RSS

9 Mayıs 2010 Pazar

Richard Bach / MARTI I. Bölüm


Çev: Nuran Akgören


Aramızdaki gerçek martı Livingston’ lara...





Sabahın ilk saatleriydi. Güneşin altın sarısı ışıkları durgun denizin suları üzerinde parıdıyordu.

Kıyıdan bir mil uzakta, küçük bir balıkçı teknesi, sakin suları hafifçe yararak ilerliyordu. Teknenin sularda yankılanan sesi, martılar için «kahvaltı» çağrısıydı. İşte o an, binlerce martı, çığhk çığlığa havalandılar hızla. Yeni bir gün başlıyordu, uğraş dolu bir gün ..

Taa ötelerde, kıyının ve balıkçı teknesinin çok uzağında, Martı Jonathan Livingston, bir başına uçuş denemeleri yapmaktaydı. Deniz yüzeyinden otuz metre yüksekte ayaklarını alçaltarak gagasını göğe kaldırdı; kaslarına acı veren ters bir kavis çizebilmek için kanatlarını gerdi. Bunu başarabilirse, eskisinden çok daha yavaş uçabilecekti. İşte şimdi, rüzgâr, bir fısıltı gibi yalıyordu yüzünü; altındaki mavi deniz duruncaya değin yavaşladı. Bütün dikkatini toplayarak gözlerini kıstı, soluğu daralmıştı, zorlandı... bir... tek… biraz daha... iki üç santim... o anda, hafifçe rüzgârlanan kanat tüyleri birbirine karıştı, durdu... ve düştü ...

Bilirsiniz ki, martılar hiç bir zaman sendelemez ve öyle düşüvermezler. Havada denge yitirip düşüvermek onlar için bir utanç, bir yüzkarasıdır.

Ama Martı Jonathan Livingston utanmadı bundan; o ters kavsini bir kez daha çizebilmek için kanatlarını gerdi ve yavaşladı. "Sıradan bir martı olmadığını gösterdi böylece.

Martıların çoğu, karınlarını doyurmak için gerekli olandan fazlasını ödemeye çabalamazlar. Uçuşun tek anlamı vardır onlar için: Yiyeceğe ulaşıp kıyıya dönmek onların amacı uçuş değil, karın doyurmaktır. Ama Martı Jonathan Livingston için önemli olan yemek değil, uçmaktı. O, her şeyin ötesinde uçmaya gönül vermişti.


Oysa bu tür düşünceler, gördü ki, öteki martılar arasında hiç de önemli değildi. Anne ve babası bile, Jonathan'ın tüm günlerini yükseklerde tek başına, yüzlerce kez yinelediği süzülme denemeleriyle geçirmesinden kaygılanıyorlardı.

Martı Jonathan, nedenini bilmiyordu ama, suya kanat boyu kadar bir yükseklikte uçtuğunda, az bir çaba ile havada daha uzun süre kalabiliyordu. Süzülmeleri, her zaman olduğu gibi gerilmiş ayaklarının su yüzüne çarpmasıyla değil de, suda uzun, ince, yumuşak çizgiler bırakarak sona eriyordu!. Karnına biçimlice yapıştırdığı ayakları, bu çizgiler boyunca su yüzünü yalıyordu. Jonathan, süzülme denemelerini sahilde de yapmaya başlamıştı; kumun. üstünde bıraktığı izleri gören annesiyle' babasının tedirginliği bir kat daha arttı böylece.

«Neden, Jon, neden!» diye sordu annesi. «Öteki martılar gibi olmak sana neden güç geliyor? Alçaktan uçmayı pelikanlarla albatroslara bırakamaz mısın? Yemiyor içmiyorsun. Bak, bir tüy bir kemik kaldın.)

«Bir tüy bir kemik kalmam önemli değil anne. Ben, bir martı olarak havadayken neler yapıp neler yapamayacağımı öğrenmek istiyorum. Hepsi bu, yalnızca öğrenmek!»

«Bana bak Jonathan,» dedi babası, kırıcı olmayan bir sesle. «Kış pek uzak değil. Balıkçı tekneleri yakında azalacak, yüzeydeki balıklar da derinlere inecek. Bir şey öğrenmen gerekiyorsa, yiyeceğini nasıl elde edeceğini öğren. Uçmak iyi güzel de, karın doyurmaz ki. Unutma, uçmanın amacı yiyecek bulmaktır.»

Jonathan, uysal uysal başını salladı.

Sonraki günlerde, öteki martılar gibi davranmaya çalıştı. Rıhtım boyunca balıkçı tekneleri arasında anlamsız çığlıklar kopararak öteki martılarla balık artıkları, ekmek parçaları, çöp kırıntıları için dalışlar yaptı, kavgalar etti... Ama bir türlü alışamadı bu işe.

«Yararsız!» diye düşündü; güçlükle elde ettiği bir hamsiyi, kendisini umutla izleyen yaşlı ve aç bir martının önüne bile bile düşürdü. «Bu anlamsız günleri uçmayı öğrenerek geçirebilirdim. Öğrenmem gereken öyle çok şey var ki...»

Martı Jonathan, çok geçmeden taa uzaklarda, açıklarda öğrenirken buldu kendini; açacına, ama mutlu.

Bütün çabası hızlı uçmaktı. Bir haftalık çalışma sonucu bu konuda en hızlı martıdan bile daha çok şey biliyordu.

Üç yüz metre yükseklikte kanatlarını var gücüyle çırparak denizin dalgalarına doğru dimdik inmeye başladı. 'Altı saniye içinde hızı yetmiş mile çıkmıştı, kanatlarından ateş fışkırıyordu sanki. İşte o anda, martıların bu tür pikeleri neden gerçekleştiremediklerini anladı. Bu hızda kanatlarını denetleyemiyor, dengesini yitiriyordu.

Günden güne aşamalar gösterdi. Yeteneği doruğa ulaşmıştı; bu özenli ve sabırlı çalışmasına karşın, yüksek hızlarda dengesini yitiriyordu.

Üç yüz metreye tırmandı önce tüm gücüyle ileri atıldı, sonra kanatlarını çırparak dimdik bir pikeye geçti. Ama her keresinde yukarı açılan sol kanadı kapanıyor, sola doğru şiddetle kayıyordu. Dengesini sağ kanadıyla kazanmaya çalıştığında da, bir büklüm makarası gibi vınlayarak sağa dönüyordu.

Kanadını yukarı açarken yeterince dikkâtli olamıyordu. Bu denemesini on kez yineledi, hızı yirmi mili geçiyordu. Her keresinde devinen bir tüy yığını olarak şiddetle suya çakılıyordu…

Sırılsıklam olmuştu. Yepyeni bir düşünce parladı kafasında: Hızı saatte elli mile varıncaya değin kanatlarını çırpmak, daha yüksek hızlarda ise onları devinimsiz tutmak.


Buluşunu altı yüz metrede uygulamaya başladı. Gagası dik, denize doğru pikeye geçti. Hızı saatte elli mili geçince kanatlarını devinimsiz bıraktı. Olağanüstü güç tüketiyordu bu deney. Ama başarmıştı. On saniye içinde hızı doksan mile ulaştı. Jonathan, martılar arasında bir dünya rekoru kırmıştı sonunda.

Gelgelelim, kısa ömürlü bir başarıydı bu. Kanatlarının açısını değiştirince hızını denetleyemedi ve korkunç bir felaketle yüz yüze geldi Martı Jonathan. Saatte doksan mili bulan hızıyla kaya sertliğindeki denize çakıldı.

Kendine geldiğinde hava çoktan kararmıştı. Yalnız ayın ışığı aydınlatıyordu çevreyi. Okyanusun ortasında bitkin, öylesine yüzüyordu. Paçavraya dönmüş kanatları birer kurşun gibi ağırdı. Yenilmişti, umarsız kalmış, dermansız düşmüştü. Üzerindeki ağılığın onu yavaşça derinlere çekivermesini her şeyin bir anda sona ermesini diledi. Sulara gömülürken bir ses duydu içinde; bastırılması olanaksız, yabancı ve garip bir ses: Benim yazgım buymuş, kurtuluş yok. Ben bir martıyım ve doğa yaratılıştan sınırlandırmış beni. Uçmanın tüm inceliklerini öğrenmem gerekseydi, beyin yerine uçuş haritalarım olurdu. Hızlı uçmak için yaratılsaydım, bir şahininki gibi kısa kanatlarım olurdu. Balık yerine de fare yerdim. Babam haklıydı. Bu aptallığa bir son vermeliyim. Yuvama dönmeli, sürüme karışmalıyım. Zavallı ve sınırlandırılmış bir martı olduğumu kabul etmeliyim artık.

Ona bu düşünceleri veren ses gittikçe zayıfladı ve sularda kayboldu, İşte o anda, Jonathan, sıradan bir martı olmaya ant içti. Hava karardıktan sonra bir martının yeri sahil olmalıdır. Hem, herkes çok sevinecekti buna.

Karanlık suların üzerinden yorgun argın kalktı. Öğrenmekten mutluluk duyduğu alçaktan uçuş kurallarına uyarak, sahile doğru uçmaya başladı.

Sonra birden, “hayır!” diye düşündü. Bir hiçim ben, var oluşumla da bir hiçim, öğrendiklerimle de, Bütün martılar gibi bir martıyım işte. Öyleyse onlar gibi uçmalıyım. Alçaktan uçmak bir martıya yakışır mı hiç? Böyle söyleyerek acılar içinde otuz beş metreye tırmandı. Büyük bir çabayla kanatların çırparak sahile ulaşmaya zorladı kendini.

Sıradan bir martı olma kararı rahatlatmıştı onu. Bundan böyle, kendisini öğrenmeye zorlayan o aşırı güce karşı koymaya çalışacaktı. Ne başarının verdiği mutluluğu ne de sulara düşmenin acısını duymayacaktı…

Düşünselliği bırakmak, karanlığı yararak sahildeki ışıklara doğru uçmak, uçmak ... Ne güzel şeydi bu!

Karanlık! İçindeki garip ses bir alarm gibi çınladı. Martılar karanlıkta hiçbir zaman uçamazlar! Ama bu uyarıcı sesi dinleyemeyecek kadar uçmaya dalmıştı Jonathan. Ne güzel, diye düşünüyordu, ne güzel !.. Ay ışığı altında parıldayan sular, gecenin koynunda ışıklar saçan şu dalgacıklar ne dingin, ne rahatlatıcı. ..

Aşağıya in! Martılar karanlıkta hiçbir zaman uçmazlar! Karanlıkta uçmak için yaratılsaydın, baykuşlara özgü gözlerin, beyin yerine uçuş haritaların, şahinlere özgü kısa kanatların olurdu.

Orada, suyun otuz metre üstünde, Martı Jonathan Livingston'un usunda bir düşünce parladı: Kendine öyle acımayacak, yumuşamayacaktı.

Kısa kanatlar! Bir şahinin kısa kanatları!

İşte çözüm! Ne aptalmışım ben! Elde etmem gereken şey, küçücük bir çift kanat. Bu kanatları gövdeme yapıştırmak ve yalnızca uçlarıyla uçabilmek. Kısa kanatlar!

Başarısızlığı ve ölümü düşünmeksizin, gecenin karanlık sonsuzluğunda altı yüz metreye yükseldi. Kanatlarını gövdesine sımsıkı kilitledi, yalnızca dar ve sivri uçlarını rüzgarın etkisine bırakarak dimdik bir pikeye geçti.

Rüzgâr, canavarca bir uğultuyla esiyordu başında. Saatte yetmiş mil .. doksan. . . yüz yirmi... Daha da hızlandı. Saatte yüz kırk mili bulmuştu, ama kanatlarındaki gerilim yetmiş mildekinden daha azdı. Dar kanat uçlarını hafifçe döndürdü ve zarif bir kavis çizerek pikeden çıktı. Ay ışığının aydınlattığı dalgalar üzerinde gümüş bir gülle gibi yol alıyordu .

İncecik bir görme payı bırakarak, rüzgâra ve hıza karşı gözlerini iyice kıstı. Sonsuz bir mutluluk duyuyordu içinde. Hızı saatte yüz kırk mile ulaşmış, bu hızda uçuşunu denetlemeyi başarmıştı! Altı yüz yerine bin beş yüz metreden pikeye geçseydim, hızım kimbilir ne olurdu, diye düşündü Martı Jonathan.

Bir süre önce ettiği yemini unutmuş, kuvvetli rüzgârın gücüyle uzaklara, çok uzaklara sürüklenmişti. Ama o, yeminini bozmasına karşın, yüreğinde en küçük bir suçluluk duygusu taşımıyordu. Bu tür yeminler, sıradan olmayı kabullenmiş martılara özgüydü. Yüce bir öğrenme çabasıyla dolu olan bir martının bu tür yeminlere gereksinimi yoktu.

Güneş doğar doğmaz uçuş denemelerine başladı Martı Jonathan. Bin beş yüz metreye tırmandı. Bu yükseklikten bakınca, balıkçı tekneleri 'kıpırtısız mavi denizin üstünde küçücük birer leke gibi görünüyor, sabah kahvaltısı için kümelenmiş martılar ise devinip duran bir toz bulutunu andırıyordu.


Ama o, korkusunu yenmenin verdiği gurur ve mutlulukla yaşıyordu. Bin beş yüz metredeydi, kanatlarını gövdesine iyice yapıştırarak uçlarındaki açıyı genişletti ve denize doğru dik bir pikeye geçti. Bin iki yüz metreye indiğinde son hıza ulaşmıştı. Bu hızda rüzgâr, sertleştikçe sertleşen bir ses duvarı gibiydi ve onun daha hızlı uçmasını olanaksız kılıyordu. Hızı saatte iki yüz on dört mili bulmuştu ve dimdik iniyordu sulara doğru. Bu hızda kanat açarsa lime lime olabilir, gövdesi milyonlarca parçaya bölünebilirdi. Yutkundu. . . Oysa hız güçtü, hız sevinçti, güzelliğin ta kendisiydi hız.

Üç yüz metreye indiğinde pikeden çıkışa geçti, kanat uçları güçlü rüzgârda tok bir uğultu çıkararak titreşiyordu. Balıkçı tekneleri ve martı sürüsü yolunun tam üstündeydi; tıpkı bir meteor hızıyla büyüyerek arkalara doğru devriliyordu.

Hızını kesemezdi, bu hızda nasıl dönüş yapılacağını bilmiyordu.

Çarpışmak, apansız ölmek demekti.

Gözlerini sımsıkı yumdu.

İşte o sabah, güneşin doğuşundan hemen sonra olmuştu bütün bunlar. Martı Jonathan Livingston, gözleri kapalı, rüzgârda büyüyen müthiş bir çığlıkla, martı sürüsünün içine bir kurşun gibi daldı. Şans meleği ona gülmüştü bu kez, ölmek bir yana, kimsenin burnu bile kanamamıştı.

Jonathan, gagasını göğe kaldırdığında, saatte yüz altmış mili bulan o müthiş hızını koruyordu hâlâ. Hızı sonunda yirmi mile inmişti, kanatlarını açtı. Bin iki yüz metredeydi ve denizin üstündeki balıkçı teknesi bir kırıntı gibi görünüyordu.


Kazandığı zaferi düşündü. Son hız! Bir mucizeydi bu. Bir martı ve saatte iki yüz on dört mil hız! Sürünün tarihinde en büyük andı bu. Ve işte, Martı Jonathan Livingston için yeni bir çığır açılmıştı. Bir başına, yeniden çalışma alanına doğru uçtu. İki bin dört yüz metreden pikeye geçtiğinde, hız altında dönüş yapmanın kurallarını araştırmaya koyuldu.


Deneyi sırasında anladı ki, kanat ucunda bir tek tüyü bir santimden daha az kıpırdatmak bile, yüksek hızda yumuşak ve güzel bir kavis çizmek için yeterlidir. Bu hızda bir tüyden fazlasını oynatmaksa, bir fırıldak gibi döndürebilirdi onu ... Ve Martı Jonathan Livingston, dünyadaki bütün martılar arasında hava akrobasisini yaşayan tek martı olmuştu.

O gün, başka martılarla konuşarak vakit yitirmedi. Güneşin batışına değin uçtu, uçtu ... Takla atmayı, yavaş dönüş yapmayı, tersine bükülmeyi, sabit nokta fırlamalarını öğrendi.

Martı Jonathan sahildeki sürüye döndüğünde vakit gece yarısını bulmuştu. Müthiş yorgundu, başı dönüyordu, yine de inişe takla ile başladı ve zarif bir devinimle süzülerek inişini tamamladı. Öteki martılar yeni buluşlarımı duyunca sevinçten çılgına dönecekler diye düşündü. Yaşam, bağrında. taşıdığı olanaklardan ötürü ne büyük bir anlam yüklüydü! Balıkçı teknelerini bezginlikle izlemenin ötesinde çok şey vaat ediyordu artık. Yaşamın da bir amacı olmalıydı. Kendimizi bilgisizlikten arındırabilir; akıl, bilgi ve yücelik içinde özümüzü yeniden kazanabiliriz. özgür olabiliriz. Uçmayı öğrenebiliriz ...

Önünde umut dolu yıllar vardı ve gelecekten sesler duyuyordu Jonathan.

Aşağı indiğinde martı sürüsü kurultayını toplantı anında buldu. Görünüşe bakılırsa uzun süredir toplantıdaydılar, birini bekliyorlardı sanki.

Yaşlı kurultay başkasının tok ve egemen sesi yüksek bir törendeymişcesine çınladı.: «Martı Jonathan Livingston, ortaya çık!» Böyle bir çağrıya büyük bir onurlandırma ya da büyük bir suçlama anlamına gelirdi. Ama şimdiye değin onurlandırma çağrısı martıların önderlerini saptamak için yapılmıştı hep. “Elbette”, diye düşündü Jonathan, “bu sabah toplu kahvaltıdayken buluşunu izlediler! Ama ödüllendirilmek istemiyorum ben, hiç düşünmedim bunu. Amacım önder olmak değil. Yalnızca öğrendiklerimi paylaşmak, hepimizin engin ufuklar açmak isterdim.”


Bu düşüncelerde ortaya doğru ilerledi.

Yaşlı Kurultay Başkanı : «Martı Jonathan Livingston, utanç adına ortaya çık ve martı arkadaşların bakışları altında küçül !» dedi.

Bu sözleri duyunca Martı Jonathan'ın beynine balyozlar indi, dizlerinin bağı çözüldü,tüyleri sarktı, kulakları uğuldadı. “Utanç adına ortaya çıkmak! Hayır, olamaz ! Ya buluşu?. Anlamıyorlar!.. Yanılıyorlar, yanılıyorlar!...”

O tok ve egemen ses bir kez daha duyuldu: « ... pervasız bir sorumsuzlukla martı toplumunun saygınlığını sarsmak… geleneklerini çiğnemek ... »

Bu suçlama, onun martı toplumundan dışlanması, uzaklardaki Sarp Kayalar bölgesine bir başına sürgün edilmesi demekti.

« ... bir gün, Martı Jonathan Livingston, sorumsuzluğun çıkmaz bir yol olduğunu anlayacaksın. Yaşamın sırrına erilemez. Bu dünyaya gelişimizin tek nedeni vardır: Yiyeceğimizi bulmak ve olabildiğince uzun yaşamak.»

Sorguda iken hiçbir martı, kurultaya karşı kendini savunamazdı. Ama Martı Jonathan, çınlayan sesiyle bu kuralı da yıkıyordu; «Sorumsuzluk mu kardeşlerim? Yüce bir yaşamın amacını, anlamını görüp onun peşinden koşan bir martıdan daha sorumlu biri var mıdır? Binlerce yıldan beri artık balık kafaları peşinde sürüklendik. Oysa şimdi, yaşamak için başka bir amacımız var: Öğrenmek, yeniliklere kucak açmak, özgür olmak. Bir şans tanıyın bana; bulduklarını, öğrendiklerimi sizlerle paylaşayım.”

Sürü, taş kesilmişti sanki.

Sonra hep bir ağızdan. haykırdılar: «Kardeşlik öldü !!! Hepsi anlaşmış gibi sırtlarını dönüp kulaklarını tıkadılar ona. Duruşma sona ermişti.

Martı Jonathan, geri kalan günlerini yalnız başına geçirmeye başladı. Sarp Kayalar bölgesinden de ötelere uçarak yeni bölgeler keşfediyordu. Üzgündü, ama yalnızlık değildi bunun kaynağı. Onu asıl üzen şey, öteki martıların Tanrısal bir uçuş gücüne inanmayı yadsımış olmalarıydı. Onlar bakmaktan ürkmüşler, ileriyi görmekten kaçınmışlardı.

Martı Jonathan, öğrendiklerine her gün yeni şeyler ekliyordu. Artık yüksek hızla dalış yapabiliyor, suyun üç metre altında yüzen o az bulunur lezzetli balıkları kolayca avlayabiliyordu. Yaşamak için ne balıkçı teknelerine ne de küflenmiş ekmek artıklarına gereksinim duymuyordu artık. Gövdesini karadan gelen esintiye bırakarak havada uyumasını öğrenmişti. Böylece, güneşin doğuşundan batışına değin yüz mil uçabiliyordu. Öteki martılar kötü havalarda aç acına sahillerde pinekleyedursun; o, sezgisiyle yoğun sis tabakalarını yararak göz kamaştırıcı duru gökyüzüne ulaşabiliyordu. Kara parçalarının taa içlerine sokulan rüzgarların sırtına biniyor, oralarda nefis böcekler ele geçirebiliyordu.

Bir zamanlar sürüsü için neler düşündüyse; şimdi bunların tümünü yalnız başına gerçekleştiriyordu. Uçmayı öğrenmişti ve bunun diyetini ödediği için hiçbir pişmanlık duymuyordu.

Martı Jonathan; korku, bezginlik ve hırsın bir martının yaşamını kısaltan etkenler olduğunu çoktan öğrenmişti. O bunlardan arınmıştı ve ,uzun, güzel bir yaşam sürüyordu.

Sonra onlar geldiler. Vakit geceydi ve Jonathan'ı sevgili göğünde kaygısızca süzülürken buldular. Jonathan'ın kanatları ucunda beliren bu iki martı, ışıldayan iki yıldız gibiydi. Bedenlerinden yansıyan ışık, gecenin koynunda sevgi ve dostluk saçıyordu.

Jonathan, hiç konuşmaksızın, kendisinin önceden bildiği, ama hiçbir martının başaramadığı güç bir gösteriye çağırdı onları. Kanatlarını burarak açtı, hızı saatte bir mile inmişti, havada durmak demekti bu. Işıklar saçan iki kuş da onunla birlikte yavaşladılar ve yumuşacık bir uyumla kilitlendiler. Yavaş uçuşu onlar da biliyordu.

Kanatlarını katlayarak bir takla attı ve saatte yüz doksan mille dimdik bir pikeye geçti. Öteki iki martı da onunla birlikte pikeye daldılar ve böylece köşelerinden izler bırakan bir üçgen oluşturdular havada. Jonathan pikeden çıktı. Aynı hızla dimdik yükseldi ve yavaş taklaya geçti. Onlar da gülümseyerek Jonathan'a katıldılar.

Martı Jonathan düz uçuşa döndüğünde bir süre suskun bekledi. «Pekala,» dedi sonra, «kimsiniz siz?»

«Biz senin kardeşleriniz Jonathan kardeşleriniz.» Sözcükler tane tane söylenmişti. güçlü ve duruydu. «Seni daha yükseklerdeki yuvaya götürmek için geldik.

«Ne yuvası? Benim yuvam yok. Benim sürüm yok. Dışlanmışım ben. Bana, şimdi seninle yüksek dağ rüzgârlarının büyük hızı ile uçacağız, diyorsunuz. Bu kanatlarla bu yorgun gövdeyi yüz metre bile taşıyamam ben.”

“Hayır Jonathan, başarabilirsin. Sen daha önce de aşamalar yaptın. Şimdi yeni bir aşamanın tam sırasıdır.”

Bulunduğu anı vurgulayan bu yaklaşım Jonathan'ın içini aydınlattı. Onlar gerçegi söyletiyorlardı. Yükseklere, daha yükseklere uçabilirdi. Yuvaya dönmenin zamanı gelmişti artık.

Son bir kez göğe dikti bakışlarını; o eşsiz, o görkemli gümüş ülkeye ... Ne çok şey öğrenmişti orada.

«Hazırım artık» dedi.

Ve Martı Jonathan Livingston, kapkaranIık gökyüzünde yıldız gibi parlayan iki martıyla birlikte uzaklaşarak gözden kayboldu.

Hiç yorum yok: