinç akışı yazarlarının belli başlı yöntemi sayılan iç-monolog bu anda gösterir işlevini...

Ama Bowling O’nun için şunları söyler “Geleneksel monologlardan şu özellikleriyle ayrılır: İçerik bakımından en içten, bilinçsize en yakın düşüncelerin dile getirilmesidir.. Doğal nitelikleri yönünden; düzenleyici mantıktan önce gelen, içten düşünceleri; doğuşlarına, akışlarına göre sıralayan bir konuşmadır; biçime gelince:sözdiziminin en küçük öğelerine indirilmiş dolaysız cümleler kullanılır.”diyor.


Binbir izlenimden oluşan hayatı, ve bu binbir izlenimin alıcısı olan kişiyi bütün renkleriyle verebilmek için en uygun yöntem olarak bilinç akışı tekniğini yada eleştirmen John Lechmann’ ın deyişiyle “içe dönük bir izlenimcilik” yöntemini benimsedi.. Ama bence, bunu yaparken gene de izlenimlerin işe yarayan yanları süzüp ayıklar, bazılarını ele almaz. Kişilerinin iç dünyasına o an ışık tutan, ancak anlamlı düşünce ve duyguları bize iletir. İşte Virginia Woolf’un “uzaktan yönlendirmesi” buradadır. Başlangıçta dağınık gibi görünen, seçilmiş iç monologlarla romanı götürür. Ve

JACOB’S ROOM- 1922’de JACOB’UN ODASI ile başlayıp,

1925’te MRS. DALLOWAY,

1927 de DENİZ FENERİ (To The Ligthouse) ve

1931’de DALGALAR (The Waves)

adlı romanlarında bu yöntemleri giderek yetkinleştirdi. Virginia Woolf ‘u ülküdaşı olan James Joyce’tan ayıran en önemli yanı; sanırım değerleri bir yana atmak değil, değerleri arılaştırmak...

Woolf’ta yirminci yüzyıl aydınının bütün özlemlerini, bütün tedirginliğini görebiliriz. Artık psikoloji gelişmiştir. Yazarın elinin altında yeni veriler vardır. Biyoloji de öyle.. Oysa Woolf insanı yalnızca madde yanıyla algılamaya karşıdır. Bir arama içindedir ..


Şimdi bu romanları biraz daha yakından inceleyelim...

***

1922 de yayınlanan JACOB’S ROOM’da, belli belirsiz bir öykü olmakla birlikte olay örgüsü yoktur. Bir mekândan ya da zamandan alışılagelmiş geçişlerin tümü bir yana bırakılmıştır. Roman izlenimci ışığını müthiş bir hızla, bir düşünce ya da gözlemden diğerine gezdirerek sonunda toplu bir izlenim uyandırır..

Yazar, Jacob's Room’da genç bir adamın yaşamını, üniversite yıllarını, yurt dışı yolculuklarını, Londra’daki çalışmalarını ve sonunda Birinci Dünya Savaşı’ nda ölüşünü işler. Ama bu yaşam başkişisinin ya da yazarın ağzından değil, Jacob’u tanıyanların gözlerinden verilir. Woolf’un sonraları da sık sık başvurduğu bir yöntemdir bu...

Roman kimi eleştirmenlerce “dağınık, kopuk”, kahramanı “belirsiz” bulunsa da, Erendiz Atasü “romanın etkileyiciliği tam da bu kusurlarındadır” diyor ve ekliyor: “Jacob’un kişiliği belirsizdir, çünkü hayat ona daha kişiliğini biçimlendirebileceği zamanı tanımadan, I. Dünya Savaşı delikanlıyı yok etmiştir. Ne kalmıştır geriye? Boş bir oda ve şunun bunun anılarında kopuk kopuk izlenimler.. Jacob Room gerçekte büyük bir şiirdir... insana ziyan olmuşluğu böylesine derinden hissettirebilen başka bir yazınsal anlatı tanımıyorum.. V.Woolf savaşın dehşetini “boşlukla” anlatma yöntemini önce bu romanda dener ve “Deniz Feneri” inde geliştirir.”

Ve...MRS. DALLOWAY...

Evet...Mrs Dalloway’e baktığımızda neyi anlatır Mrs. Dalloway? Çok yüzeyden değerlendirildiğinde bir günün öyküsü diyebilir miyiz? Oysa bu romanda yazar tarihi, gündelik yaşamın tam ortasından yakalamıştır. İlk bakışta yalnızca “usta işi”, “ince”, “duyarlıklı” gelen gözlemlerin, izlenim aktarımlarının, çağrışımlar zincirinin, biraz yakından incelendiğinde koskoca bir tarihi evet... evet... gelenekleri, görenekleri, sanatı ve diliyle bütün bir İngiliz toplumunu- yansıttığını görürüz... Regent Parkı’nda başlayan gün, sık sık parktan geçen, kimi zaman karşılaşan roman kişilerinin yaşamlarında bir dönüm noktasıdır: Mrs. Dalloway, “artık yalnızca Mrs. Dalloway olduğunu, Clarissa bile olamadığını” o gün anlar.

Birbirini tanımayan iki baş kişinin; yaşamı tutkuyla seven, yüksek burjuva Mrs. Dalloway ile; ölüme dönük, Birinci Dünya Savaşı gazisi, savaş kurbanı Septimus karşılaşırlar... gün ve gece gibi birbirini bütünlerler. Dikkatsiz okurun hissedemeyeceği bağlarla örülmüş, incelikli, duyarlıklı, uçucu gibi görünse de sağlam yapısını bize ustaca kavratır.

“Felsefe bir romana yedirilmemişse, bir tümcenin altını kurşunkalemle çizebiliyorsak, güvenle diyebiliriz ki ya felsefede bir yanlışlık vardır, ya romanda...ya da ikisinde birden.”

Virginia Woolf bir eleştirisinde böyle yazmış. Kendi romanı Mrs. Dalloway konusunda da şöyle diyor: “Yaşamı ve ölümü vermek istiyorum. Sağlığı ve çılgınlığı; toplum düzenini eleştirmek istiyorum, işler halinde en yoğun biçiminde.”

Mrs. Dalloway’ de bilinç akışı tekniği, ilk kez yetkin bir biçimde roman kişilerine derinlik kazandırmak amacıyla kullanılmıştır. Roman tek bir mekanda (Londra’da) ve bir günlük zaman diliminde geçer. Roman kişileri açısından bir dönüm noktasıdır bu oniki saat... Woolf zamanı kısıtlarken kuramını pekiştirmiştir aslında: Mrs. Daloway’in o süre içinde başına gelen ya da kendi istemiyle yaptığı her şey, o zaman diliminden önce başına gelenlerle ve o dilimde kendi yaptıklarıyla biçimlenmiştir.. Mrs. Dalloway’in partisinin yapıldığı bu zaman diliminde roman kişileri hem kendi düşünce ve duygularıyla içten, hem de diğer roman kişilerinin düşüncelerinden yansımalarla görülürler; düşünce, anı ve yargılar hem şimdiyi, hem geçmişi kapsayacak kişileri tarihçeleriyle tanıtır bize..

***




Bu nitelikli romanın ardından eleştirmenlerce Woolf’un başyapıtı sayılan “TO THE LİGHTHOUSE” DENİZ FENERİ gelir.


DENİZ FENERİ Virginia Woolf’un en çok beğenilen romanıdır. Bu romanıyla kendini, zamanın öbür yazarlarından ayıran üslubu geliştirmiş, kendi roman tekniğine uyan en uygun yapıtını vermiştir. Romanda konu yok gibidir. Sekiz çocuklu bir ailenin gürültüsüz-patırtısız sade yaşamından bir kaç görüntüdür. Roman kişilerinin yapılandırılmasında, yine bilinç akışı tekniği kullanılmıştır. Bir öğle sonrası ve akşamı kapsayan ilk bölümle, Bundan yıllar sonra aynı kişilerin biraraya geldiği bir sabah arasındaki altı-yedi yılı yirmi beş sayfada bir düş hızıyla anlatan bir bölümden oluşur roman... Kitap Woolf’un şiir-romanlarının en örgütlüsüdür.

Yaşamın ve insan ilişkilerinin gizemi ve anlamı, zihnin gizli devrimleri, sanatçının rolü ve gücü son derece hızlı tempolu bir anlatımla, inanılmaz güzellikte şiirsel imgelerle, fenerin kendisi gibi zengin anlamlar taşıyan bir odak simge çevresinde irdelenir.

Hebrides Adalarında’yken evin küçük oğlu James deniz fenerine gitmek ister, ama gidemez. Yıllar geçer annesi öldükten sonra babası, kendisi ve kızkardeşi fenere giderler, ama artık deniz feneriyle ilgili duygular kalmamıştır.

Romanda özellikle zaman kavramı üzerinde durulmuş, zamanın getirdiği değişiklikler; zamanla yiten şeyler okuyucuya dümdüz aktarılmaktan çok bir ozanın üslubuyla duyurulmaya çalışılmıştır. Ramsay ailesinin yaşamı atlamalarla, parça parça anlatılmış ve bağlama işi okuyucunun düş gücüne bırakılmıştır.

Deniz Feneri’nde zamanla ilgili bölümlerden biri: Mr. Ramsay’in, karısının ölümünden sonraki bir düşünmesi şu tümcelerle aktarılır...


“Ama tek bir gece nedir ki? Kısacık bir zaman parçası -hele hemen böyle karanlığın rengi solmaya, kuşlar, horozlar bu kadar çabuk ötmeye, dalgaların boşluklarında, kıvrılan bir yaprak gibi, soluk bir yeşillik belirmeye başladığı zamanlar. Ama yine gecenin ardından gece gelir. Kışın elinde daha böyle bir deste gece vardır. Onları yorulmak bilmez parmaklarıyla, eşit olarak hak geçirmeden dağıtır. Bu geceler uzarlar; kararırlar. İçlerinde, yükseklerde, pırıl pırıl, ışıktan tabaklar gibi gezegenler taşırlar. Sonbahar ağaçları hırpalanmış da olsalar, soğuk kilise kabirlerinin alacakaranlığında parıldayan pırtık bayrakların ışıltısı vardır üzerlerinde; bu kabirlerin mermer sayfaları üstünde altın harflerle savaşta ölüm anlatılır; uzaklarda Hindistan çöllerinde kemikler nasıl ağarır ve yanar, bunlar anlatılır... Sonbahar ağaçları sarı ay ışığında, sarı ay ışığında, hasat zamanının dolunaylarında pırıldar; bu ışıkta biçilmiş tarlalar dümdüz olur, masmavi dalgalar kıyıyı yalar...


Şu anda sanki, Tanrı insanoğlunun pişmanlığını; o didinip çalışmasını görüp acıyarak perdeyi aralamış da, ardındakileri gösteriyordu... sallanan kayığı...kırılan dalgayı... layık olsaydık bunlar her zaman bizim olurdu... Ama ne yazık ki Tanrı ipi çeker, perdeyi kapatır; bundan hoşlanmamıştır.; tüm hazinelerini dolu bir sağanağa boğar; onları öyle kırıp parçalar, öylesine birbirine katar ki, insan artık bir daha onların eskisi gibi durulabileceklerini düşünemez... O kırık dökük parçalarını yeniden tam olarak bütünleştirebilmemiz, ya da o darmadağınık parçalardan gerçeğin o apaçık anlatımını okuyabilmek olanaksızmış gibi gelir. Çünkü bizim pişmanlığımızın hakkı ancak bu kadarcık bir göz atıştır... didinip çalışmalarımızdan sonra da bu kadarcık bir soluk alma...


“Şimdi artık geceler rüzgarla, yıkımla doludur; ağaçlar o yana bu yana saldırır, yerlere kadar eğilirler; yapraklar karmakarışık uçuşarak çimenliği baştanbaşa kaplar, su oluklarına üstüste yığılır, yağmur borularını tıkar, çamurlu yollara yayılırlar. Deniz de kendini oradan oraya vurup çırpınır, patlar; eğer uyuyanlardan birisi, içini kemiren kuşkulara belki kumsalda bir yanıt bulabileceğini, orada yalnızlığını paylaşacak birine rastlayacağını sanır da, yorganını fırlatıp, kıyıda kumlar üzerinde bir başına dolaşmaya giderse, oralarda geceyi düzenine koyacak, ve bu dünyayı ruhun kapsamını yansıtacak bir dünya yapacak, Tanrı buyruğu ile gelmiş hizmete hazır birini bulamayacaktır. Tuttuğu el kendi eli içinde küçüldükçe küçülür; duyduğu ses kulaklarında uğuldar. Böyle bir hengamede geceye o soruları, uyuyanı bir yanıt bulmak amacıyla yatağından kaldıran o ne’leri, neden’leri, niçin’leri sormanın ne kadar boş olduğu anlaşılır.”



***


Önemli olan olay değildir, olayın insan belleğinde ve bilincinde uyandırdığı bir bölük karmaşık duygulardır. Romandaki tüm kişiler birbirini inceleyip çözümlemeye çalışırlar ve biz onları birbirlerinin gözüyle, özellikle romandaki iki kadının Mrs. Ramsay ve Lily’nin gözüyle görürüz. Romanın başka kişilerinde önemsiz gibi görülen şeyleri yakalayıp tutmak ve o şeylerden çeşitli anlamlar çıkarmak eğilimi vardır. (aslında tümümüzün günlük yaşamda yaptığımız ve buna göre çevremizle iletişimimizi belirlediğimiz olaylar ve insanlar hakkında düşündüklerimiz). En sıradan davranışlar, bir yürüyüş, bir konuşma, koltuğa oturup kendi kendine düşünceye dalma, tüm bunlar belleğin en ince yollarından geçerek her yandan aydınlanan bir olay olur.. Akla gelen hiçbir şey küçümsenemez.. her düşünce, her duygu kendine yer bulur.

İzlenimcilerin başlıca özelliklerinden olan güç anlaşılma, V. Woolf’ta da vardır. İnsan belleğine çarpan izlenimleri aynı şekilsizlik içinde yansıtmak amacını güttüğü için yazış biçemi ilk bakışta dağınık görünür. Bir cümlede kişinin aklından geçenle, yapmakta olduğu eylem aynı anda yazıldığından; birçok çizgiler, ayırtmaçlar, noktalar ve virgüllerle karmakarışık olan cümleler insanda bu dağınıklık düşüncesini uyandırır. Anlamı kavramak için cümlenin yazılış biçimini de görmek, her virgüle, her çizgiye ayrı bir önem vererek okumak gerekir. Arada ayırmaçlar açılmış, ve o ayırmaçların içine bir cümle değil, birkaç cümle birden sıkıştırılmıştır...

Böyle akla gelen her şeyi, her duyguyu, düşünceyi ortada hiç bir olay olmadan tüm çıplaklığı ile...ve hiçbir seçim, hiçbir zorlama yapmadan, doğal sıraları ile anlatmak işi güçleştiriyor. Her izlenime gösterilen bu duyarlık ancak zihinsel bir denetimle anlamlı cümleler içinde toplanabiliyor.

V. Woolf “Deniz Feneri” romanında bir an olsun dizginleri elinden bırakmamış, her sözcüğü, her noktayı bu zihinsel denetimin süzgecinden geçirmiştir. V. Woolf’ ta esin anları yoktur.

V. Woolf’a göre en önemli sorun, önce kimin için yazdığını bilmektir. Çünkü bu nasıl yazacağını bilmek demektir.

V. Woolf’un amaçladığı okuyucu okuma alışkanlığı olan, başka çağların, başka ulusların yazınını da bilen bir okuyucudur.

V. Woolf haftalık yazmak, uzun yazmak, kısa yazmak, akşam evine yorgun-argın dönen insana yazmak istemiyor.

Trendae okunmak, kırda vakit geçirmek için okunmak, uykulu zamanlarımızda okunmak istemiyor. Onu okumak için tüm ciddiyetimizle kitap okumaya hazırlanmamız gerekiyor.

Her tümce titiz bir çalışmanın ürünüdür. Amacı bize her şeyi gerçekçi bir biçem içinde anlatmak değil, bir ozan gibi yalın, kırık dökük bir iki sözcük ile birçok şeyi birden duyurmaktır. Düzyazıya sanki bir şiir kokusu sinmiştir. Ancak bu şiir havasının verdiği duyarlıkladır ki, romanın içine girebiliyoruz. Bu şiir biçemini bıraktığı zaman V. Woolf kurulaşıyor, tatsızlaşıyor.


***

İlk romanlarından “Gece ve Gündüz” de, son romanlarından “Yıllar” da bu şiir havasını bulamadığımızdan gerçekçi diyebileceğimiz bir anlatımla karşılaştığımızdan aynı zevkle okunamıyor...

Cümleleri kuruluş yönünden karışıksa da; kullandığı sözcükler, her gün kullanılan yalın süssüz sözcüklerdir.. Süslü deyişlere pek heveslenmez. Tanımlamaları da aynı sadeliktedir. Daha çok simgeseldir. Bir iki sözcükle insanın içinde bulunduğu havayı ya da görüntüyü keskin çizgilerle canlandırıverir. Sanki stenografik notlar içinde tüm sahne gözlerimizin önünde canlanıverir.

Değişmez baş kişi “zaman” .. elimizden kaçan... kayan yaşam... "Büyük bir yaşama sevgisi, insan onuruna duyulan inanç ve bu tartışmasız gerçeğin bir yerinde düz bir olay olarak ölüm..

DENİZ FENERİ’nde Mr. Ramsay’in zamana karşı kendini, ve başka değerleri duyumsamasına değerlendirmesine bakalım...


***


“Evet, onunki parlak bir zeka idi. Düşünmeyi bir piyano klavyesi gibi bir takım notalara ya da bir alfabe gibi 28 harfe ayrılmış kabul edersek Ramsay’in o parlak zekası, örneğin Q harfine gelinceye kadar teker teker, bu harfleri atlamakta güçlük çekmemişti. Ramsay Q ya kadar gelmişti. Tüm İngiltere’de Q’ ya kadar gelenler pek azdır. Peki Q’dan sonra?.. Sonra ne geliyor?.. Q’dan sonra bir dizi harf vardır ki yaşayan gözler, sonuncusunu hiç sevmez...o taa uzaklarda belli belirsiz, kızıl bir ışık gibi yanar söner. Z’ ye bir kuşakta yalnız bir kez ulaşılabilir...Ama kendisi Q’ ya kadar gelebilmişti. R’ ye atlayabilirse o da bir şeydi. Öte yandan Tanrı’nın kayırdığı, o vergili insanlar, bir hamlede; tüm harfleri, mucize gibi, bir solukta baştan başa atlayıveriyorlardı -bu dehanın yolu idi... Kendisi bir dahi değildi, böyle bir iddiası yoktu: ama pekala A’ dan Z’ye kadar alfabenin tüm harflerini sırayla bir bir aşma gücü vardı, ya da olabilmeliydi. Şimdilik Q’ ya sıkı sıkıya tutunuyordu.. Öyleyse ileri...R’ ye doğru ileri...”


“Ama milyonda kaç kişi bu noktaya ulaşıyor ki, belki bir kişi... Bir kuşakta tek bir kişi..O tek kişi de kendisi olamazsa suç onda mı? Yeter ki dürüstçe çalışıp didinmiş, artık dermanı kalmayıncaya kadar tüm gücünü harcayıp tüketmiş olsun.. Hem acaba ünü ne kadar sürebilirdi ki? Ölmek üzere olan bir kahramanın bile, gözlerini kapatmadan önce “Arkamdan insanlar benim için ne diyecekler” diye düşünmek hakkıdır. Ünü belki de iki bin yıl kadar sürerdi. İyi ama iki bin yıl nedir ki? Gerçekten de bir dağ tepesinden aşağı, çağların sonsuz bozkırlarına şöyle bir bakarsanız, bu iki bin yılın ne önemi olurdu ki? Ayakkabınızın ucuyla vurup fırlattığınız taş parçası bile Shakespeare’den çok yaşayacak. Kendi küçük ışığı da belki bir iki yıl solukça biraz ışıldayacak...sonra daha büyük bir ışık onu yutacak.”



***


“DALGALAR” da üçü kız, üçü erkek altı arkadaşı, doğumlarından ölümlerine kadar geçen süre içinde, yaşamlarının değişik anlarında üstlerine tuttuğu flaşla aydınlatır. Onların bir geriye, bir yaşanan ana bir ötelere kayan iç konuşmalarıyla ilerler roman...


Dalgalar “zaman” dır; yükselen ve batan güneş de, kişilerin yaşamlarını simgeler.

İç konuşmalar bize kişiler hakkında bilgi değil ipuçları verir... Bu, bilinç-akışının belirli yöntemlerindendir. İç- konuşma: bilinçsize yakın düşüncelerin dile getirilmesidir. Doğal nitelikleri bakımından, düzenleyici mantıktan önce gelen en içten düşünceleri, doğuşlarına, akışlarına göre sıralayan bir konuşma...

Ve gene zaman... kayıp giden, yakalayamadığımız zaman !..


***

“Bir zamanlar her şey daha başkaydı...Bir zamanlar akıntıyı istediğimiz gibi kesebiliyorduk. Ocaktan aralığa doğru nasıl da hızlı geçiyor yaşam. Hiçbir gölge düşürmeyecek kadar yakınımızda büyüyen nesnelerin seliyle silinip süpürülüyoruz hepimiz...hiç bir karşılaştırma yapmıyoruz, beni ya da seni hiç düşünmüyoruz; bu bilinçsizlik içinde sürtüşmeden doğan en büyük özgürlüğe ulaşıyoruz”

“Bizim sonsuz akışımıza tek başına direndi ağaç. Çünkü ben değiştim durdum; Hamlet’tim, Shelley’dim.. Dostoyevski’nin romanlarından birindeki şimdi adını hatırlayamadığım kahramandım. Bütün bir dönem boyunca inanılmaz bir biçimde Napolyon’dum; ama en başta Byron’dum elbette...

“ Boşver iyidir yaşamak gen de dayanılabilir yaşamaya... Pazartesi salıyı izler... sonra Çarşamba olur... .her biri o aynı gönenç dalgacığını yayar... aynı ritim eğrisini yineler... taptaze bir kumu ürpertiyle örter ya da onsuz ağır ağır geri çekilir. Düşünce halkalar geliştirir... acılar olgunlaşma içinde eritilir. .. Gittikçe çoğalan mırıldanma ve dayanıklılık içinde, açıp kapayarak, kapayıp açarak, bütün varlığın bir saatin zembereği denli içeri dışarı yayılıyor görünene dek; gençliğin ivecenliği ve coşkusu işe koşulur.”

“Hoştur yaşamak iyidir yaşamak... Yaşamın yalın ilerleyişi doyurucudur.. Bir şeyler,hep bir şeylerden sonra yapılmalıdır. Pazartesiyi Salı izler... sonra Çarşamba ...”

“Nasıl da hızlı akar ırmak Aralık’tan Ocak’a doğru!.. Bir tek gölge bile düşürmeyecek denli yakınımızda büyüyen nesnelerin seliyle sürüklenip götürülüyoruz... Yüzüyoruz... yüzüyoruz.. “

“Bununla birlikte sıçramalar yapmak zorunda olduğumuz için çırpınıyoruz.”

“Ama dönelim yine.. haydi yine yaşamın parmaklarımızda çevirdiğimiz bir küre biçiminde sağlam bir öz olduğu aldatmacasını sürdürelim.

Haydi!.. yalın, usa yatkın bir öykü oluşturabilirmişiz gibi yapalım. Böylece bir olay öldürüldüğünde -aşk örneğin- düzenli bir biçimde bir sonrakine geçebilelim.”

“Balıklar gibi havalara sıçramalıyız... ama ne denli yükseğe sıçrarsak sıçrayalım, yine gerisin geriye ırmağa düşüyoruz. Çivi gibi sokulmuşum bilmecedeki yerime...Hiç bir zaman başarıya ulaşamayacağım, konuşmakta bile... yetkin tümceler kurmakta bile. Ama geçmekte olan ana hepinizden daha çok şey vermiş olacağım, hepinizden daha çok odalara, daha değişik odalara girip çıkacağım. Ama içeriden değil de dışarıdan bir şeyler geldiği için unutulacağım.. sesim kesildiği zaman beni hatırlamayacaksınız. Belki de, ancak bir zamanlar sözcüklere çelenk yapmış bir sesin yansıması olarak anımsayacaksınız...”

“Yiten ne? Tükenen ne ? diyen usum boş bir bölgeye gitti. Ve “Tükenen ve bitirilen” diye mırıldandım; “tükenen ve bitirilen”, kendimi sözcüklerle avutarak. Herkes, yüzümün anlamsızlığını gördü... Cümlemin son sözcükleri kuyruklarını sallayıp uçuverdiler. Ve eve gitmek için paltomu iliklerken daha çok tiyatrolara yakışır biçimde, “Gençliğimi yitirdim” dedim.”

“Deniz kükrüyor.. uzanamayacağımız bir yerlerde. Ama, oraya atılıyorum ben Oraya gidiyorum, boşluğumu yeniden doldurmaya; gecelerimi germeye ve onları düşlerle tıka basa yüklemeye.”


***


DALGALAR daha farklı ve çetrefil bir romandır... Amaç ilk duyumdan, sonuna dek yaşamın eksiksiz bir resmini sunmaktır. Woolf romanı tüm ayrıntılardan, olaylardan, çözümlemelerden, yazarın kendi yorumundan arındırmak, ama bunu yaparken, soğuk ve tumturaklı olmaktan kaçınmak ister...Tümüyle biçimci bir yapıyla ve içe dönük bir anlatımla ruhun yaşantısını her zamandakinden daha eksiksiz sunar bize... Roman kişileri, yaşamlarının birbirini izleyen dönemlerinde düşüncelerini yüksek sesle dile getirirler...Böylece insanın yedi çağını nasıl yaşadığı romandan çok klasik tiyatroyu andıran yapay bir yapı içinde verilir...


Roman kahramanlarından yazar olmak isteyen Bernard’ ın bazı bölümlerdeki iç konuşmalarından aktarmak istiyorum:

***

“Öyküler uyduruyorum.. Oyuncaklar büküyorum herhangi bir şeyden... Kulübe kapısında bir kız oturuyor, bekliyor, kimi?.. Müdür halıdaki deliği görüyor. İç çekiyor.. Karısı, şimdi bile gür olan saçlarının dalgaları arasında gezdirerek parmaklarını, düşüncelere dalıyor -daha bir sürü şey. Elerin dalgalanışları, sokak köşelerinde duraklamalar, hendeğe sigara düşüren biri- tümü birer öykü bunların... Ama hangisi gerçek öykü? İşte onu bilmiyorum.. bu yüzden sözcüklerimi, onları giyecek birisini bekler durumda giysiler gibi, dolapta asılı tutuyorum. Böylece bekleyerek, böylece ölçüp biçerek, şunu not ederek, sonra bunu, bir yerinden tutunamıyorum yaşama.. Ayçiçeği üzerindeki bir arı gibi süprülüp atılacağım. Sürekli bir şeyleryığan, gittikçe yetkinleşen düşüncelerim, aynı zamanda bir düzine değişik yöne akıyor, civa gibi..”

“Ay için düzenlenmiş tümceler neydi? Ve aşk için düzenlenenler?.. Ölüme hangi adı vereceğiz?.. Bilmiyorum.. Sevgililerin kullandıkları türden küçük bir dil gerekli bana.... Şimdi utku türkümü yükselteyim. Şükürler olsun yalnızlığa.. Yapayalnız olayım. Şu varlık örtüsünü düşüreyim ve fırlatıp atayım, şu küçücük bir solukla gece gündüz değişen bulutu, bütün gece boyunca, bütün gün boyunca... Burada otururken değişiyordum. Gökyüzünün değişmesini izledim. Bulutların yıldızları kaplamasını, yıldızları özgür bırakmasını, sonra yine yıldızları kaplamasını gördüm... Artık onların değişmesine bakmıyorum. Kimse görmüyor beni ve artık değişmiyorum. Şükürler olsun yalnızlığa ki gözün baskısını kaldırdı. Yaşamın kısalığını ve baştan çıkarmalarını çok iyi duyuyorum.”

“Susan’ın çocukları var; Neville hızla yükseliyor, gözden kaçacak gibi değil. Hayat geçiyor..Bulutlar durmadan değişiyor evlerimizin tepesinde. Bunu yapıyorum, şunu yapıyorum, sonra yine bunu yapıyorum, yine şunu. Karşılaşarak, ayrılarak değişik biçimler alıyoruz, kalıplara giriyoruz. Ama bu izlenimleri tahtaya çivilemezsem, içimdeki sürüyle adamdan tek bir adam yaratamazsam, uzak dağlara serpilmiş kar çelenkleri gibi bölük pörçük bir biçimde değil de şu anda, burada varolmazsam kar gibi eriyiveririm...harcanırım...”

“Bir ozanım ben, evet. Kesinlikle, büyük bir ozanım ben. Gelip geçen kayıklar ve uzaktaki ağaçlar “süs ağaçlarının akan çeşmeleri..” olduğu gibi görüyorum. Olduğu gibi duyuyorum. Esinleniyorum...Yaşlarla doluyor gözlerim. Yine de, bunu duyarken bile çılgınlığımı kamçılıyorum... Yükseklere... yükseklere.. Köpürüyor... Yapaylaşıyor, içtenliği yok oluyor. Sözcükler... sözcükler.. sözcükler... nasıl da koşuşuyorlar dört nala -nasıl vuruyorlar uzun yelelerini, kuyruklarını; ama, içimdeki bir yanlışlıktan ötürü onlarla birlikte uçamıyorum.... Bir sakatlık var içimde, üzerinden geçip gidersem köpüğe ve yalana dönüşen... öldürücü bir duraksama. Ama yine de ileride büyük bir ozan olamayacağım inanılmaz bir şey. Şiir değilse ne yazdım ben dün akşam? Çok hızlı, çok usta mıyım? Bilmiyorum. Bazen kendimi bilmiyorum.. ya da beni yapan tohumları nasıl ölçeceğimi, nasıl adlandıracağımı, sayacağımı bilmiyorum..”



***

Küçüklüğünden beri yazar olma çabası ve düşüyle tasarımlar yapan, bu yolda kendini programlayan Bernard’ın yanında tüm roman kişilerinin iç konuşmalarından, daha doğru bir söyleyişle düşündüklerinden; kimliklerini, tutkularını, amaçlarını, aşama aşama hangi evrelerden geçip romanın ilerleyen bölümlerinde hangi noktada neler geçirdiklerini öğreniriz... Böylece ilerleyen romanda kişilerin bilinç akışıyla geçen yıllar...zaman.. ve dönemler verilir... Alışılmış romanlardaki mekan, zaman kavramlarını bulamayız.. Bir olayı; bu altı kişideki yansımalarıyla onların kişiliklerine göre algılayıp aktarmalarıyla kavrayabiliriz... Çevre, onların bilincine bıraktığı etkilerle tanımlanır... onlardaki çağrışımlarla sezeriz...

Susan’ın, okul günlerinde özlediği çiftliği şu anlatımlarla buluyoruz...


“Bütün mayısı ve haziranı koparttım dedi Susan; ve temmuzun yirmi gününü.. Koparttım onları, buruşturup yumak yaptım. İçimde bıraktıkları ağırlıktan başka bir şey kalmadı onlardan.. Büzülmüş kanatlarıyla uçamayan pervaneler gibi topal günlerdi onlar... yalnızca sekiz gün kaldı. Sekiz günlük bir zaman diliminden sonra trenden ineceğim, platformda duracağım altı yirmibeşte ... Sonra özgürlüğüm yelken açacak, büzülen, kıvrılan bütün bu kurallar, saatler, düzen, disiplin, tam zamanında orada olmalar, burada olmalar- çatlayıp dağılacak.. Ben arabanın kapısını açıp eski şapkası ve tozluklarıyla babamı görürken, gün fırlayıp çıkacak. Titreyeceğim. Yaşlara boğulacağım. Sonra ertesi sabah erkenden kalkacağım. Mutfak kapısından bırakıverecğim kendimi dışarı. Kırlarda yürüyeceğim. Düşsel binicilerin kocaman atları gümbürdeyecek arkamda ve duracak. Çimenlere sürünerek uçan kırlangıcı göreceğim. Irmak kıyısında bir banka atacağım kendimi, sazların arasında içeri dışarı kayan balıkları gözleyeceğim. Avuçlarıma çam dikenlerinin izi çıkacak. Burada oluşturmuş olduğumu orada açıp ortaya çıkaracağım; katı bir şeyi. Çünkü bir şeyler büyüdü içimde burada; yazlar kışlar boyunca merdivenlerde, yatakhanelerde... Jınny’nin istediği gibi beğenilmeyi istemiyorum... Ben içeri girdiğimde herkesin bana beğenerek bakmasını istemiyorum... Vermek istiyorum.. bana verilmesini istiyorum... Bana verilmesini istiyorum, uğrunda neyim var neyim yoksa ortaya dökeceğim yalnızlığı istiyorum...

Sonra ceviz yapraklarının kemerleri arasında titreyen yollardan geri döneceğim. Mutfak avlusundan geri döneceğim. Çiğden benek benek lahanaların kıvrılmış yapraklarını göreceğim... Yukarı odama çıkacğım, titizlikle dolaba kilitlenmiş kendi eşyalarımı çıkaracağım... Midye kabuklarımı, yumurtalarımı, garip çimenlerimi...Kumrularımı sincabımı besleyceğim... Kulübeye gidip köpeğimi tarayacağım.. Burada içimde büyümüş olan katı şeyi ağır ağır değiştireceğim... Ama burada ziller çalıyor; ayaklar sürükleniyor sürekli...

“Kaç aydır, kaç yıldır bu merdivenleri çıkıp duruyorum; kışın sıkıntılı günlerinde, ilkyazın serin günlerinde?.. Şimdi yaz ortasındayız... Basamakları sayıyorum çıkarken, basamakları sayarken aslında bir şeyi tamamlamış oluyorum... Tıpkı bunun gibi her gece geçmiş bir günü yırtıyorum takvimden, sımsıkı bir yumak yapıyorum. Kin içinde yapıyorum bunu.. Öcümü alıyorum günden. Kinimi çıkarıyorum onun görüntüsünden... Öldün işte diyorum. Okul günü nefret günü. Haziranın bütün günlerini pırıl pırıl yaptılar, düzenlediler, zillerle derslerle buyruklarla...yıkanmak için, üstümüzü değiştirmek, çalışmak için, yemek için... Salonlardaki konserlere gitmek için kaldırımlar boyunca dizilmiş arabalara biniyoruz. Galeriler resimler gösteriliyor bize... Bizim oralarda kuru otlar dalgalanır şimdi çayırlarda.. Babam çite yaslanıp sigara içer...Yaz rüzgarı boş geçitler boyunca eserken... evde bir kapı çarpar... sonra biri daha... Eski bir resim sallanır belki de duvarda.. Kavanozdaki gülden bir yaprak düşer. Çiftlik arabaları kuru ot yığınları saçar çalılara. Hepsini görüyorum... her zaman görüyorum...”



***

Bu bölümleri yalnızca Virginia Woolf’un şiirsel anlatımını aktarabilmek amacıyla aldım..

O’ nun yaşamı ve insanı bütün renkleriyle anlatmak için yeni yöntemler geliştirip bu yöntemlerinde yetkinliğin sınırlarını zorladığı iki başyapıtı Deniz Feneri ve Dalgalar'dan sonra bir tür tatil romanı 1928’de ORLANDO’ yu yazar.

Bu kitapta Woolf kendisini ruhsal çöküntünün eşiğine getiren kısıtlamalara baş kaldırarak içindeki dizginlenemez bir şeyi dışa vurmuş, düş gücünü zaman ve mekanın, gerçeklik kaygısının sınırlamalarından kurtaran fantezi türüne sığınmıştır. Kitap bir yaşamöyküsü olmak iddiasındadır, ama yazar binbir benlikli kişiliğinin yansıtılmasının olanaksız olduğunu ortaya koyar. Bir roman da değildir, çünkü gerçekle bağlarını koparmıştır. Yaklaşık üç yüz elli yıllık bir zaman dilimi içinde Kent bölgesindeki malikaneden Londra salonlarına, İstanbul konaklarından Bursa yaylalarındaki çingene çadırlarına uzanan mekanlarda önceleri erkekken mucizevi bir biçimde kadın olan ORLANDO’ nun öyküsü anlatılır. Woolf sanki yaratıcı yaşamının ortasında bir eğlencelik ve aynı zamanda düşüncelerini özgürce dile getirebileceği bir aracı istemiştir. Orlando’ nun sınır tanımaz, alaycı, neşeli, coşkulu atmosferi içinde yapıtlarında tekrar tekrar işlediği ve daha sonra da işleyeceği temalar, sanatın, dehanın, yaratıcılık sürecinin nitelikleri, bireyin karmaşıklığı, gerçek yaşam ve yazın ikilemi, gerçeğin, aşkın, giderek yaşamın kendisinin nitelikleri, tarih duygusu, kadının konumu gibi konular üzerindeki düşüncelerini zaman zaman kendini de tiye alarak, güler yüzlülükle, sözünü sakınmadan dile getirir. Bunu yaparken romanın kapsadığı geniş zaman diliminin avantajlarından yararlanarak Elizabeth dönemi edebiyatının karmaşık ve tumturaklı eğretilemelerinden moralite oyunlarına, Kraliçe Anne dönemi nüktedanlarının iğneli dilinden romantiklerin duygusallığına, Victoria döneminin tutukluluğundan son bölümdeki bilinç akışına kadar İngiliz Edebiyatının binbir rengine kendi özgün dilini ve imgelerini eklemleyerek okura zengin bir edebiyat panoraması sunar.


***

“Ben neyim? diye soruyorum. Bu? Hayır, ben şu’yum. Özellikle şimdi bir odadan, konuşan insanlardan ayrıldığım, yapayalnız, altımda kaldırım taşlarının çın çın öttüğü, ayın görkemli, ilgisizce eski kilisenin üzerinde yükselişine baktığım zaman, iyice anlıyorum ki bir tek ve yalın değilim, karmaşık ve çoğum. Herkesin içinde Bernard fıkırdar; özel yaşantısında gizliliğe eğilimlidir. İşte onların anlamadıkları da bu; çünkü, kuşkusuz onlardan kurtulan benim, kaçamaklı karşılıklar verdiğimi söyleyerek şimdi benden söz ediyorlardır. Değişik geçişler yapmak zorunda olduğumu anlamıyorlar; sıraları geldikçe Bernard olarak paylarına düşen davranışları gösteren birçok değişik adamın giriş ve çıkışlarını gösteren birçok değişik adamın giriş ve çıkışlarını düzenlemek zorunda olduğumu... Korkunç bir biçimde anlıyorum koşulları. ..”

“Ama sen anlarsın; sen, kendim, bir çağrıya her zaman giden ( korkunç bir deney olurdu bu çağırmak, gelecek hiç kimse yokken; gece yarılarını ıssızlaştırırdı bu, açıklarda kahvehanelerdeki yaşlıların yüzlerindeki anlamı- gelmeyen birisini çağırmayı bir yana bırakmışlardır artık) sen anlarsın benim bu gece söylediklerimle yalnızca yüzeysel olarak tanımlandığımı. Aşağılarda en uyumsuz olduğum anda bütünleniyorum da. Coşkun bir anlayış gösteriyorum; oturuyorum bir delikteki kara kurbağa gibi, ne gelirse gelsin tam bir soğukkanlılıkla karşılayarak.”



***

Virginia Woolf, akıcı, şiirsel, atak anlatımıyla yüzyılımızın romanını soluklandıran, yeni alanlara süren bir yazar...

"Çağdaş” sıfatını yalnızca çağda yaşamaktan ötürü kazanmamış, hak etmiş bileğinin gücüyle almış bir yazar. O’nun yaşamı boyunca yüzyılın karmaşıklığına, değişkenliğine uygun düşen bir ivedilik bir anlatım yoğunluğu ardından koştuğunu görüyoruz..

Psikolojideki, biyolojideki yeni açılımlar, yeni bulgular bir sığınak değil O’nun gözünde... Yaşamı yarı saydam bir zarf olarak görüyor. O yüzden de “bizden kaçıyor yaşam" diyor.. Ve bu kaypak yaşamı kavrayabilmek, somutlayabilmek için zekasını ve duyarlığını seferber ediyor... O’ nda bilim ve düşün alanındaki her yeniliğe, her gelişmeye açık bir kafa , dinmek bilmeyen bir araştırma tutkusu, gerçeği didik didik etme kaygusu.. Titiz, soylu duyarlıklı bir anlatıcı.. Yapıtlarında çağının eleştirmenleri tarafından da kabul edilmiş keskin, duygudan ürkmeyen bir zekanın ürünleri var.

Virginia Woolf da tüm diğer yazarlar gibi kitaplarında kendine yer veriyordu. Bütün ipuçlarını bir yana koysak bile O’nun yapıtlarında sıradan olmayan, zeki, irdeleyen, yargılayan kahramanlar vardır. Ancak tüm iyi yazarlar gibi yalnızca kendini anlatmıyor ve tüm yazarlar gibi yaşamını bir iç dökme biçiminde anlatmıyor, onu önce dışsallaştırıyor, sonra herhangi bir öğe gibi yapıtının dokusuna katıyordu. The Voyage Out’ taki Rachel’de, Gece ve Gündüz’deki Katherine’de, Mrs. Dalloway ve Deniz Feneri’nde hep Virginia Woolf’tan izler buluruz.

Son yıllarda V. Woolf’un yayıncılığı kadar, kadın hakları konusundaki tavırları, düşünceleri, kısacası feminist yanıyla da ele alınmaktadır.

Zaman zaman toplumsal çalışmalardan uzak durduğu, örgütlü çalışmalara katılmadığı için eleştirilere uğramıştır. Oysa O tüm yaşamı boyunca, kadın hakları ve barış için durmadan savaşım verdi. Kendisi yazılarıyla bir örgüt kadar etkili olmuştu. Virginia Woolf’un eğitimi, dönemin aydın aileleri için tipiktir. Özel eğiticilerle yetiştirilmişti. Bu eğitim tümüyle akademiktir. Hiç bir muhalif, politik yaklaşım içermez. O’nun sınıf savaşımından uzak duruşunun nedenini bunda aramak gerekir.


“KENDİNE AİT BİR ODA”da kadınların yazarlık ya da başka mesleklerde söz sahibi olabilmeleri için kendilerine ait bir oda ve bir gelire sahip olmaları gerektiğini savunur. Ancak bunu yaparken son derece zekice örnekler verir; kitaba güleryüzlülük ve yaratıcılık hakimdir. Woolf burada yalnızca kadının durumunu değil, dehanın mahiyetini ve faşizmin yazgısını da irdeler. Woolf’a göre yaratıcı kişinin zihni çift eşeyli olmalıdır. Ancak insanın zihnindeki erkek ve dişi kimlikleri işbirliği içinde oldukları zaman iyi yapıtlar üretilebilir. Gerek İngiltere’de gerekse Amerika’da büyük beğeniyle karşılanan ve çok satan bu denemenin devamı olarak 1938’de yıllar sonra kaleme aldığı THREES GUINEAS ilkinin güler yüzlü parıltısından yoksundur ve yazarın başarısız yapıtlarından sayılır.

Bu konu Deniz Feneri’nde de işlenmiştir.

1927 yılında yazılan bu romanın kahramanı Mrs. Ramsay resim yapan, bağımsız Lily arasında kıyaslamalar vardır. Mrs. Ramsay kocasının ve çevresindeki erkeklerin baskısını duyuyor; kızıyor, üzülüyor, ama yine de “her şeyin başı sonu kadın için evlilik” deyip bir noktadan sonra baş eğiyor... Önüne gelen kızı evlendirmeye çalışıyor. Toplumsal görev olarak da, kolunda sepeti ile yoksullara gitmekten başka bir şeye uzanamıyor.. Ama sonunda ayakta kalan, başarıya ulaşan Mrs. Ramsay değil, resim yapmaya çalışan Lily’dir - kadınlık dışında uğraşı olan, evlenmeyen özgür Lily... Bir şeyler üreten, gören, kalan odur... Öteki kadın kocası ve çocukları için yaşamış, toplum içindeki çıkmazını görmüş, ama kurtulamamıştır. O güzel, duygulu, özverili, sağlam karakterli kadın romanın sonunda hiç bir iz bırakamadan yok olup gitmiştir.


***

Virginia Woolf, Joseph Condrad Henry James, Thomas Hardy, John Galsworthy gibi ünü yaygın yazarların sevilip okunduğu bir dönemde yepyeni bir soluktur.

Doğaldır ki yaşadığı zamanda ve sonraları, eleştirildiği yanları da olmuştur. Bunlardan ilkini az önce belirtmiştim..

Bir diğeri de “önemsiz şeylerle uğraştığı, sıradan insanı anlatmadığı” yönündeki eleştiriler..

Arnold Kette, yazara yöneltilen saldırıları yanlış buluyor... onun natüralistlere neden karşı çıktığı üstünde duruyor. Yine de şöyle bir soru sormaktan kendini alıkoyamıyor.

“Hayat parmaklarımızın arasından kaçıyor, diyor, Mrs. Woolf... Ama acaba Bennett’in romanlarındaki hayat kaçağı, Woolf’unkilere girebilenden daha çok değil mi?”

Ünlü bir eleştirmenin ( Kettle) gözünde yazarın yanlışı, kişisel tedirginliğinin nedenlerini bulmaktaki yetersizliği ve ileri sürdüğü olumlu yanıtın kısıtlılığıdır.

Ama bakıyoruz Bennett çok daha az tanınıyor günümüzde. Woolf’tan ise Hemingway’e, Faulkner’a, Wolfe’a, T.S:Eliot’a yeni boyutlar edinerek günün yazarlarına kadar uzanan bir çizgi var.

Mrs. Dalloway’ den söz ederken, “bir gün bile yaşamak çok, çok tehlikeliydi ona göre” der. Kendisi de olanca yaşama sevgisine; insan onuruna, insan bedeninin olanaklarına beslediği büyük inanca karşın, II. Dünya Savaşı’nın zorbalıklarına, kıyımına dayanamadı!?..

28 Mart 1941’de Sussex’ deki ırmakta intihar etti.


Kasım – 1996 / gunfrfd

Hiç yorum yok: