RSS

13 Mayıs 2010 Perşembe

ORHAN VELİ KANIK / DÜZYAZILARI / GENÇ BİR ŞAİRLE KONUŞMA

Orhan Veli Kanık



Geçenlerde genç bir şairle konuştum. Hayatını alnının teriyle kazanan, yirmi yıllık geçmişi yalnız kahırla dolu bir Türk köylüsü. Yeryüzünde bir tek sahici değer tanımış, o da, el emeği. Bana şiirlerini okudu, ve “Bu şiirleri bir mecmuada bastırabilir miyim?” diye sordu. Saf, temiz duyuşları yanında birkaç okuryazar tarafından öğretilmiş bazı iğreti hususiyetleri olmasaydı hiç düşünmeden “elbette” diyecektim; diyemedim. Enikonu güzel şiirler olduğu halde mecmualarda çıkan şiirlerin alayından güzel olduğunu gördüğüm halde diyemedim.

Nasihati sevmem: kimseye nasihat etmek istemem. Daha doğrusu buna hakkım yoktur. Ama, bu genç şaire birkaç söz olsun söylemenin cazibesinden de kendimi alamadım. Birtakım cevherler yumurtlayıp, bir sürü büyük hakikatler söylediğimi sanmayın. Hayır! Ben ona sadece o cevherler yumurtlayan insanlardan şüphe etmesini, o büyük hakikatlere körü körüne inanmamasını söyledim. “Büyük hakikatler şiir üstüne midir, bil ki çoğu şiirden anlamayan insanlar tarafından söylenmiştir. Sen sairsin. Belki de ömrünün sonuna kadar şiiri düşünecek, en çok onun çilesini çekeceksin. Sahici şiirin hangisi olduğunu anlamak, onu sanat yapan cehdin (çabanın) nasıl bir ceht olduğunu bulup meydana çıkarmak, senin mi daha çok hakkındır, yoksa o laf ebelerinin, o çene kavaflarının mı?” dedim.


Genç dostum kendisine öğretilen kıymetlerden şüphe etmeyi o zamana kadar düşünmemişti. Öyle olduğu halde hayatının büyük bir kısmının kitaplar dışında geçmesinden midir nedir, şiirinde o zehirleyici edebiyatların tesirini pek az buldum. Hani o, senelerden beri ardı arkası kesilmeyen bir şair kalabalığı vardır; yazılarını okudukça kimimiz onları sahiden şair zanneder, kimimiz de, “İllallah, yeter artık,” diye bağırırız. Çoğu “pembe akşamlardan, mavi hülyalardan, elemli ruhun keman sesini andıran hıçkırıklarından” falan bahsedeler. Bu şairde bu çeşit sözlere pek rastlamadım.

Nelerden şüphe edebilir, körü körüne inanılan kıymetler nelerdir, bunları anlatıyordum. Nasılsa aklıma vezinle kafiye geldi. Kendim veznin de aleyhindeydim, kafiyenin de. Bununla beraber vezinli kafiyeli birçok güzel şiirler olduğunu biliyorum. Bunu her vakit söylerim.

Ama, yine herhalde, vezinle kafiyeyi kötülemiş olmalıyım ki, şair arkadaşımın bir endişesiyle karşı karşıya kaldım. Vezinsiz kafiyesiz şiirde muvaffak olamamaktan korkuyordu “İyi ama, dedi, ben vezni kafiyesi olmayan şiirlerin nasıl yazıldığını bilmiyorum. Benim yazdıklarını mana itibariyle o kadar güzel olmasa bile vezniyle, kafiyesiyle göz boyuyor. Halbuki vezin, kafiye, ortadan kalktı mı iş yalnız şairliğe kalacak. Güç bir iş.” Bu sözü uzun zaman unutmayacak, bir sürü aydınımızın ömürleri boyunca öğrenebildikleri bütün hakikatlerden üstün tutacağım. Güçlüğün nerede olduğunu bu kadar iyi anlayıp, bu kadar iyi anlatabilmek az şey değildir.

Hep umumi şeylerden bahsetmek istiyordum. “Ne yapmak lazımsa onu yapacaksın, şiirse şiir, dedim; yapılacak şey güç olabilir. Eğer gayene ulaşma hususundaki arzun samimi ise güçlüğü de göze alman lazım. Kolaydan daima kaçınacaksın.”

Müşkülpesent (güç beğenir) olmayan, işin sadece kolayına giden sanatkâr, zevkinden her zaman için fedakârlık etmeye mecburdur. Zevkinden fedakârlık ede ede günün birinde öyle bir hale gelir ki, zevk namına hiçbir şeyi kalmaz. Bir sanatkârın zevkinden olması nihayet kendine ait bir hadisedir, ama isin kolayına gitmekte okuyucuyu da alakadar eden bir taraf var. Halkın da bir zevki olduğunu hatırdan çıkarmamak icap eder. Bunu hiç hesaba katmamak halkı hor görmek demektir.

Halkın zevki, bir göreneğin, bir geleneğin eseridir. Hâlbuki sanatkâr, durmadan daha güzeli aramak kaygısı yüzünden çok kere zevkini geleneğin getirdiği zevkin üstüne çıkarır. O zaman halk ile kendisi arasında bir mesafe peyda olur. Bu mesafe muvakkattir (geçicidir). Birkaç anlayışlı insanın o sanatkârdaki kıymetleri bulup meydana çıkarmasıyla bu mesafe kapanır. Sanatkârın halktan evvel vardığı zevk merhalesi halkın da o merhaleye getirilmesiyle gelenek halini alır. Henüz gelenek halini almamış bir zevkin kendini halka kabul ettirip ettirmeyeceği halkın bileceği şey değildir. Bunu ancak sanatkâr (o da, yaptığı işin doğruluğuna inanı nispetinde) hissedebilir. Zaten yaptığına inanı oldu mu kendini ergeç kabul ettirecektir. Ettirecektir ama, bu çeşit sanatkârı işin kolayına gitmiş olanlardan, kendini herhangi bir cereyana “moda”dır diye kaptırmış olanlardan, kısaca, “kalp taklitçi”lerden kim ayıracak? Aslı ile kalp’ı arasındaki farkı ancak o işin çilekeşleri bilir.

Meşhur bir hikâye imiş, ama ben yeni duydum; Hollywood’ta Şarlo’yu en iyi taklit eden sanatkârı bulmak için müsabaka açmışlar; müsabakaya gizlice Şarlo da girmiş. Otuz, kırk kişinin içinde ancak dokuzuncu olabilmiş. Ona dokuzunculuğu layık görenler de bu işin bütün bütün yabancısı değil, sinema âleminin ileri gelenleri, mütehassısları. Ama mütehassıs olmak demek Şarlo olmak demek değil ki.

Şiir âleminin de mütehassısları var. Birtakım hükümler veriyor, kehanetlerde bulunuyorlar. Kör değneğini beller gibi, bir “gerçek şiir” anlayışı tutturmuşlar. O anlayışa uymayan bütün anlayışları mahkûm ediyor. Bütün hamleleri baltalamaya çalışıyorlar. Anlamadıkları şeyi beğenmemekte haklı olabilirler. Evet, madem ki anlamıyorlar, beğenmemeleri lazım; ama onu kıymetlendirmeye kalkışmaları doğru mu? Bu hükümlerini herkese kabul ettirmeyi ne hakla isteyebilirler? İşin kötüsü, bunlara inananlar da yok değil. Şimdi kendimi okuyucunun yerine koyuyorum; nasıl inanmayayım! Bir kere patentalı mütehassıs, ondan sonra konuşma tarzı gayetle yüksekten; ayak ayaküstüne atmadan konuşmuyor. Sonra bir yazı yazıyor, Allah muhafaza, her satırında beş tane büyük adam ismi. “Baksanıza, diyorsunuz, Lemaitre’i, Lalou’su, Alain’i, Nietszche’si; Schopenhauer’i, hep bu adamdan yana.” Acaba haksızlık mı ediyorum? Ben de tek taraflı bir görüşün adamı mıyım: ben de saçma sapan bir fikrin içinde kapanmış kalmışım da onun için mi başkalarını kabul etmek istemiyorum? Zannetmem. Şimdiye kadar en çok kendine hudut tanımayan zevkleri, hudut tanımayan anlayışları sevdim. Hiçbir fikrin ebedi olabileceğine inanmıyorum.

Dünün adamı ile yarının adamı madem ki ayrı ayrı cemiyetlerin insanlardır, görecekleri iş elbette birbirinden farklı olacak. Onları şartları ile düşünelim. Bizim bugünün adamı olmamız onları beğenmemize mani mi? Bu hudut tanımayan düşünce tarzını kimde görsem hayran oluyorum. Bir aralık halk sanatkârlarından bahsetmiş, onu uzun ömürlü yapan sebepler arasında kültürünü kitaplardan ziyade hayatına borçlu olmasını ileri sürmüştüm. Hayata giren her yeni mefhumu (kavramı) şiire sokmaktan çekinmeyen, bu hususta hiçbir taassup (softalık) tanımayan halk şairi, işte o kafasının gençliğine hayran olduğum insanlardandır.

Bu arada, çok sevdiğim bir sair arkadaşımı, Cahit Sıtkı’yı hatırladım. Çocuk denecek kadar gençti; bir şiir kitabı çıkardı Ömrümde Sükût adında bir kitap. O kitabı çıkarmış olduğuna sonradan ne kadar üzüldü. Çünkü kitaptan sonra bir hayli değişmiş, bir hayli olgunlaşmıştı. Daha sonra üzülmenin de boşuna olduğunu anladı. Dedi ki “İnsanın fikir hayatında birçok merhaleler var. Ben o şiirleri o zaman yazmıştım.”

Cahit Sıtkı, bir fikir softası değildir. İçini dünyanın gidişine uydurmuş, kafasının kapıları bütün yeniliklere açık, bir yeni zaman adamıdır. Onun yanında fikre hudut tanımayan gençlerin günden göne çoğaldığını, buna karşılık, biraz evvel birçok okuyucuyu nasıl kandırdıklarını anlattığım patentalı mütehassıslara inananların da günden güne azaldığını gördükçe seviniyorum.



(Doğuş Dergisi, 1. 6. 1945)

Hiç yorum yok: