TURGAY FİŞEKÇİ
Cumhuriyet Kitap
Sayı:353
Avluya Düşen Gölge 22. şiir kitabınız. Dağlarca’dan sonra belki de çağdaş şiirimizin en çok yazan şairisiniz. Bu üretkenliği nasıl açıklıyorsunuz?
- Toplasak Oktay Rifat’tan, Cansever’den daha fazla değildir sanıyorum. Sayı olarak belki öyledir, ama benim kitaplarımın çoğu küçük boyutlardadır. Her şeyi de şiir olarak yazmadım. Pera ile Galata’ya metin-yazı diye baktım. Üretkenlik sorusuna gelince Ben dünyaya yaşamaya, görmeye geldiğime değil de, sanki yazmaya gelmişimdir. Buna inanırım. Benim başkaca bir kurtuluşum yoktur. Yazmak işte bu yüzden cehennemdir benim için. Yaşamadım ben, yazdım; Memet Fuat’ın bir yazısını okurken anladım bunu: Yıllarca önce Ankara’da evine gitmiştim. Nereye elini uzatsa kağıt parçalarına yazılmış dizeler, şiirler çıkıyordu. Yerdeki halının altından bile şiir çıkmıştı. Kendini böylesine şiirle sarıp sarmalayan bir insanın sonunda şiire dönüşmesi kaçınılmazdır. Evet, yaşamadım ben, yazdım. Bir de, okudum.
- Kitabın girişinde söylenen;
Dilin doğasında sözün sıfıra indiği bir dil vardır
Dili o sınırda tutmak
Ordan yazmak...
sözünü biraz daha açar mısınız?
- Kısaca, söyleyeceğini en kısa yoldan söylemek, sözü o zehiri atmak, asıl gerçeğe inmek; dilin kaymağıyla yazmak; ayıklamak ... Daha kısası, Heidegger ile Husserl’in açtıkları ayraca iyice bakmak; ayıklamayı bilmek. Kitap okunmadan bunun kolay kolay anlaşılacağını sanmıyorum; her şey orda çünkü. Her şeyden önce de dili görmek: Dil de bütün canlı varlıklar gibi bir varlıktır: Soluk alır verir, uyur, düş görür, başı ağrır, susmasını” konuşmasını bilir, üşür. Geçmişte, gelecekte, şimdide de yaşar. Öte yandan, dilin tarihinin ayracı uzun süre kapalı kalmış, açılmamıştır da. Dile, dil olarak bakmamız yenidir. Yenidir, çünkü dilin görülmesi, bakılması, bir nesne, özne ‘muamelesi’ görmesini çağımıza borçluyuz. Bir tüketim aracıdır ama, kendine gelme kendi olma eğilimi de vardır. Daha da ileriye gittiği de: ‘Ben’i bozguna uğrattığı, yok saydığı da vardır. Derin hiçliğe bürünerek de ordan baktığı da ... Şiir, dilin bütün bu hallerini yaşar. Çocukluğu, delikanlılığı, kocamışlığı. .. Avluya Düşen Gölge çocukların süt dişleriyle yazıldı. Ben buraya yeni geldim. Hepsi bu da değil.
Dil asıl da bilinmeze tutunarak, yaslanarak yürür. Dilin bu bir başına, kendi kendin bilinmeze olan yolculuğunu hep merak ettim. Şairlerin dilin üstüne eğilmelerinin nedenlerinden biri hep bu olmamış mıdır?
Dilin bu yolculuğu boyuncaki kendi kendineliğini, ilk maddîliğini (bu enderliği, ele geçmezliği), benim aracılığımı en aza indirerek yakalamak, bunu sezer, duyar gibi olmak, o utkuyu yaşamak, bilinmeze tanıklık etmektir.
Daha ilerisini de merak ettim: Dilin parçalanışını, dağılışını, esrikliğini ... (Şiir parçalanmadan yazılmaz.)
Körlüğünü de: Çölde yürür gibi olmaktır bu (ama çekirdekle, çekirdeğin yanı sıra yürümek).
Ben dilin parçalanışını, körlüğünü hep yaşadım. Sevincim oldu bu. Kitabın başına aldığım sözlerin anlamı biraz budur. Meraklıları için (dilin hayatı için) şu günlerde YKY arasında çıkacak olan Logos’u önermek isterim.
- Kitabın yayına hazırlanma sürecinde bir mektubunuzda bu kitaptaki şiirlerin “görsel” değil, tona dayandığını bu gün şiirinizin geldiği noktanın bu olduğunu söylemiştiniz. Bu noktayı biraz açar mısınız?
- Şöyle başlayayım bu sorunun yanıtına: Wittgensteine: ‘Trakl’ın şiirlerini anlamıyorum, ama tonunu seviyorum’ der.
Kitapta ilk bakışta dizelerin, sözcüklerin dizilişi / görsel izlenimini verecektir.. Benim böyle bir kaygım olmadı, varsa kendiliğinden vardır. Sessizlik gibi, görsellik de önemlidir elbet. Şiirin yapısı buna her zaman açıktır: Ama elbet modern şiirin. Dizelerin sıralanışı sesin yükseklik, alçaklık derecesine göredir. Genelde benim şiirim yüksek ses şiiri değildir. Şiirin, çıkmaz da olsa yapısal düzenlemelerine savaşım olmuştur, ama ‘yüksek sese’ kapalı kalmışımdır. Daha çok tonun alçak ‘sesine’ daha bir bağlanmışımdır. Bunu bile söylemek zor. Korkarım ben sesten, sessizliği, o beyazı yazmak istemişimdir hep. Gözle okunan şiire, bir ona inanmışımdır bile diyebilirim. Avluya Düşen Gölge benim bunca yıl sonra ayırdına vardığım bir ilkeye gelip dayanmıştır: Ton.
Bu şiirlerin yedi yıllık bir serüveni vardır. Belki yüzlerce kez dizeler, sözcükler yer değiştirdi durdu. Yüz kez de yazıldı. Her şiir kâğıda geçmeden bu tonu yaşadı: Yerini uzun deneylerden sonra aldı. Bu ton bulununca da şiirin bittiğine inandım. Ton, sanki her şey oldu. Anlamın, yalnız anlamın mı? Şiirin öteki ilkelerinin yerini de aldı. Ton dediğime gelince: Ton, yapısı gereği çok sesliliği barındırır. Türk şiirinde tonla ilgili büyük örnek Nazım’ın şiirleridir, daha çok da yüksek sese dayanır. Nerdeyse de ton onda her şeydir. Avluya Düşen Gölge’de ton alçak mı alçak bir sesle yürür. Bir o egemendir. Bir örnek vereyim:
Suyum
……… ben
bırak
……… gideyim
dikkatle okunursa alçak ses, tonun yerini tutar. Ton burda çok anlamın yerini kuşanmıştır. Başka türlü dizildiğinde yalnız tek anlamdan öteye gitmez. Alçak sese dayanan tona Ahmet Haşim’in: ‘O Belde’ şiiri iyi bir örnektir diyebilirim. Anlam ağırlıklı bir şiir o ama, alttan alta tonun vurgusu batar çıkar gene de. Bir şey daha söyleyeyim:
Tondan ben ‘sesi’ anlamam, tonun gizil dolaşımını, bir karabatak gibi dalıp çıkışını anlarım. Ses yoktur bunda ya da varla yok arasıdır; uzam ve zaman vardır, uzamın devimi vardır, boşluklar vardır: Düşüşler, çıkışlar, yitmeler, yeniden baş vermeler ... Ton, Avluya Düşen Gölge’de böyle bir işlem yüklenmiştir. Okuma da yaratıcılık ister. Dahası, ben ‘tonla’ bu kitapta tanışıyorum gibi de buldum kendimi.
- Avluya Düşen Gölge dosyası bir kaç yıldır elinizde bitmiş olarak bekliyordu. Bitmiş bir dosyayı elinizde bekletmek, bir şair için zor değil mi?
- Zor, elbet. Ama şiirler beklemeyi sever. Bunu her şiir öğretmiştir bana. Kitap ise dahasını... Hiçbir şiir durduğu yerde durmaz: Devinir, yeni anlamlar "üretir, yeniden doğar."
Şiirse elbet. Bitti, dediğim bir şiirin bir süre sonra bitmediğini görmüşümdür. Daha da önemlisi, bir türlü bitmeyen bir şiirin, bir süre sonra, bir sabah bitmiş olduğunu görmektir. Şair her şiirde yaşar bunu. Şiir çünkü yaratıcısından çıktıktan sonra kendi serüvenini, kendi hayatını yaşamak ister. İş bununla da bitmez:kendi kendini de arıtmaya, temizlemeye, gözden çıkarmaya kadar gider. Kimi şiirler de durduğu yerde yine kendi yerine döner; oysa daha dün yırtmış yok saymışsınızdır. Avluya Düşen Gölge başlangıçta bugünkünün üç katıydı, ayıklana ayıklana bugünkü halini aldı. Şiir acımasızdır. Şair daha da. Asıl sorun burada başlar:temizlik iki koldan yapılacaktır.
Hâlâ orda burda yırtıp attığım şiirlere rastlıyorum, kimilerinin kitaba girmediğine üzülüyorum. Ama şunu da biliyorum: Zaman önemlidir. Evet ama, zaman şiirlerin hem lehine hem de aleyhine çalışır. Beğenide (şairin her şeyi olan beni) yanılgılara açıktır. Bilinmez. Kısaca, zamanın da, beğeninin de zordur işi. Gene de şiirler beklemeyi sever, diyeceğim.
- Bir kitap bittiğinde şair olarak nasıl bir ruh durumu içinde olursunuz? Yeni bir kitaba nasıl başlarsınız; tek tek şiirler yazmak mı, kitabın bütününü önceden tasarlayarak mı?
- Ben şimdiye değin pek zorluk çekmedim. Bir şiir, bir kitap bittiğinde, bir başkası başını çıkarmıştır, bekliyordur. Ama ilk kez öyle olmadı: Avluya Düşen Gölge bitmiş, yeni şiirler yazamıyordum. Bu iki yıl sürdü. Yeniden Avluya Düşen Gölge ile gidip geliyordum, elimin altından düşmüyordu. Her seferinde de bir ucundan tutuyordum. Bununla göneniyordum. Kimi kımıltılar oluyor, üstlerine yürüyordum ama bir türlü başaramıyordum. Yalnız yüzlerini göstermekle yetiniyorlardı, yanıma yaklaşmıyorlardı. İki yıl bunu deli gibi yaşadım. Sonra yavaş yavaş elimden tuttular: Bir buçuk yılda beş şiir yazdım. Bir şeyi bana, bir daha öğretti bu şiirler: Bir duvarın, bir evin elinden tutar gibi, taş taş üstüne koya koya bir duvar gibi bir şiir de çıkılır, yapılır. İsteyip de yazamamak korkunç bir şey. Günler, aylar geçer tıs yoktur, oysa her an bekliyorsundur, küçük bir kımıltı yetecek gibi görünür, günlerce uğraşır, gene başladığın yere gelirsin: Büyük bir boşluğa. Böyle zamanlarda korkunç sinirliyimdir, hiçbir şeyden tat almaz olurum. Kitaplar, şiirler deviririm, beni uyaracak her çareye başvururum, sonuç sıfırdır. Kendimi de boş bir çuval gibi duyarım. Lânet biri olurum.
- Siz, hayatında şiir dışında hiçbir şeye önem vermeyen, hiçbir şeyi şiirin önüne koymayan yanınızla da ilginç bir şairsiniz. Bizi şiirle günlük hayatınız arasındaki ilişki üstüne biraz aydınlatır mısınız?
- Her şeye şiir yazmak için bakan, dünyaya gelişini de nerdeyse buna bağlayan birinin bunun dışında bir yaşamı olabilir mi? Hem ben bunda yalnız olduğumu sanmıyorum. Şair, şairden başka bir şey olamaz. Hem daha önce de söyledim: şairlerin yaşamı yoktur. Şiirleri vardır, şiirlerdeki yaşama, yaşam diye bakarlar. Başka bir yaşam bilmezler. Hiçbir şey şiirin önüne konmaz, konamaz. Şiirle günlük yaşam arasındaki ilişki mi? Yaşam kullandığım ölçüde vardır benim için. Kullanmadığım yaşama bakmam. ‘Yönetilmeyiz biz.’ Gün beni değil ben günü elimin altına alarak çıkarım. Bir dal düşmüştür, kaldırırım; bir yaprakcığı düzeltirim.
Varolmanın yorumcularıdır şairler. Yaralı doğmuşlardır!...
Sözse, suyun dibindedir..
- Memet Fuat’ın söylediği “İlhan Berk, dokunduğu her şeyi şiire dönüştürür; “ sözünü siz nasıl yorumluyorsunuz?
- Memet Fuat’ın “İlhan Berk dokunduğu her şeyi şiire dönüştürür.” sözünü nasıl mı yorumluyorum? Yorumlamıyorum.
Her şair dokunduğu şeyi şiire çevirir: Eğer şairse, elbet. Ben bir ayrıcalık değilim!
- Sizin Atlas, Galata ve Pera adlı kitaplarınız pek çok okur için birer coğrafya kitabı işlevi de taşıdılar. Yeryüzünün pek çok noktasını bu şiirlerle tanıdılar. Ben şiiri sokaklarda adım adım izlediğinizi düşünüyorum. Bu kitapları yazarken asıl amaçladığınız neydi?
- Galata ile Pera’yı yazmaktaki amacımı biraz tarih, biraz da coğrafyaya olan sevgim diye özetleyebilirim. Büyük ölçüde de bu tarihe tanıklık etmek diyebilirim. Böyle bir coğrafyanın varlığı ilgilendirdi beni, o çıksın, vursun dedim bir yazıya. Özellikle Pera’da, kitaptaki sokakların pek çoğu bugün yok artık. Yalnız sokakların mı? İnsanların da elbet. Galata da öyle, yarın o da yok olacak. Galata’nın çetelesini çıkardım ben. Adımladım, her karış toprağı numaraladım bıraktım. Galata daha çok nesneler kitabıdır. Bunu ta bastan istedim de. Nerdeyse insansız bir coğrafya: Yalnız evler, sokaklar, kuleler, alanlar, çarşılar; dükkânlar. Bir kadastrocu gibi çalıştım. Eşyanın görüngübiliminin tarihini yaptım. Braque ‘nesne şiirseldir’ der; işte bu şiirsel dünyayı vermek istedim. Ağaçlar, kuşlar, böcekler, Galata fareleri, bu sessiz dünyanın bir göstergeler tarihi oldu. Bunları anlatmak amacımdı. Ama asıl amacım yazınsaldı. Ben düzyazıyı, yaratıcı düzyazıyı çok severim. Böyle bir biçem peşine düştüm. Her iki kitap bu deneyimin sonucu çıktı. İki, üç elle yazdım. Dil, böyle bir biçem deneyinde sarsılır, yönünü yitirir, allak bullak olur: Başı döner. Bu baş dönmesini yazmak istedim, benim için bu çok önemliydi. Bunu ne ölçüde başardım bilmiyorum. Dilin bu baş dönmesi hem Galata’ya, hem de Pera’ya uygun düşerdi diye düşündüm hep. Sanırım tanıklık tutkum dilin bu sarhoşluğuna pek yüz vermedi gibi gelir bana. Bunu bir eksiklik gibi görüyorum. Yazık!
- Türkçe’mizdeki en güzel aşk şiirlerini yazmış şairlerden birisiniz. Aşkla şiir üretkenliği arasında nasıl bir ilişki görüyorsunuz?
- Ben ‘en güzel aşk şiirlerini yazdığımı’ bilmem elbet. Aşkla şiirin üretkenliğine gelince: Ben buna ‘üretkenlik’ yerine, yaratıcılık diyeceğim. İkisinin ağırlık noktası yaratıcı olmasıdır. Böyle bir ilgiden söz edilebilir sanırım. Sonra da özgürlüklerine düşkün olduklarını söyleyebiliriz. Şiir, yazın alanında yaratıcı olan tek türdür. Şiiri başka türlü kavrayamayız. Aşk da, şiir gibi yaratıcıdır. Yaratıcıdır, çünkü aşkta insanın varlığı bütünüyle ayaktadır. İkisi de doğası gereği özgürdür. İkisinin de yaratıcı olmaları, her şeyden önce bur’dan gelir. Aşkda, şiirde gerçeği aşan durumlar hep vardır. Sonra da ikisi de benzersizdir; dahası ikisi de yönetilmezdir.
Ben şiirin dünya ve insanlar için en temel gereksinimlerden biri olduğuna, şiirin dünyayı güzelleştireceğine, düzelteceğine inanıyorum. Sizin bu konuda söylemek istediğiniz var mı?
- Şiirin dünyayı “güzelleştireceğine, düzelteceğine” ben de inanmak isterdim, büyük bir şey oldurdu bu kuşkusuz.
Ama ben şairlerin yaşama, dünyaya bir anlam vermeye geldiklerine inanırım: Hepsi bu kardeşim. Başka bir umudu yoktur şairlerin. Bu da az şey değildir. Dünyaya, yaşama bir anlam vermek ‘bizi kendimizden başka biri yapmaya çalışan bu dünyada ‘kendimiz kalmak, kendimiz olmaktır bu.
Şiir elbette insanlar için en ‘temel gereksinimlerden biridir’, özünde devrimcidir çünkü. Gramsci gibi söylersek: ‘Şiir tıpkı gerçek gibi, daima ihtilâlcidir.’ Şiirin gerçeğinde yatan da budur. Tarihin devrimci anlamından hiç ayrılabilir mi şiir? Kimi zaman devrimden de ayırt edilemez. Hüzünlü gerçekçilerdir şairler: Umutsuzlukları, umutlarıdır bu yüzden.
Teşekkürler.
4 Mayıs 2010 Salı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder