
Resim üstüne değil ama resmim üstüne konuşmak istemediğimi hep söyledim, yineleyeyim. Ama niçin? Bunu biraz açmak lazım.
Ressam sözü beni ürkütmüştür hep. Hugo, Black, D.H. Lawrence, Henry Miller, E.E. Cummings, Henri Michaux da bundan ürkmüştür; sıkılmıştır hiç kuşkusuz. Ben şunu söyleyegelmişimdir: Resimlerim iyi ise (ki ben onların resim olduğunu biliyorum, başka türlüsünü de düşünemem), ressam olmadığım için iyidir. Böyle düşünmenin nedenleri var elbet. Ressam kendini resme vermiş, onun için yaşayan, onun dışında bir dünyanın varlığını tanımayandır. Benim böyle bir kaygım yok. Resim benim dünyam değil.Resim benim dünyam değil.Dünyayı görmeme de engel değil. Resim yapmak beni mutlu ediyor. Hepsi bu.
Yazmak ise mutsuzluktur. Kendini mutlu sayan gerçek yazar yazmaz. Benim mutlu olduğum bir tek şey var: Resim yapmak. Miller resim yapmaya ‘yeniden âşık olmak' diyor. André Malraux da yazarların mutsuz, ressamların mutlu olduğunu söyler.
Ben hiçbir zaman resim yapayım diye oturmadım. Önümde her zaman kâğıtlar olmuştur. Daha doğrusu yürümeyen şiirler. Ayrımına varmadan onlar üzerinde elim gider gelir, çiziktiririm. Beni ilgilendirirse de boyarım. Ya gerçekten yazacak bir şey olmadığında, okumak da beni ilgilendirmiyorsa, gene ayrımına varmadan koca bir karton alır, çizer boyarım.
Resim yaparken korkunç sevinç duyarım. Yeniden dünyaya gelmiş gibi bulurum kendimi. O süre içinde de bitiririm. Gözüm tutarsa kalır, tutmazsa yırtarım. Resmin karşısına bütün kanılarımı atıp çıkarırım. Ne yaptığımı bilmediğim gibi, nasıl bir yolculuk izleyeceğimi de bilmem. Çizgi beni alır götürür. Ona, bir ona bırakırım kendimi. Elimin alıp götürdüğü yeri denetlemem, düzeltmem, bırakırım. Bütün o çıplaklar (figürler) böyle kendiliklerinden düşerler kağıtlara. Boya da öyle. Hiçbir, boyanın, ışığın yerini merak etmedim. Önümde ne varsa onu kullanırım. Raslantısal. Tutmazsa (ki bunu yaşadım), yırtarım.
Duygular, tutkular, çoğunda ölümcül tutkular tutar elimden (ölümcül sözcüğünden o kadar korkmayalım, yaşamak da o kadar büyük, yeni bir şey değildir). Kıvranırım, sevmek gibi bir şey (Sevmek de ölümcüldür.).
Çıplakların dışavurumculuğunu ben bilmem. Ama resimsel bir şey söylemem istenirse, beni yalnız ve yalnız deformasyon ilgilendirmiştir (Deformasyon, gerçekten daha gerçek de ondan belki).
Her şey kendiliğinden oluyor: Çıplaklar oradan oraya koşuyor, uçuyor, yürüyor, uzanıyorlar. Bir araya gelmeleri, dağılmaları, kolları, bacakları havada daireler çizmeleri, hep, hep bilmeden, düşünmeden, birer birer gelip yerlerini alıyor. Bir de bakıyorum ki bir halka, bir dünya kurmuşlar, o dünya içinde koşuyorlar, takla atıyorlar.
Bütün bunlar bilgimin dışında oluyor. Ben resmi bilmem derken de bunu demek istiyorum. Bildiğim, biriktirdiğim bir şeyler varsa, onları da dışladığımdan, resimle yalnız kalırım. Tam bir çıplaklık içinde sürdürürüm işimi. Hep düşsel imgeler gelir, öylece de giderler. Kısaca onları ben, hayaletler, düşler diye tanımlarım. Varla yok arası varlıklar. İsterseniz idealar da diyebilirsiniz. İdealar şairlerin sevgili kullarıdır. Vazgeçemedikleridir. Bağışlansın bu bizlere! Resmin dışında (içinde de) serüvenlerini sürdürüp sürdürmediklerini ben de çoğu zaman sizin gibi merak ettim; etmedim diyemem. Ama onların yaşamlarına karışmam artık. Onları yeterince tanıdığımı zaten söyleyemem. Geldiler, gittiler. Gelmeleri gibi gitmeleri de beni sevindirmiştir. Hem uzaylılar onlar, kendi yasaları var uzayın. Bunu bilmek yeter.
Elimden resim bitmiş çıkar, ama kalıp kalmayacağına gene onlar karar verir. Tam dediğim bir resim bir süre sonra baktığımda olmamıştır, düzeltmeye kalkmam, yırtarım. Ben onunla yaşamışımdır, aynı yaşamaya yeniden girmem.
İstanbul üzerine dört resim yaptım, kaosu çizmedim. Kaosu çizmeyi denedim. Manzara beni ilgilendirmiyor. Ya da manzaraya kaos olarak bakıyorum. Öyle görüyorum. Ölüdoğaya, nesnelere büyük tutkum var, ama onlara nedense uzanamıyorum. Hem resim benim açılmayacak, açılmaması gereken gizli bir alanım: Çok bana özgü, çok benim. Her şeyimi ortaya dökmüşüm gibi, üzgün olduğumu gizleyemeyeceğim.
I
Niçin ‘Çıplaklar' yaptığımı hep sorarlar. Ben de; ‘Elim nereye ben oraya' derim.
Bunu hiç bilmiyorum. Benim elim kurulu gibi hep kadınları çizmiştir. Yaptığım resimler zaten hiç akılla ilgili değildir. Beni şimdi ressam olarak görüyorlar, ama ben öyle görmüyorum kendimi. Çünkü ben ressam gibi çalışmıyorum. Daha çok bir şair gibi çalışıyorum. Bu bakımdan resim üzerine konuşmak da istemem.
“Bir şair olarak şiir – resim ilişkisini değerlendirir misiniz?”
Söz mü resim mi yani. Her ikiside akılla yarım yamalak ilgili şeyler. Ama resimde daha da bırakıyorum aklımı. Bu önemli. Bunu şurdan anlıyorum: bir resmi bitirdiğimde bakıyorum ki koca bir vücutta fındık kadar bir kafa kullanmışım. Bana elim egemen oluyor. Elim beni nereye götürürse oraya gidiyorum. Hatta şiiri de böyle yazmak isterdim. Şiirde de resimde de aklın çok geri planda kalmasını isterim. Bu iki alanda kullanılan akıl, başka bir akıldır diyebilirim.Yani yarım yamalak bir akıl. Resmi de yarım yamalak bir akılla çizdiğimi söyleyebilirim.
II
Resim yapmak öğreniliyor. Ama resim bundan sonra başlıyor. Bu da öğrenilemeyen resimdir artık. Öyle ki onu gördüğünüzde “resim” dersiniz.
Nedeni de sanki ilk görüyorsunuzdur onu. Hiçbir resme de gönderme yapmaz o. Tektir.
Cézanne: “Ressam olmak yazgıdır” diyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder