RSS

12 Mayıs 2010 Çarşamba

ORHAN VELİ KANIK / DÜZYAZILARI / GARİP

GARİP*
Orhan Veli Kanık


Şiir, yani söz söyleme sanatı, geçmiş asırlar içinde birçok değişikliklere uğramış; en sonunda da, bugünkü noktaya gelmiş. Bu noktadaki şiirin doğru dürüst konuşmadan bir hayli farklı olduğunu kabul etmek lazım. Yani şiir bugünkü haliyle, tabii ve alelade konuşmaya nazaran bir ayrılık göstermekte. nispi bir garabet arz etmektedir. Fakat işin hoş tarafı, bu şiirin birçok hamleler neticesinde kendini kabul ettirmiş, bir anane kurmak suretiyle de mezkûr acayipliği ortadan kaldırmış olması. Yeni doğup bugünün münevveri tarafından terbiye edilen çocuk kendini doğrudan doğruya bu noktada idrak ediyor. Şiiri, kendine öğretilen şartlar içinde aradığından, bir tabiileşme arzusunun mahsulü olan eserleri hayretle karşılıyor. Garip telakkisi, öğrendiklerini tabii kabul edişinden gelmekte. Ona buradaki izafiliği göstermeli ki öğrendiklerinden şüphe edebilsin.


Gelenek, şiiri nazım dediğimiz bir çerçeve içinde muhafaza etmiş. Nazmın belli başlı unsurları vezinle kafiyedir. Kafiyeyi ilk insanlar ikinci satırın kolay hatırlanmasını temin için, yani sadece hafızaya yardımcı olmak amacıyla kullanmışlardı. Fakat onda sonradan bir güzellik buldular. Onu, hikmeti vücudu aşağı yukarı aynı olan vezinle birlikte kullanmayı bir maharet saydılar. Şiirin de kaynağında, diğer sanatlarda olduğu gibi, böyle bir oyun arzusu vardır. Bu arzu ilkel insan için nazarı itibara alınabilecek bir ehemmiyetteydi. Halbuki insan o zamandan beri pek çok tekamül etti. Bugünkü insan öyle sanıyorum ve diliyorum ki, vezinle kafiyenin kullanılışında kendini hayrete düşüren bir güçlük, ya da büyük heyecanlar temin eden bir güzellik bulmayacaktır. Nitekim bu rahatsız edici gerçeği görmüş olanlar, vezinle kafiyeye «ahenk» denilen yeni bir şiir unsurunun ebeveyni gözüyle bakmışlar, bu yeni nimete dört elle sarılmışlar. Bir şiirde eğer takdir edilmesi gereken bir ahenk varsa, onu temin eden şey, ne vezindir, ne de kafiye.


O ahenk vezinle kafiyenin dışında da, vezinle kafiyeye rağmen de mevcuttur. Fakat onu şiirde bilinçli hale getirip anlayışları en kıt insanlara bile bir ahengin var olduğunu haber veren şey vezinle kafiyedir. Bu yolla farkına varılan, yani vezinle, kafiye ile temin edilen bir ahenkten zevk duyabilmek yahut da lakırdıyı bu basit ölçüler içinde söylemeyi maharet sayabilmek; safdilliklerin herhalde en muhteşemi olmalıdır. Bunun dışında bir ahenge inanmaksa, onun şiir için ne kadar lüzumsuz, hatta ne kadar zararlı olduğunu biraz sonra anlatacağım.

Vezinle kafiyenin her şeye rağmen birer kayıt olduğunu da kabul edelim. Bunlar şairin düşüncesine, hassasiyetine hükmettikleri gibi lisanın şeklinde de değişiklikler yapıyorlar. Nazım dilindeki nahiv (sentaks) acayiplikleri vezinle kafiye zorunluluğundan doğmuş. Bu acayiplikler belki de, anlatımı genişletmesi yönüyle, şiir için faydalı olmuştur. Hatta onların, nazım endişelerinin dışında dahi baş tacı edilmeleri ihtimali vardır. Fakat bu kuruluş bazılarının kafalarına «şiir dilinin kendine has yapısı» diye dar bir telakki getirmiş. Bu çeşit insanlar birtakım şiirleri reddederlerken «konuşma diline benzemiş.» diyorlar. Köklerini vezinle kafiyeden alan bu telakki, hakiki mecrasını arayan şiirde hep aynı izafi garabeti bulacak, onu kabul etmek istemeyecektir.

*
Lâfız ve mânâ sanatları çok kere zekânın tabiat üzerindeki değiştirici, tahrip edici hassalarından istifade eder. Bilgisini, terbiyesini geçmiş asırlara borçlu olan insan için bundan daha tabii bir şey yoktur. Benzetme, eşyayı, olduğundan başka türlü görmek zorudur. Bunu yapan insan acayip karşılanmaz, kendine hiç bir gayri tabiilik isnat edilmez. Halbuki teşbihle istiareden kaçan, gördüğünü herkesin kullandığı kelimelerle anlatan adam bugünün münevveri garip telakki etmektedir. Hatası, muhtelif sapıtmalarla gelinmiş bir şiir anlayışını kendine çıkış noktası yapmasıdır. Yazının peyda olduğu günden beri yüz binlerce şair gelmiş, her biri binlerce teşbih yapmış. Hayran olduğumuz insanlar bunlara birkaç tane daha ilave etmekle acaba edebiyata ne kazandıracaklar? Teşbih, istiare, mübalağa ve bunların bir araya gelmesinden meydana çıkacak bir hayal zenginliği, ümit ederim ki, tarihin aç gözünü artık doyurmuştur.


*
Edebiyat tarihinde pek çok şekil değişiklikleri olmuş, yeni şekil, her defasında, küçük garipsemelerden sonra kolayca kabul edilmiştir. Güç kabul edilecek değişiklik, zevke ait olanıdır. Böyle değişmelerin pek seyrek vukua geldiğini; üstelik, bu suretle meydana çıkan edebiyatlarda da her şeye rağmen değişmeyen, yine devam eden, hepsinde müşterek olan bir taraf bulunduğunu görüyoruz. Bugüne kadar burjuvazinin malı olmaktan, yüksek sanayi devrinin başlamasından evvel de dinin ve feodal zümrenin köleliğini yapmaktan başka hiç bir işe yaramamış olan şiirde, bu değişmeyen taraf; müreffeh sınıfların zevkine hitap etmiş olmak şeklinde tecelli ediyor. Müreffeh sınıfları yaşamak için çalışmaya ihtiyacı olmayan insanlar teşkil ederler. O insanlar geçmiş devirlerin hakimidirler. O sınıfı temsil etmiş olan şiir layık olduğundan daha büyük bir mükemmeliyete erişmiştir. Ama yeni şiirin istinat edeceği zevk, artık azınlığı oluşturan o sınıfın zevki değil. Bugünkü dünyayı dolduran insanlar yaşamak hakkını sürekli bir didişmenin sonunda buluyorlar. Her şey gibi, şiir de onların hakkıdır, onların zevkine hitap edecektir. Bu, mevzubahis kitlenin istediklerini eski edebiyatların aletleriyle anlatmaya çalışmak demek de değildir. Mesele bir sınıfın ihtiyaçlarının müdafaasını yapmak olmayıp sadece zevkini aramak, bulmak, sanata onu hakim kılmaktır.


Yeni bir zevke ancak yeni yollarla, yeni vasıtalarla varılır. Birtakım nazariyelerin söylediklerini bilinen kalıplar içine sıkıştırmakta hiç bir yeni, hiç bir sanatkârane hamle yoktur. Yapıyı temelinden değiştirmelidir. Biz senelerden beri zevkimize, irademize hükmetmiş, onları tayin etmiş, onlara şekil vermiş edebiyatların, o sıkıcı, o bunaltıcı tesirinden kurtulabilmek için, o edebiyatların bize öğretmiş olduğu her şeyi atmak mecburiyetindeyiz. Mümkün olsa da «şiir yazarken bu kelimelerle düşünmek lazımdır» diye yaratıcı 'faaliyetimizi tahlil eden lisanı bile atsak. Ancak bu suretledir ki, kendimizi alışkanlıkların sürüklediği doğal olmayan inhiraftan kurtarmış; safiyetimize, gerçeğimize döndürmüş oluruz.

Tarihin beğenerek andığı insanlar daima dönüm noktalarında bulunanlardır . Onlar bir geleneği yıkıp yeni bir gelenek kurarlar. Daha doğrusu kurdukları şey içlerinden gelen yeni bir kayıtlar sistemidir. Ancak ileriki nesillere aktarıldıktan sonra gelenek olur. Büyük sanatkar sürekli kayıtların içindedir. Fakat bu kayıtlar, hiç bir zaman, evvelkiler tarafından söylenmiş değildir. O; kitapların öğrettiğinden daha fazlasını arayan, sanata yeni kayıtlar sokmaya çalışan adamdır. 17.yüzyıl Fransız klasisizmi kuralcı olmuş, fakat gelenekperest olmamıştır. Çünkü kurallarını kendi getirmiştir. 18'inci yüzyıl yazarları daha çok gelenekperest oldukları halde sanatçılık yönünden geleneği kuranlar düzeyine yükselememişlerdir. Çünkü kayıtları hissetmemişler, öğrenmişlerdir. Bir şeyin ya gereğini, ya da gereksizliğini hissetmeli, fakat her durumda, hissetmelidir. Gereği hissedenler; kurucular, gereksizliği hissedenler yıkıcılardır. Her ikisi de toplumların düşünce hayatı için devam ettirici insanlardan daha faydalıdırlar. Bu türden insanlar belki her zaman başarılı olamazlar. Yaptıkları işin tutunabilmesi, işin sosyal bünyedeki değişimlerle olan ilgisine ve bu değişimlerin önemine bağlıdır.

İnsanoğlunun başarısının nedenlerinden biri de “yapmanın”, “yapılması lazım geleni” bilmekten farklı oluşudur. Bir insan kurduğunu mükemmelleştiremeyebilir. Fakat kendisini hemen takip edecek olana kıymetli bir temel bırakır, Ya bir yol gösterir, ya da bir yolun yanlış olduğunu söyler. Bu insan bir davanın bayraktarı, sıra neferi veya fedaisi, demektir. Bir fikir uğrunda fedai olmayı göze almış insan takdirle, minnetle karşılanmalıdır. Bununla birlikte fedai olmayı göze almış insanın ne takdire ihtiyacı vardır, ne de teşvike. Çünkü .bunlar ondaki emniyet hissine hiç bir şey ilâve etmeyecektir. En koyu irtica hareketlerinin, cesaretinden hiç bir şey eksiltemeyeceği gibi...

*

Ben, sanatlarda değişime taraftar değilim. Şiiri şiir, resmi resim, müziği müzik olarak kabul etmeli. Her sanatın kendine ait özellikleri, kendine özgü anlatım araçları var. İsteği bu araçlarla anlatıp bu özelliklerin içinde kapalı kalmak hem sanatın gerçek değerlerine saygılı olmak, hem de bir yönde, bir emeğe yer vermek demek değil mi? Güzel olanı temin edecek güçlük herhalde bu olmalı. Şiirde musiki, musikide resim, resimde edebiyat bu güçlüğü yenemeyen insanların başvurdukları birer hileden başka bir şey değil. Ayrıca bu sanatlar, öteki sanatların içine girince gerçek değerlerinden de birçok şeyler kaybediyorlar. Mesela bir şiirde ahenktâr birkaç kelimenin yanyana gelmesinden meydana çıkmış bir musikiyi, nağmelerindeki çeşitlilik ve akorlarındaki zenginlikle muazzam bir sanat olan sahici musiki yanında küçümsememeye imkân var mı? Paydaları aynı olan harflerin bir araya toplanmasıyla oluşturulan «ahengi taklidi» de bu kadar basit, bu kadar adi bir hile. Ben bu gibi hilelerden zevk duymanın, o ahengi şiirde hissetmekten gelen bir memnuniyet olduğuna kanısındayım. İnsan, anlaşılmaz sandığı bir şeyi anladığı zaman memnun olur. Bu memnuniyeti, anlaşılmaz sanılan eserin başarısı saymak, insanın kendini yazarla bir tutmak, yani kendi kendini beğenmek arzusundan başka bir şey değil. Bu yönden halk tarafından sevilen eserler en kolay anlaşılanlar oluyor.

Meselâ musiki zevkleri yeni oluşmaya başlamış insanlar Tchaikowski'nin; konusu, Napoleon'un Moskova seferinden alınmış, olayları, resim gibi, hikaye gibi tanımlanmış edilmiş olan 1812 uvertürü'nü hayranlıkla dinlerler. Yine onlar için Saint - Saens'ın: ölülerin gece saat on ikiden sonra mezarlarından kalkıp raksedişlerini, sabahın oluşunu, horozların ötüşünü, iskeletlerin tekrar mezarlarına girişini anlatan Danse Macabre'ı ile Borodin'in; bir kervanın su ve çıngırak sesleri arasında ilerleyişini anlatan Asya'nın Steplerinde isimli eserleri en büyük musiki eserleridir. Bence, musiki gibi ifade vasıtası fevkalade geniş bir sanatta tasvirle avlamak gibi basit bir hileye müracaat, bestekar için göz yumulamayacak derecede büyük bir kusur. Halkın, yukarıda anlattığım cinsten bir infériorité kompleksine bağlı olan bu hissini, hiç bir büyük sanatkar istismar etmemeli. Sanatkar, kendini verdiği sanatın hususiyetlerini keşfetmek, hünerini de bu hususiyetler üzerinde göstermek mecburiyetindedir. Şiir bütün özelliği edasında olan bir söz sanatıdır. Yani tümüyle mânâdan ibarettir. Mânâ insanın beş duygusuna değil, kafasına seslenir. Bundan ötürü doğrudan doğruya insan ruhiyatına hitabeden ve bütün değeri anlamında olan gerçek şiir unsurunun musiki gibi, bilmem ne gibi talî hokkabazlıklar yüzünden dikkatimizden kaçacağını da hatırdan çıkarmamalı. Tiyatro için çok daha lüzumlu olan dekora itiraz ediyorlar da, şiirdeki musikiye itiraz etmiyorlar.

Apollinaire, Calligrammes adlı kitabında, şiire bir başka sanat daha sokuyor: resim. Diyelim bir yağmur şiirinin mısralarını sayfanın yukarı köşesinden aşağı köşesine doğru dizmiş. Yine aynı kitapta bir seyahat şiiri var; harfleriyle kelimelerinin sıralanışı gözümüzün önüne vagonlardan, telgraf direklerinden, aydan, yıldızlardan mürekkep bir tablo çiziyor. itiraf etmek lazım gelirse, bütün bunların bize bir yağmur havası, bir seyahat havası verdiğini, yani Apollinaire'in başka bir sanata ait bir takım oyunlarla bizi şiirin havasına soktuğunu söylemek icabeder.

Apollinaire, böyle bir hileye başvuran tek adam değildir.

Resmi, şekil üzerinde şiire sokanlar çok. Diyelim Japon şairleri, çok kere, konularını, kamışlar, göller, mehtaplar, hasır yelkenli kayıklar ve çiçeklenmiş erik ağaçlarına benzeyen şekillerle anlatırlarmış.

Haşim, alev kelimesinin eski harflerle yazılışmda sahici alevi hatırlatan bir sihir bulurdu. Bu örnekleri teker teker aktarışım şiirin musikiden olduğu gibi resimden de yararlanabileceğini anlatmak içindir.

Musikiden yararlanmayı kabul eden şair neden resimden, hatta daha ileri gidilirse, heykelden yahut mimariden de yararlanmayı düşünmesin? Oysa ki heykelden istifade, resmin bile hakkı değil. Resmi bir aralık hacimleştirmeye kalkışmış olan Picasso, bugün her halde bu hatasını anlamıştır.

Yalnız dikkat edilirse görülür ki, verdiğim misaller bizi şiire sokulan resmin sadece şekle ait tarafı üzerinde durdurmakta. Böyle bir şiir henüz problem yapılacak kadar önem ve taraftar kazanmamış. Oysa, bir de resmi şiire mana halinde sokan şairler, bu şairleri tutan büyük de kalabalıklar var. Onlar bütün meziyetleri tasvir olmaktan ibaret yazıları şiir addetmekte güçlük çekmiyorlar. Halbuki o yazıların şiirliğini kabul etmemek lazım. Bu, fazla ileriye gitmedikleri zaman, fikirleri akla yakınmış gibi görünür. Kendilerine hak vermek isteriz. Zannederiz ki, tasvir şiirin şartlarındandır, her şiir de az çok tasvirdir. Bu yanlış düşünce şiirin ifade vasıtasının “dil” oluşundan ileri geliyor. Lisanın cüzü’leri olan kelimeler ya doğrudan doğruya eşyanın, ya da fikirlerimizin ifadeleridir. Soyut fikirler olgunlaşmış, gelişmiş kafalara harici alemle ilgisizmiş gibi görünür. Oysa, insan denilen yaratığın en soyut fikirleri bile bir somutla beraber düşünmek yani onu sürekli maddeye, daima eşyaya değiştirme eğilimi vardır.

Böyle olunca kelimelerin yan yana gelmesiyle meydana çıkacak sanatın gözümüzün önüne tabiattan bir çok şeyler getireceğini de tabii karşılamalı. Fakat bu tabii karşılama hiç bir zaman şiirin bütün servetinin bu kelimelerle hatırlanan bir dünyadan, bütün kıymetinin de bu dünyanın güzelliğinden ibaret olacağı neticesine varmamalı. Şiirde tasvir bulunabilir. Ama tasvir - hatta sanatkarın tamamen kendine has görüş süzgecinden de geçmiş olsa - şiirde esas unsur olmamalı. Şiiri şiir yapan, sadece, edasındaki özelliktir; o da anlama aittir.

Fransız şairi Paul Eluard'ın dediği gibi «bir gün gelecek, o; sadece kafa ile okunacak, edebiyat da böylece yeni bir hayata kavuşacak.»

*

Edebiyat tarihinde her yeni akım şiire yeni bir sınır getirdi. Bu sınırı azami derecede genişletmek, daha doğrusu, şiiri sınırdan kurtarmak bize nasib oldu.

Oktay Rifat, bir mektubunda, bu fikr-i mektep kavramını açıklamaya çalışıyor. Diyor ki: «okul-ekol düşüncesi, zaman içinde bir fasılayı, bir duruşu temsil ediyor. Sürat ve harekete aykırı. Hayatın akışına uyan, dialectique zihniyete aykırı düşmeyen akım. Sadece ekolsüzlük akımı.»
Fakat sınırsızlık ve ekolsüzlük ya da okulsuzluk şiirde tek başına, ayrı bir şekilde bulunabilir mi? Şüphesiz hayır. Bu niteliğin insana bir çok yeni alanlar keşfettireceğini, şiiri bir çok ganimetlerle zenginleştireceğini doğal saymalı. Bizim, kendi hesabımıza, bu sınır genişletme işinde ele geçirdiğimiz ganimetlerin başlıcaları arasında saflıkla basitlik var. “Şiirlik güzeli” bunlardan çıkarma arzusu, bizi şiirin en büyük hazinesi olan, insanı hayatının bütün safhalarında kurcalayan bir âlemle yakından temasa sevkediyor. Bu alem de tahteşşuur (bilinçaltı.) Doğa, zekanın müdahalesi ile değiştirilmemiş halde, ancak burada bulunabiliyor. Keza insan ruhu burada bütün giriftliği, bütün kompleksleriyle, fakat ham ve ilkel halde yaşıyor. İlkellikle basitliğin bir özelliği de bu giriftlik olsa gerek. Duyguların ya da heyecanların, soyutlanmalanışına ancak ruhiyat kitaplarında rastlarız. Bunun için diyelim bir şehvet şiiri yazmaya çalışan şair, bir cimrilik duygusunu anlatmak için sayfalar dolduran yazar bizi hayatın olsun, gerçekliklerin olsun, dışına sürüklüyorlar. Saflıkla basitliği çocukluk hatıralarımızda aynı zenginlik, aynı giriftlik ve izolasyona karşı duyulan aynı düşmanlıkla buluyoruz. Allah’ın sakallı bir ihtiyar, cinlerin kırmızı cüceler, perilerin beyaz entarili kızlar şeklinde tasarlanışı, bozulmamış çocuk kafasının soyut düşünceye tahammülü olmadığını gösteriyor.

«Şiiri en saf, en basit halde bulmak için yapılan insan bilinçaltını karıştırma işlevinin» symboliste'lerin kabul ettiği gibi içimizdeki bir takım gizli tellere dokunma, ya da Valery'nin, yaratıcı çalışmaları açıklayan «bilinçdışında» kuramlarıyla karıştırılmamasını isterim. Bu noktada bizim arzumuza en çok yaklaşan sanat akımı “sürréalisme” akımıdır.. Ruhî otomatizmi fikir sistemlerinin ve sanat anlayışlarının çıkış noktası yapan bu insanlar vezni ve kafiyeyi atmak mecburiyetinde kaldılar. Ruhi otomatizmle zekâ hokkabazlığının olanaksızlığını gören insan için bu zorunluluk da açıktır.. İkisinden birini öne almak gereğini açık şekilde ortaya koyan ve «bütün değeri anlamında olan şiir» için bu küçük hokkabazlıkları fedadan çekinmeyen “sürrealiste”ler elbette takdire değer görülmeli.*

Kısmen haklı bulduğumuz otomatizm fikri, bizim memlekette, bu okulun tam bir izahı diye kabul edilmiş. Halbuki bu, sadece bir çıkış noktası. Burada, bizim tarafımızdan olduğu gibi onlar tarafından da şiirin esas işçiliği diye kabul edilen «tahteşşuuru (bilinçaltını) boşaltma» ameliyesinin daima bir cezbe haliyle birlikte olmadığını ilave etmeliyim. Eğer böyle olsaydı herkes sanatkar olurdu. Oysa sanatkar, elde edilmiş bir yeteneği rüya ve benzeri cinsinden durumlar dışında da kullanabilen adamdır. Kıymeti olsun, büyüklüğü olsun, bu melekeyi kazanış ve kullanışındaki maharetle ölçülür. Maharetlerle elde edilmiş bir şuurun, insana, bilinçaltı dediğimiz kuyuyu kazabilecek kudreti getirdiğini Freud'ü çok iyi bilen bir doktor ve sanatı fikirleriyle başabaş bir şair olan Breton bundan senelerce evvel söylemiş.


Bu kudret acaba nedir? Ruhsal hayatın yazılaşmış faaliyetlerinde şuurun kontrolü -az olsun, çok olsun- her zaman mevcuttur. Yani tabii şartlar içinde bilinçaltını yazı haline getirmemiz imkansızdır. O halde imkansız olan bu hali melekeleştirmeye kalkmak büsbütün gereksiz bir çaba sayılmaz mı? Muhakkak ki, bu meleke bilinçaltını boşaltmak melekesi değildir. Olsa olsa bilinçaltını taklit etme melekesidir. Bilinçaltında bulunan şeyler nasıl şeyler? Onu bir sanatkar bir alimden çok daha iyi, çok daha derin hisseder. Eseri de bu hissedişin taklitinden başka bir şey değildir. Sanatkar mükemmel bir taklitçidir.

Usta sanatkâr taklitçi değilmiş gibi görünür. Çünkü taklit ettiği şey orijinaldir.
19. yüzyılda yaşamış realist yazarın anlattığı tabiat orijinal değildir; zekâ tarafından taklit edilmiştir. Onun için eser kopyanin kopyasıdır. Basitlikle ilkellik, ikisi de, sanat eserine gerçek güzelliği getirirler. İyi bir sanatkar onları çok güzel taklit eder. Bu işi yapan adama «basit adam, ilkel adam» dememek gerekir. Sanatın senelerce çilesini çekmiş, sürekli aşamalardan geçmiş bir şairi günün birinde acemi bir eda ile karşınıza çıkmış görürseniz birdenbire olumsuz hükümler vermeyiniz. Böyle bir şair «acemiliği taklit» de güzellik bulmuş olabilir. Bu takdirde o, acemliğin ustası olmuş demektir.

"Bütün bunlar gösteriyor ki sanat pek de öyle otomatizm işi falan değil, bir cehit, bir hüner işiymiş. Halbuki az önce sürrealist şairlerden sözederken «ruhî otomatizmi fikir sistemlerinin çıkış noktası yapan bu adamlar vezinle kafiyeyi atmak zorunda kaldılar» demiştim. Madem ki insan böyle bir otomatizme inanmıyor ve madem ki bütün cehidin bir taklitten ibaret olduğunu meydana çıkartabiliyor, o halde vezinle kafiyeyi de kabul etsin. Vezinle kafiyenin ortadan kalkmasına sebep olan şey sadece otomatizm fikrine bağlamış olsaydı bu düşünce belki doğru olabilirdi. Halbuki vezinle kafiyeyi mühimsemeyişte başka sebepler de var. O sebepleri şimdilik konunun dışında sayıyorum. "

«Vezinle kafiyenin ortadan kalkmasına sebep olan şey sadece otomatizm fikrine bağlanış olsaydı bu bağlanışın yersiz olduğu anlaşılınca vezinle kafiyenin de şiirdeki konumunu alması gerekirdi» dedim. Halbuki etmezdi. Çünkü sürrealist şairler şiire taklit yolu ile sokacakları bilinçaltını gerçekmiş gibi göstermek isteyeceklerdi. İşte bu yüzden vezinle kafiyeyi kullanmamak zorunluluğundaydılar. Çünkü onlar taklit edilecek şeyi bilmenin yeterli olmadığını, taklitte de usta olmak gerektiğinin bilincine varmış insanlardı. Eğer böyle olmasaydı biz onların samimiyetlerine inanmayacaktık. Sanatkâr bizi, söylediklerinin samimi olduğuna da inandırmalı."

"Şiirde hücum edilmesi lazım geldiğine inandığım zihniyetlerden biri de mısracı zihniyettir. Bir şiirde bir tek berceste mısraın kifayetine itikat şeklinde tezahür eden ve ilk bakışta insana basit görünen bu zihniyeti, şiirin kötü bir hususiyetine bağlanışın gizli bir ifadesi olduğu için mühim buluyorum. Şiirde bir «bütün» ün gereğine inananlar bile mısralar arasında bir takım aralıklar kabul eder, bu aralıkları birbirine rapteden mana yakınlıklarını şiirdeki örülüşün mükemmeliyeti için yeterli sayarlar. Bu telakki belki de hücum edilmeğe değecek kadar sakat bir telakki değildir. Fakat insanı şimdi bahsedeceğim özelliğe ve o özellikten zevk alma tehlikesine götürdüğü için buna da meydan vermemek lazımdır. Şiir öyle bir bütündür ki, bütünlüğünün farkında bile olunmaz. "

"Sıvanmış, boyanmış bir binanın tuğlaları arasındaki harcı göremeyiz. Bina tamamlanmasını ancak bu harçla temin ettiği zamandır ki, onu teşkil eden tuğlaları teker teker görmek, onların vasıfları üzerinde düşünmek fırsatını elde ederiz."

Mısracı zihniyet, bize, mısraların olduğu gibi, onun parçaları olan kelimelerin de incelenmesi, tahlili imkânını verir. Kelime üzerinde düşünmek, onun güzelliğini, yahut çirkinliğini tesbite çalışmak; şiire, kelime halinde, soyut bir «şiir unsuru» telakkisi getirmiştir. Yüz kelimelik bir şiirde yüz tane güzellik arayan insan vardır. Halbuki bin kelimelik bir şiir bile bir tek güzellik için yazılır. Tuğla güzel değildir. Sıva güzel değildir. Fakat bunlardan bileşimi bir mimari eseri güzeldir. Buna karşılık agat, helyotrop, gümüş gibi maddelerden bir bina yapılabileceğini farzedelim. Eğer bu bina, maddelerinin taşıdığı güzellik dışında bir güzelliğe malik değilse sanat eseri sayılmaz. Görülüyor ki aslında güzel olan kelimenin şiire malzemelik etmesi şiir için bir kazanç değil. Eğer söyleniş tarzlarını, kullanılış şekillerini de beraber getirmiş olmasalardı, bu kelimelerin şiire bir zararı da olmazdı. Fakat ne yazık ki o kelimeler ancak belirli şekillerde söylenebiliyor. Yani, kendi edalarını kendileri tayin ediyorlar. İşte eski şiirin yukarıda bahsettiğim hususiyeti bu edadır, ismi de «şairane»dir.

Bu edaya bizi kelimeler getirmiş. Fakat şiir zevkini, şiir telakkisini bugünkü cemiyetten alan insan çok kere aksi yönden hareket etmekte, yani o kelimelerden evvel şairaneyi tanımaktadır. Bu edayı getirebilecek kelimelerden oluşmuş sözlük; yazarken şairane olmak isteyen, okurken de şairaneyi arayan insanın kafasında zorunlu olarak meydana gelir. O sözlüğün çerçevesinden kurtulmadıkça şairâneden kurtulmaya da imkan yok. Şiire yeni bir dil getirme yönü işte böyle bir kurtulma arzusundan doğuyor. «Nasır» ve «Süleyman Efendi» kelimelerinin şiire sokulmasını hazmedemiyenlerse şairaneye tahammül edebilenler, hatta onu arayanlar, hem de bilhassa arayanlardır.

Halbuki «eskiye ait olan her şeyin, her şeyden evvel de şairanenin aleyhinde bulunmak lazım.»




* Sürrealisme'den birkaç defa böyle sevgi ile bahsetmemizden olsa gerek -ya sürrealisme'i ya da bizim şiirlerimizi okumamış bazı insanlar, hakkımızda yazılar yazarken, bizi bu isimle isimlendirdiler. Halbuki sürrealizmle burada söz ettiğim katılımlar dışında hiçbir ilgimiz olmadığı gibi, hiçbir edebi ekole de bağımlı değiliz…




1941 / ORHAN VELİ KANIK

Hiç yorum yok: