RSS

9 Mayıs 2010 Pazar

Richard Bach / MARTI II. Bölüm

İşte burası cennet olmalı diye düşündü ve içten içe gülümsedi. Cennetin henüz eşiğinde olan biri için, onun gizine erdiğini düşünmek, onaylanacak bir yorumlama değildir.

O, ışıklar saçan iki martı arasında dünyadan gelirken, kendi gövdesinin de o canlı parlaklığa kavuştuğunu görmüştü. Parıldayan gözlerinin ardında her zaman yaşamış olan genç Martı Jonathan Livingston vardı, değişmiş olan yalnızca dış görünüşüydü.

Bedeni yine bir martının bedeniydi, ama şimdi, eskisindençok daha yetkin uçabiliyordu. Dünyadaki verimli günlerinde gösterdiğim çabanın yarısını göstererek, hızımı iki katına çıkaracağım.

Tüyleri pırıl pırıldı, kanatları yeni cilalanmış gümüş levhaları andırıyordu. Büyük bir mutlulukla yeni kanatlarını tanımaya çalışıyor, onları tüm gücüyle çırpıyordu.

Saatte iki yüz elli dokuz mile ulaşınca, son hızına yaklaştığını sezinledi. İki yüz yetmiş üç mile çıkınca, bu hızı aşamayacağını düşündü ve düş kırıklığına uğradı. Hızı, eski rekorunun çok üstünde olmasına karşın, yeni bedeninin de aşamayacağı bir sınır vardı. Bu sınırı aşmak için büyük bir güç gerekliydi. Oysa, diye düşündü, hiçbir sınır olmamalı cennette.
Bulutlar arasında, martı arkadaşlarının sesi duyuldu: “İyi inişler, Jonathan,” Ve martılar gözden kayboldular.

Bir denizin üzerinden kayalıklı, sarp bir kıyıya doğru uçuyordu, Birkaç martı, kendini yamaçlardan esen rüzgârlara bırakmış, uçuş denemeleri yapmaktaydı. Birkaçı ise kuzey ufkuna doğru yol alıyordu. İşte yeni yerler, yeni düşünceler, yeni sorunlar .. Neden bu kadar az martı? Oysa cennet, martı sürüleriyle kaynaşmalıydı. Bu yorgunluk da neyin nesi'? Cennetteki martılar hiçbir zaman yorulmamalı ve uyumamalıydı.

Peki ama, bütün bunları nereden duymuştu? Dünyadaki yaşantısı gittikçe siliniyordu belleğinden. Orada öyle çok şey öğrenmişti ki, küçük ayrıntılar elbette bir bir tozlanacak, yok olacaktı. Ama sürüden dışlanmasını, sürgün edilişini, öteki martıların yiyecek için didişmelerini anımsıyordu hala.


Bir düzine martı, hiç konuşmaksızın, sahilde onu karşılamaya geldiler. Martı Jonathan hoş karşılandığını biliyordu, burası onun yuvasıydı artık. Çok uzun ve değişik bir gün geçirmişti, güneşin doğuşunu bile anımsayamadığı bir gün.

Sahile inmek için alçaldı ve yerden iki santim yükseklikte kanatlarını çırparak kumlar üstüne yumuşacık bir iniş yaptı öteki martılar da indiler. Ama onlar, göğüslerini önce hafifçe rüzgâra vermişler, sonra parlak kanatlarını gererek uç tüyle,. rini burmuşlar ve tam da ayakları yere değmek üzereyken inmişlerdi. Ne güzel bir inişti bu! Ama Jonathan, bunu deneyemeyecek kadar yorgundu şimdi. Kumların üstünde öyle suskun, uyuyakaldı.

Jonathan, sonraki günlerde anladı ki, geçmişe gömülen yıllar içinde uçuş hakkında neler öğrendiyse, burada öğreneceği şeyler onlardan çok daha fazlaydı. Hem, buradaki martılar da, kendisi gibi düşünüyorlardı. Her biri için yaşamda en önemli şey; kendini aşmak, yetkinli~e ulaşmak ve uçmak, uçmaktı... Her gün saatlerce uçuş denemeleri yapıyorlar ve geliştirdikleri tekniğin kurallarını sınıyorlardı. Bunların hepsi de görkemli kuşlardı.


Uzun bir süre, geldiği dünyayı özlemedi Jonathan. Çünkü o dünya, yaşama sevincine gözlerini kapayanların, kanatlarını yalnızca yiyecek bulmak için kullananların dünyasıydı. Seyrek de olsa kimi zaman, bir anlığına anımsıyordu o dünyayı.

Bir sabah eğitmeni ile uçuş denemeleri yapmıştı. Kilitli kanatla takla atma çalışmalarını bitirmiş, kumsalda dinleniyordu. Birden anımsayıverdi dünyadaki yaşantısını.

Çığlıklarla, anlamsız ötüşlerle değil, sessizliğin diliyle sordu: «Ötekiler nerede Sullivan? Niye kalabalık değiliz? Ne garip! Benim geldiğim yerlerde ... »

« ...Binlerce, binlerce martı yaşardı, biliyorum» diyerek başını salladı Sullivan. «Sana verebileceğim tek yanıt, senin milyonda bir bulunan yetkin bir martı olduğundur. Çoğumuz bin bir güçlükle ulaşabiliyoruz buraya. Biz, önceki dünyamızın benzeri olan başka bir dünyaya geçtik. Üstelik nereden geldiğimizi, nerede bulunduğumuzu fark etmeksizin. Ve günü gününe yaşadık. Bizler; karın doyurmaktan, didişmekten, sürü içinde güç kanıtlamaktan çok daha önemli değerlerin var olduğu bilincine ermek için kaç yaşamdan geçtik acaba? Binlerce Jon, binlerce !.. Ve sonra, yetkinlik denen olgunun varlığını sezmek için de bir, belki yüz dünyadan geçtik. Bir o kadar dünya daha, yaşamın asıl amacının bu yetkinlik olduğunu öğretti bize. Bu kurallar şimdi bizler için de geçerli. Bu dünyada öğrendiklerimizin yardımıyla gelecekteki dünyamızı da kurabi1iriz… Bir şeyler öğrenmezsek, gelecekteki dünyamız da şimdikinin bir eşi olur. Hep durağan, sınırlı, tekdüze bir yaşam; kurşun ağırlığındaki o anlamsız sorumluluklar. Hep aynı.»

Sullivan kanatlarını gerdi ve rüzgârdan yana döndü. «Ama sen, Jon, sen bunların tümünü bir kerede öğrendin. Bulunduğun ana gelebilmek için binlerce yaşamdan geçmen gerekmedi.»

Az sonra ikisi de yeniden uçuş denemelerine başladı. İkili ters taklayı uygulamak oldukça güçtü. Taklanın yarısında Jonathan, başı aşağıda düşünmek zorundaydı. Kanatlarını kavisle geriye döndürmeli, eğitmenine anında uyum sağlamalıydı.

«Yeniden deneyelim,» dedi Sullivan. “Yeniden ... oldu, güzel » Sonra dış takla çalışmasına başladılar.

Bir gece, uçuşa çıkmayan martılar kumsalda kümelenmiş, düşünüyorlardı. Aralarındaki en yaşlı martının yakında bu dünyadan ayrılacağı söyleniyordu. Jonathan bütün cesaretini toplayarak yaşlı martıya yaklaştı :

« Chiang ... » dedi kaygılı bir sesle.

Yaşlı martı sevgi dolu gözlerle baktı ona ve «Evet yavrum ... » diye karşılık verdi. Yıllar onun bedenini törpülemişti ama, güçsüz değildi; hatta öteki martıların bile ulaşamayacağı uzaklıklara uçabilir, henüz kimsenin bilmediği becerileri bile yapabi1irdi.

Chiang, burası bir cennet değil, değil mi?»

Yaşlı martının yüzüne ay ışığında bir gülümseme yayıldı.

«Gene öğreniyorsun, Martı Jonathan » dedi.

«Peki ama, bundan sonra ne olacak? »

«Nereye gidiyoruz? Cennet diye bir yer yok mu?»

«Hayır Jonathan, öyle bir yer yoktur. Cennet ne bir yerdir, ne de bir zaman. Cennet, yetkinliğe ulaşmanın ta kendisidir.»

Hiç yorum yok: