
Jonathan, uzak kayalar üstünde çevresini gözleyerek ağır ağır daireler çiziyordu: Üzerinde çalışılmamış bu genç Martı Fletcher, eşsiz bir öğrenciye benziyordu. Havada güçlü, hafif, kurşun gibiydi ; ama her şeyden önemlisi, öğrenme isteğiyle dolup taşmasıydı.
İşte Martı Fletcher, bulanık gri bir şekil gibi pike ile kükreyerek geliyordu. Saatte yüz elli mille eğitmeninin yanından bir kurşun hızıyla geçti. İleriye doğru on altı sayıncaya kadar dik yavaş taklaya geçmesi gerekiyordu.
« ... sekiz ... dokuz on ... bak Jonathan hızımı kaybediyorum on bir ... senin gibi kesin duruşlar istiyorum... on iki... hay-aksi-şeytan-olmadı. . . on üç... şu-son-üç- sayı yok- mu ... onlarsız ... on dört ... aaakk ..»
Fletcher'in havadaki başarısızlığı, içinde uyanan öfkeyi daha da artırmıştı. Sırt üstü, hızla düşmeye başladı; birdenbire bir takla atarak şiddetle ters döndü. Sonunda eğitmeninin otuz metre altında kendini denetleyebilmişti.
«Jonathan, benimle boşuna vakit harcıyorsun. Aptalın biriyim ben! Çalışıyorum çabalıyorum, yine başaramıyorum işte ... »
Martı Jonathan, hayır dercesine başını salladı. «Böyle sert çıkışlarla başlarsan, elbette başaramazsın Fletcher. Girişte saatte kırk mil hız kaybettin. Daha yumuşak olmalısın. Kararlı, ama yumuşak.»
Genç martının yanına indi. «Yan yana, birlikte deneyelim bu kez yumuşak ve doğal bir giriş yapmalısın.
Üçüncü ayın sonunda, Jonathan'ın altı yeni öğrencisi daha oldu, hepsi de sürüden kovulmuştu. Ama hepsi de kendilerine yeni gibi görünen uçmanın sevinci içinde, uçmak düşüncesinin peşinde idiler. Onlar, bu çalışmanın gerçek anlamını daha sonra kavrayacaklardı.
Jonathan, akşamları onları kumsalda toplayarak, «Her birimiz aslında yüce martının birer parçasıyız: Ustaca uçmak ise öz yapımızın dile gelişidir. Bizi sınırlandıran her şeyden uzaklaşmalıyız . Yüksek hız, alçak hız ve akrobatik uçuşlarımızın ereği. .. » dedi.
... ve öğrenciler, günlük uçuşlar sonunda onu dinlerken bitkinlikten uyuyakalacaklardı. Ama bu çalışmaları seviyorlardı, çünkü hız ve heyecan vardı onda; sürekli öğrenme açlığını doyuran bir şeyler vardı. Hiçbiri, hatta Martı Fletcher bile, rüzgârı ve tüyleri gördüğü gibi, bu uçuşların gerçek ereğini apaçık göremiyordu.
Bir gün onlara, «Sizler, kendinizi kanat uçlarınızından tırnak uçlarınıza değin düşüncelerinizin sınırlandırdığı bir beden olarak görüyorsunuz» dedi Martı Jonathan. «Oysa düşüncelerinize vurulan zinciri koparın, o zaman bedeninizin de özgürlüğe kavuştuğunu göreceksiniz.» O ne kadar konuşursa konuşsun, genç martılara tatlı masallar gibi geliyordu bu sözler ve uyku, iyiden iyiye çöküyordu üstlerine.
Bir ay kadar sonra Jonathan, artık sürüye dönme zamanının gelip çattığını söyledi onlara.
«Henüz hazır değiliz» diye karşılık verdi Martı Henry Calvin. «Bizler o sürüden kovulmuşuz. Toplum dışı kuşlarız artık. İstenmediğimiz bir yere geri dönmek için kendimizi zorlayamayız ya.»
Jonathan, «Bizler dilediğimiz yere gidecek, dilediğimiz yerde bulunacak kadar özgür martılarız» diye yanıt verdi ve kumlar üstünden kalkarak doğuya, sürünün bulunduğu topraklara doğru uçmaya başladı.
Kovulmuş bir martı sürüye asla geri dönemezdi. Bu bir yasaydı ve on bin yıldır bir kez olsun bozulmamıştı. Öğrencileri bu düşünce korkutuyordu. Yasa, gitmeyin, kalın diye buyuruyor; Jonathan «gidin» diyordu.
Üstelik o, şu anda bir mil yol almıştı bile. Eğer daha fazla gecikirlerse, Jonathan kendisine düşmanlaşan sürüye tek başına varacaktı.
Fletcher, arkadaşlarına dönerek kaygılı bir sesle, «Parçası olmadığımız bir sürünün yasalarına ne diye uyacakmışız?» dedi.
«Eğer bir savaş verilecekse, Jonathan' ın yanında olmalıyız. O zaman buradakinden çok daha fazla: işe yararız.»
Böylece, o sabah sekiz martı, hep birlikte batıdan uçuşa başladılar. Dörderli dizilerek bir çift oluşturmuşlardı. Kanat uçları adeta birbirine değiyordu. En önde Jonathan, sağ - kanat ucunda rahatlıkla uçan Fletcher, solunda büyük bir çabayla onlara uyan Henry Calvin... Sekizli küme, saatte yüz otuz beş mille uçarak sürünün bulunduğu kıyıya vardı. Oluşturdukları dörtgenlerle önce hafifçe sağa doğru yattılar. Her bir baş ... seviyelendi, ters döndü ... seviyelendi ...
Ve bu görkemli küme, koca sürünün günlük yaşamını ve bağırışlarını gökten inen dev bir bıçak gibi kesti. Sekiz bin martı gözlerini kırpmaksızın onlara bakıyordu. Sekizi de teker teker takla atarak, bir ölüm sessizliğine bürünmüş olan sahile iniş yaptılar. Martı Jonathan, bu günlük bir çalışmaymış gibi uçuşun eleştirisine geçti.
Keyifsiz bir sesle gülerek, «Önce şunu söyleyeyim ki, birleşmek için biraz geciktiniz» dedi.
Sürü, yeni gelenler karşısında şaşkınlıktan donakaldı. Bu kuşlar kovulmuştu. Nasıl olur da geriye dönme cesaretinde bulunurlardı. Olacak şey değildi bu. Sürünün şaşkınlığı sonucu, Fletcher'in düşündüğü savaş gerçekleşmedi.
Kimi genç martılar, «Kuşkusuz onlar kovulmuş olabilirler, ama ... » diye yorumda bulundular ve gelen sekizine dönerek, «Söylesenize, böyle uçmayı nerede öğrendiniz?» diye sordular,
Başkanın buyruğu ancak bir saat içinde yayıldı martılar arasında: «Kimse aldırmasın onlara! Sürgün bir martıyla konuşan, kendisini de kovulmuş bilsin. Sürgünlere başını çevirip bakan bile yasaları çiğnemiş sayılır.»
O andan sonra bütün sürü sırtını döndü sürgünlere. Ama Jonathan bunu görmezlikten geldi ve çalışmalarını kurultay kumsalı üzerinde sürdürdü.. Öğrencilerinin yeteneklerini en son sınırına dek zorluyordu.
Gökyüzünü çınlatan bir sesle, «Martı Martin!» dedi, «alçak-hız uçuşunu bildiğini söylersin. Bize kanıtlamadıkça bunu biliyor sayılmazsın. Hadi, göster bakalım! UÇ! .. »
Küçük Martı Martin William, görünüşe göre eğitmeninin bu sözlerinden çok etkilenmişti. Kendisini bile şaşırtacak biçimde, alçak-hız uçuşunun en ustaca örneğini verdi. Hafif esintide kanatlarını açtı, bir kez
bile kıpırdatmaksızın kumsaldan bulutlara kadar yükseldi... ve indi.
Martı Charles Roland da büyük dağ rüzgârlarından güç alarak yedi bin iki yüz metreye uçtu. Aşağı indiğinde düşük basınç ve sıcaktan ötürü morarmış bir haldeydi ama, çok mutluydu. Ertesi gün daha da yükseklere uçmaya kararlıydı.
Hava akrobasisine yürekten tutkun olan Martı Fletcher, ileriye doğru on altı sayarak dik yavaş burgu uçuşunu zerafet sona erdirdi. Ertesi gün bunu üçlü bir daire uçuşuyla bezerken; kanatlarında güneşin oluşturduğu beyaz parıltıları, kumsalda kendisini hevesli gözlerle izleyen martılara doğru yansıttı.
Jonathan her an öğrencilerinin yanındaydı. Yol göstererek, yönelterek, zorlayarak öğretiyordu onlara. Kumsaldaki martılar umarsızlık içinde birbirlerine sokularak bekleşirken, o, öğrencileriyle birlikte havalanarak; gecenin koynunda, bulutların arasında, yağmur fırtına demeksizin uçuşlar yapıyordu. Bu uçuşlar, onlar için spor yapmak gibi bir şeydi..
Öğrenciler, uçuşlardan sonra kumsalda toplanıyorlar ve Jonathan'ı can kulağıyla dinliyorlardı. Anlayamadıkları garip düşünceler yanında, anladıkları da oluyordu.
Zamanla, geceleri Jonathan'm çevresinde toplanan öğrencilerinin yakınında, bir başka martı kümesi daha oluştu. Kimselere görünmek istemeyen bu martılar, gecenin karanlığında saatlerce konuşulanları dinliyor, gün doğarken de kaçıp gidiyorlardı.
Dönüşlerinden bir ay sonraydı. Terrence Lowell adlı bir martı, yasakları çiğneme gerekçesiyle lanetlenerek sürücten dışlandı. Böylece o, Jonathan'ın sekizinci öğrencisi oldu.
Ertesi gece, Martı Kirk Maynard da sürüden kopmuştu. Kumlarda sendeleye sendeleye, sol kanadını peşinden sürükleye sürükleye geldi ve Jonathan'ın ayakları dibine yığılıp kaldı. Ölmek üzere olan birinin çıkardığı bir sesle yalvardı:
«Yardım et bana! Dünyada her şeyden çok uçmak istiyorum.»
«Öyleyse katıl bana» dedi Jonathan. «Toprağından kop ve hemen başlayalım.»
«Ama anlamıyorsun... Kanadım... kanadımı kıpırdatamıyorum ... »
«Martı .. Maynard, sen sen olma özgürlüğüne sahipsin. Bunu kimse elinden alamaz. Yüce martının yasasıdır bu.»
«Uçabileceğimi mi söylemek istiyorsun?»
«Özgürsün diyorum.»
Martı Kirk Maynard, kanatlarını öylesine çabuk, öylesine kolay açtı ki, gecenin koynunda süzülerek kayboldu. Sürü, onun yüz seksen metre yükseklikte kopardığı sevinç çığlığıyla uyandı. «Uçabiliyorum! Bakın!
UÇABİLİYORUM! .. »
Gün ağarırken, öğrencilerin oluşturduğu çember dışında toplanan bine yakın kuş, merakla gözlerini Maynard'a dikmişti. Başka kimselere görünüp görünmemeleri önemli değildi artık. Hepsi kulak kesilmiş, Jonathan'ın söylediklerini anlamaya çalışıyorlardı.
Jonathan çok basit şeylerden söz ediyordu: «Uçmak, bir martının en doğal hakkıdır. Özgürlük ise, var oluşun bir parçasıdır. Boş inançlar olsun, gelenekler olsun, özgürlüğü kısıtlayan ne varsa, kaldırıp atmak gerek.»
Kalabalıktan bir ses: «Bu özgürlüğü sınırlayan sürünün kendi yasası ise... onu da mı kaldırıp atmalı?»
«Tek gerçek yasa, özgürlüğü sağlayan yasadır. Başka yasa yoktur,» diye yanıt verdi Jonathan.
Kalabalıktan bir ses daha yükseldi: «Senin gibi uçmayı nasıl bekleyebilirsin bizlerden? Sen ayrıcalıklı bir kuşsun. Özel yetilerle, kutsal güçlerle donatılmışsın. Öteki kuşlardan kat kat üstünsün,»
«Fletcher'e bakın! Jowell! Charles Roland! Judy Lee! Onlar da mı ayrıcalıklı kuşlar? Ne sizlerden ne de benden fazla bir şeyleri yok. Tek fark şudur ki, onlar ne olduklarının bilincine vardılar ve bunu yaşamaya başladılar.»
Fletcher'in dışında bütün öğrenciler, nasıl oldu da şimdiye kadar bu farkı göremedik diye düşündüler ve bilinçlenmekte geç kaldıkları için tedirginlikle kıpırdandılar.
Kalabalık her geçen gün biraz daha büyüyordu. Kimisi öğrenmek için, kimisi yüceltmek için, kimisi de çalışanları küçümsemek için katılıyordu onlara.
Fletcher, bir sabah yüksek-hız çalışmasındaıı sonra şöyle dedi Jonathan'a: «sürüde senin için diyorlar ki; eğer o, yüce martının oğlu deği1se, -zamanının bin yıl ilerisini yaşayan bir martıdır.»
Jonathan içini çekti. «İşte yanlış anlaşılmamn sonucu. Sana ya Tanrı derler, ya da şeytan. Peki sen ne düşünüyorsun Fletch? Biz gerçekten zamanımızın ilerisinde miyiz?»
Uzun bir suskunluktan sonra Fletcher yanıtladı: «Bu tür uçuşlar, onu keşfetmek isteyenler için her zaman vardı. Zamanının ötesinde olmakla bir ilgisi yok bunun. Biz belki alışılmışın dışındayız. Genelde birçok martıdan daha ilerde uçuyoruz.»
«Bu da bir düşünce» dedi Jonathan, bir anlığına baş aşağı süzülürken. «Zamanımızın ötesinde olduğumuz düşüncesi kadar kötü değil.»
Bir hafta sonra bir olay yaşandı. Fletcher, yeni öğrenci1erden oluşan bir kümeye yüksek-hız uçuşunun ilkelerini açıklıyordu. İki bin beş yüz metreden meteor taşını andıran bir hızla dimdik bir pikeye geçti. Kumsalın on santim üstünde pikeden çıkmak üzereydi ki
«Anne!» diye bağıran küçücük bir martı çıktı karşısına. Martı Fletcher yavruya çarpmamak için saniyenin onda biri gibi kısa bir zaman içinde sola doğru sert bir dönüş yaptı. Ve kayalığa, som granit bir kayalığa saatte iki yüz mil hızla ...
Kaya, onun için koskocaman, bambaşka bir dünyaya açılan sert bir kapıydı sanki. Korku, gerilim ve karanlık sarmıştı çevresini. Derken çok tuhaf, yabancı bir gökyüzünde sürüklenmeye başladı. Unutarak,. anımsayarak, ürkek, üzüntülü ve pişman, çok pişman ...
Birdenbire bir ses duydu, Martı Jonathan Livingston'la karşılaştığı anı, anımsatan bir ses.
«Tek ilke, Fletcher, sınırlılıklarımızı sırayla ve sabırla yenmeye çalışmaktır. Programımızın ileri aşamalarına ulaşmadan, kayaların içinden uçamayız.»
«Jonathan ... »
«Ya da ulu martının oğlu ... » diye karşılık verdi Jonathan usulca.
«Burada ne işin var? Kaya... ben … ben ... ölmemiş ... miydim?»
«O, hadi canım Fletch. Düşün. Benimle konuştuğuna göre demek ki ölmedin. Yaşadığın olay sonucu, bilincinde bir sıçrama oldu. Bundan sonrası senin kararına bağlı. İstersen bu aşamada kalabilir ve öğrenebilirsin. Çünkü burası, bıraktığın yerden çok daha ilerdedir. Ama istersen sürüye dönebilir, çalışmalarını onlarla sürdürebilirsin. Sürünün yaşlı martıları felaket bekliyorlardı; ama sen, bu olayla çok sevindirdin onları.»
«Sürüye geri dönmek istiyorum. Öğrencilerimle çalışmaya yeni başlamıştım.»
«Çok güzel, Fletcher. Unutma ki, bedenin düşündüğünden başka bir şey değildir.»
Fletcher başını salladı ve kanatlarını gerdi; gözlerini açtığında kayalıklarda toplanmış olan sürünün ortasında buldu kendini. Adımını atar, atmaz sürüden büyük bir çığlık koptu.
«Yaşıyor! Ölmüş olan, yaşıyor!»
«Yüce martının oğlu ona kanatlarının ucuyla dokunarak can verdi!»
«Hayır! O bunu yadsıyor! O bir şeytandır! ŞEYTAN! Sürüyü dağıtmaya geldi»
Kalabalığı oluşturan dört bin martı olanlardan ürkmüştü. «ŞEYTAN!» çığlığı bir fırtına rüzgarı gibi esti martılar arasında. Gözler ışıltılı, gagalar sivrilmiş, parçalamak için atıldılar.
«Buradan uzaklaşalım mı Fletcher, ne dersin? » diye sordu Jonathan.
«İşte buna hayır demem.»
Bir anda bin metre öteye geçiverdiler.
Binlerce bilenmiş gaga boşlukta daireler çizerek devinip duruyordu.
Jonathan şaşkınlıkla sordu : «Bir kuşu özgür olduğuna inandırmak, neden dünyanın en zor işi? Biraz çalışıp çabalasalardı, kendi özgürlüklerini görürlereli. Neden böyle güçlük çekiyoruz? »
Fletcher, bu yepyeni çevre karşısında hayretler içindeydi. «Ne yaptın? Biz buraya nasıl geldik? »
«Gözü dönmüş sürünün dışına. çıkmak istediğini söylememiş miydin?»
«Evet, ama nasıl oldu da ... »
«Her zaman olduğu gibi Fletcher, alıştırma yaparak ... »
Sabah olduğunda sürü çılgınlığını unutmuştu. Ama Fletcher unutmamıştı. «Jonathan, uzun süre önce sürüye dönmek, onları sevmek, onlara yardım etmek konusunda söylediklerini anımsıyor musun?»
«Elbette. »
«Az önce seni öldürmeye kalkışacak kadar azgınlaşan bir sürüyü nasıl oluyor da sevebiliyorsun, anlamıyorum doğrusu.»
«O , Fletch. Sevilen o değil ki. Kin ve kötülüğü elbette sevemezsin. Her martıda gerçek martıyı görmeye çalışmalı, her birinin içindeki iyiyi bulup çıkarmalı ve bunu onlara da göstermelisin. Gerçek sevgi.
budur işte. Onu bir kez tattın mı, vazgeçemezsin. »
Bir kuş anımsıyorum, genç ve deli dolu bir kuş. Adı Fletcher Lynd'di. Yeni kovulmuştu ve sürüsüyle ölümüne savaşmaya hazırdı. Öte yandan, uzak kayalıklarda zehir kusan cehennemini kuruyordu. O şimdi burada kendi cennetini kuruyor ve sürüyü de peşinden sürüklüyor.»
Fletcher eğitmenine döndü, gözlerini korku bürümüştü. «Ben?. Sürüklemek?. Ne demek istiyorsun? Ben?. Sürüklemek?. Burada eğitmen sensin. Bırakıp gidemezsin.»
«Bırakamaz mıyım? Başka eğitmenlere gereksinimi olan başka Fletcher’ler ve başka sürüler de olabilir, değil mi?»
«Ben mi Jon? Ben sıradan bir martıyım. Oysa sen ... »
«Yüce martının tek oğlu, öyle mi?» diyerek içini çekti Jonathan. Bakışlarını denize çevirmişti. «Artık bana gereksinmen kalmadı. Günler geçtikçe içindeki gerçek ve sınırsız Martı Fletcher'i bulmaya başladın. Senin eğitmenin odur. Onu anlamalı ve yaşamalısın.»
Bir süre sonra Jonathan'ın bedeni havada dalgalandı. «Adımı kutsallaştıran aptalca sözlerin yayılmasına engel ol. Beni Tanrılaştırmalarına izın verme: Söz mü Fletch? Ben bir martıyım .. Belki. .. uçmayı seviyorum. »
Işığı gittikçe donuklaştı, saydamlaşmak üzereydi.
«JONATHAN !»
«Zavallı Fletch! Gözlerinle gördüğüne inanma, gördüklerin yalnızca sınırlı olandır. Sezginle bak. Öğrendiklerinin bilincine varmaya çalış. Böylece uçuşun yolunu da öğreneceksin. »
Ve Martı Jonathan saydamlaşarak yoklara karıştı.
Bir süre sonra Martı Fletcher gökyüzünde süzülmeye başlamıştı. Ve orada, öğrenmek için can atan bir martı kümesiyle yüz yüze geldi. «Başlamadan önce şunu iyi bilmelisiniz ki» dedi hüzünlü bir sesle, «bir martı, özgürlüğün sınırsız bir dönüşümü ve yüce martının bir imgesidir. Bedeninize gelince ... Bir kanat ucundan öbür kanat ucuna
değin tüm bedeniniz, onu düşünebildiğinizden aşkın değildir.»
Genç martılar şaşkınlık ve merakla ona bakıyorlardı. «Amma da garip ! Bu sözler takla atma kuralına hiç benzemiyor» diye düşündüler.
Fletcher içini çekti. Araştıran gözlerle onlara bakarak, Pekala» dedi, «düz uçuşla başlayalım.» Böyle der demez, dostu Jonathan'ın kendisinden üstün bir martı olmadığını, ayrıca bir kutsallık taşımadığını anladı.
«Hiç mi sınır yok Jonathan? Öyleyse senin gibi saydamlaşacağım gün yakındır. Senin bulunduğun sahilde belirince sana birkaç uçuş tekniği göstereceğim.
Öğrencilerine karşı kendini güçlükle toparladı. Bir an geçmişti ki, onları gerçekten oldukları gibi görmeye başladı. Yüreği sevgiyle dolmuştu.
«Hiç mi sınır yok Jonathan?» diye düşünerek gülümsedi. Öğrenme yarışı başlamıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder