RSS

4 Temmuz 2010 Pazar

CAHİT SITKI TARANCI

“Bir Namazlık Saltanatın Olacak” Dedik ve Yazdık

Salim Şendil / Varlık Eylül /1991

C.S. Tarancı'nın yurtdışından gelen cenazesinin karşılanışına dair anı yazısı...


Cahit Sıtkı Tarancı'nın Diyarbakır'daki evinin müze olacağım gazetelerde okuyunca içime bir acı çöküverdi. Oysa sevinmem gerekirdi. Arkadaşlık ettiğim, dostum, sevdiğim, ünlü bir ozanımızın doğduğu ev müze oluyordu. Geç de olsa hatırlanmıştı. Gene de sevinmeliydim. Öyle olmadı. Ne saklayayım! Anılarda kalan o gün birdenbire gözümün önüne geldi. Sevinç yerine yüreğime bir acı çörekleniverdi.

***

Yayınevi'nde çalışıyordum. Sunullah Arısoy telefon etti:

"Cahit Sıtkı 'nın tabutu" geliyor. Ben istasyona gidiyorum, haberin olsun. " dedi.

Birkaç gündür araştırıyorduk zaten.
Viyana'dan ne zaman geleceğini... Öğrenmiş, bana bildiriyordu. Ben de:
"Geliyorum ... " dedim.

Ankara Edebiyatçılar Derneği başkanıydım o sıra. Bahri Savcı ikinci başkan, Bülent Ecevit genel sekreter, Sunullah Arısoy sayman, Suat Taşer üye ... Şaşkınlıkla, öbür yönetim kurulu arkadaşlarımı arayayım, onlara da haber vereyim, diye düşündüm. Aklıma geldi, Bahri Savcı ile Bülent Ecevit Amerika’daydılar. Genel Sekretere Sunullah vekalet ediyordu. Geriye bir Suat kalıyordu. Onun da telefonu karşılık vermemişti. Başkalarını da arayacak zaman yoktu.

Önceleri Cahit Sıtkı Ankara Edebiyatçılar Derneği'nin kurucu başkanıydı. Hastalanıp yatağa düştükten sonra yapılan genel kurul toplantısında bizler getirilmiştik yönetime. Böylece, seçimle gelen ilk yönetim kurulu olmuştuk. Ne var ki Dernekler Yasası'na göre göstermemiz gereken bir yerimiz yoktu. Nasıl bir adres verdiğimizi de şimdi anımsamıyorum. Toplantılarımız Helikon Derneği'nde, pasta salonlarında bir de Seçilmiş Hikâyeler dergisinin yönetim yerinde yapıyor, kararlar alıyorduk. Sümerbank'ta görevli olan Sunullah Arısoy'da defterlerimiz duruyordu.


Cahit Sıtkı Tarancı'nın tabutunun Viyana'dan istasyona gelmek üzere olduğunu Ulus gazetesinin foto muhabiri, arkadaşım Hüseyin Ezer'e haber verdim, oraya gelmesini söyledim.

"Benim elimde acele bir iş var. Sen git, bitirir bitirmez arkandan yetişirim." dedi.

Rüzgârlı Sokak'ta, OW. hanın ikinci katının yarısının büyük bir bölümünü ben, küçük bir bölümünü de Hüseyin Ezer'le ortaklaşa kullanıyorduk. Giriş katına Ulus gazetesinin idari işleri ile ilan-reklam bölümü gelmişti. CHP'nin malları elinden alındıktan sonra buraya taşınmışlardı. Karşımızda Akis dergisinin yönetim yeri vardı. Üstümüzde de Ulus'un yazı işleri çalışıyordu. Daha üst katı da Hıfzırahman Raşit Öymen ev olarak kullanıyordu.

İstasyona geldiğimde Sunullah'tan başka kimse yoktu. Biraz uzakta, beş altı kişi kadar lacivert ceketli, külot pantolonlu, çizmeli, kasketli - fötr şapkalı birileri duruyordu. Tanıyıp tanımadığını Sunullah'a sordum, o da bilmiyordu.

"Herhalde Diyarbakır'dan gelmişlerdir," dedim. "Hemşerileri olabilir."
"Belki!.." dedi Sunullah. Arkasından da ekledi:

"Cahit'in tabutunu getiren vagonu Polatlı'da yük vagonlarından kesmişler, orada kalmış. İstasyon müdürü ile konuştum, durumu anlattım. Başka bir yük katarına takacaklar, gelir bir saate kadar ... "

"İyi ki akıl etmişsin de sormuşsun. " Polatlı'da o vagonun kaldığını bilmeden burada bekleyip duracaktık."


Sunullah Arısoy ile istasyonda bir o yana, bir bu yana volta vurarak, karşılamaya gelecekleri, treni beklemeye başladık. Çizmeliler ise kümeleşmiş, ilk gördüğümüz yerde duruyorlardı. Cahit'in tabutunu getiren tren belli tarifeli cinsten değildi. Bu yüzden gecikerek geliyordu anlaşılan.

Biz buraya geleli bir saat olmuştu.

Tren daha Etimesgut istasyonuna gelememişti.

Rahmetliyi Viyana'ya' uğurlarken Esenboğa Havaalanı'na gitmiş, dernek adına bir de çiçek demeti vermiştik. Cahit Sıtkı, sakatların kullandığı tekerlekli bir arabada, dizlerine örtülmüş battaniyenin üstünde ufacık elleri, dudaklarında eğri bir gülüş, -felç olmuştu - çocuksu bir sevinç içinde, göz pınarlarında tomurcuklaşmış yaşlarla mahzun oturuyordu. Nezihe yanımda, boşandı boşanacak, kendini zor tutuyordu. Biz bu hazin gidişin, sağlıklı bir dönüşü olur düşünde suskun, işlemlerin bitmesini, onun uçağa alınmasını terminalin alana çıkış kapısı önünde bekliyorduk. O bekleyişle bu bekleyiş ne kadar farklıydı birbirinden!

... İlkinde bir umut vardı. Güzel şeydir umut etmek... İkincisinde ise kaskatı bir gerçek ...

Görünürde ne tren vardı, ne de tabutu karşılamaya gelen başka kimseler. Ara sıra gar hareket memurluğuna giden Sunullah, bu kez iyi bir haberle dönüp geldi.

"Tren Etimesgut'tan kalkmış, Ankara'ya doğru geliyor." dedi.

Sevindim ... Arkasından da:
Ne yapacağız?." deyiverdim.
"Neyi?"
"Neyi olacak!.. Bu kadar insanla, gelecek sandukayı nasıl taşırız? Bizim bildiğimiz tabut değil o!”
"Bilmem!.."

O sırada Hüseyin Ezer çıkageldi. Her zaman olduğu gibi telaşla sordu:

"Hani, nerede?."
"Kim?."
"Tabut ... "

"Tren daha gelmedi. Şimdi öğrendik, yeni Etimesgut'tan kalkmış." dedim. O lafımın bitmesini beklemeden çizmelileri görmüş, aynı telaş içerisinde yanlarına gitmişti bile. Onlara yanaşır yanaşmaz, birdenbire keskin bir "Aaaaa ... " çekti. Sonra arkasını getirdi:

"Sizin işiniz ne burada? .. "
Topluluk çizmelerinin topuklarını sertçe birleştirdi. İçlerinden biri yavaşça:
"Rahmetliye son görevimizi yapmaya - geldik." diye karşılık verdi.

"Hadi sen de," dedi Hüseyin Ezer.

"Ne zahmet etmişsiniz!.. Hiç gereği yoktu. Ben şimdi burada fotoğraf çekeceğim. Bir kopya da yarın size verirdim olur biterdi."

Çizmelilerden biri:

"Bizi çok dinledik böyle masalları . . Karnımız tok bu laflara!.." dedi.

Hüseyin Ezer:

"Şimdi siz karıştırırsınız. Hangisi Salim Şengil, hangisi Sunullah Arısoy. Dosyalara yanlış fişlenir. Zaten başka kimse de yok. Elde resim olunca iş kolaylaşır. Ben işaretlerim olur biter."

Çizmeliler koro halinde:

"Ayıp ettin abi.." dediler, biraz yerlerinde sallandılar.
Bu konuşmadan sonra ayaklarım suya değmişti. Şaşırıp kaldım.
Hafif şehla gözü başka yöne bakarak gülen ve yanımıza gelen Hüseyin Ezer'e:

"Noluyor?" u çektim.
"Hiç," dedi, "birinci şubeden gelmişler de ... "
"Sen nereden tanıyorsun? .. "

"Ha bak anlatayım." dedi. "Eskiden birinci şube, Hacıbayram camiinin yanında, iki katlı, eski bir Ankara evindeydi. Sık sık şurada burada casus yakalandı diye duyulur, atlamamak için oraya koşar, yakalananın fotoğrafını gazete için çekmeye çalışırdım. Gelgelelim her seferinde haberi alınca birinci şubeye koştum. Aynı zorlukla karşılaştım. Çaresizlik içinde kıvranıyordum. Elim boş dönecektim. Hemen serkisofu çalıştırdım, 'göster kendini Hüseyin Ezer' dedim kendi kendime. Onlara da:

“Hadi gelin öyleyse, hepinizin topluca bir fotoğrafınızı çekeyim hatıra kalsın.” dedim.

Dünden teşneymişler. Daha iyi görünmeleri için merdiven basamaklarını gösterdim. Toplandılar, rütbe sırasına göre en önde müdürleri, yardımcıları, arkada komiserler, başları, ortaları, adayları ... Daha arkalara da resmi ve sivil giyimli ilgililer sıralandı. Fotoğraf çekildi, bitti. Sordular:

'Hüseyin Ezer, resimleri ne zaman vereceksin?'diye ...

'Yarın ... Yarın olmazsa öbür gün getiririm .. .' dedim ve oradan uzaklaştım hemen, ne olur ne olmaz.

Ertesi gün fotoğraf yerine haber yolladım onlara. 'Bana o casusun fotoğrafını çektirmezlerse fotoğrafları gazetede yayınlayacağım, “Emniyet birinci şubesinin fedakar, vefakar, çalışkan elemanları topluca bir arada' diye de altına yazarım. O zaman da herkesçe tanınacaklarından hepsi karakolları boylarlar.”

Şipinişi haber geldi; “Gelsin çeksin.” Gittim.

Bu olaydan sonra bir çok kez, kimsenin çekemediği, tüm foto muhabirlerini atlattığım fotoğraflar çektim orada ... Merdivenin başındaki o grup fotoğraftan hiçbirine vermedim. Hep atlattım. Arasıra 'film gazetede duruyor' demeyi de unutmadım. Çok girdim çıkttm oraya, hepsini tanırım."

Yapar mı yapar, Hüseyin Ezer bu ...

Hiç gözünün yaşına bakmaz.

***

Anıtkabirin düzenlemesinin bitmek üzere olduğu günlerde mozolenin fotoğrafını derginin kapağında kullanmak istiyordum. Zaman çok dardı. Hüseyin Ezer'den istedim. O da "olur" demişti, ama ne zaman? Bekleyecek vakit yoktu. Fotoğraf gelecek, klişe yapılacak, kapak basılacak. On gün demekti en azından. Dergi gene gecikecekti. Ertesi gün fotoğrafı getirdi. Şaşırdım kaldım. Olamaz güzellikte bir fotoğraftı,heyecanlandım. Boynuna sarıldım.

"Yaşa be Hüseyin … dedim. Nasıl yaptın bunu demeye kalmadan anlattı:

"Gittim, bir türlü mermer lahte yanaştırmıyorlar… Sağını solunu dolaştım gene olmadı. Nereye gitsem yasak, yasak diyorlar. Bu arada makineyi hazırladım. Yerler henüz temizlenmemiş, kireç kum doluydu. Böyle çekersem hiçbir işe yaramayacaktı. Orada temizlik için bir koca bidon su duruyordu. Onu gözüme kestirdim. Bir punduna getirip dalgınlıkla olmuş gibisine varili deviriverdim. Yeri su kaplayınca fotoğrafta parlar, ayna gibi görünür. Bu arada birkaç poz çektim. Onlardan biri bu." diye anlattı fotoğrafın öyküsünü.

Yayınevine bitişik ya Hüseyin Ezer'in atölyesi. Birinci şubenin tüm çalışanları onu tanıyor. Bir gün görevlinin biri gelip ona usulca: "Buraya kimler gelip gidiyor?" diye sormuş. "Sen tanırsın."
Hüseyin Ezer, inadına herkesin duyacağı bir sesle ve küçümser bir tavırla:

"Dün Kasım Gülek vardı. Arasıra Paşa da geliyor." demiş.

İlgilinin az kalsın dudağı uçuklayacakmış.

Kasım Gülek gerçekten sık sık uğrardı. Ben de yeni çıkan kitapları armağan ederdim. Ama İsmet Paşa bize hiç gelmemişti.

CHP'nin 'Araştırma Bürosu', Doğan Avcıoğlu'nun yönetimi sırasında, üst katımıza taşındığında bir ya da iki kez oraya gelmişti.

Hüseyin Ezer olup biteni bana anlattıktan sonra, o bir gözünün şehla bakışıyla odanın eşiğinde durup sormuştu:

"İyi söylemiş miyim?"

"Allah seni kahretmesin. Tek ayak üstünde ne çabuk uyduruyorsun bunları.

***

O çizmelilerin Cahit Sıtkı'ya son görevlerini yapmaya geldiklerini anlamıştık ama, tabutu taşıyıp taşımayacaklarını bilmediğim için Sunullah'a:

"Cenaze arabasına kadar tabutu taşıyacak birkaç hamal tutalım, paralarını ben öderim." dedim.

Sunullah koştu. Üniformalı birkaç istasyon hamalı ile geldi. O sıralarda orada çalışan yük taşıyıcılann kahverengi giysileri, kol yenlerinde sıra sıra kırmızı şeritleri, omuzlarında sırmalı apoletleri, şapkalarında da kollarındaki bantların daha genişi onların hafife alınamaz simgesini tamamlıyordu.

Tren de Ankara Garı'na giriyordu.

Üçüncü peronda durdu. Hamallarla vagondan tabutu aldık. Cankurtaran arabası, Tarancı'nın ölüsünü Numune Hastanesi'nin morguna götürecekti. Tabutun sol başucundan ben, öbür ucundan da sanki bu tören için o cafcaflı giysilerini çekmiş hamallardan biri tutmuştu. Sunullah Arısoy da törenin protokole uygun olmasını sağlayan bir görevli gibi fört şapkası elinde tabutun sağ başından yürüyordu. Hüseyin Ezer, bu unutulamayacak görünümü flaş patlatarak belirliyordu. Tabutun geri kalan yerlerinden, kol uçları kırmızı şeritli, siperliği gıcır gıcır parlayan, çepeçevre geniş kırmızı bantla çevrili kasketleriyle hamallar tutuyorlardı. Tabutun arkasında lacivert giysili çizmeliler, 'Bir anlık saltanat'ın tadını ağır, uygun adımlarla çıkara çıkara, garın dış kapısında bekleyen cankurtaran arabasına doğru yürüdük. Hüseyin Ezer habire, bu saltanatlı gidişe alkış tutar gibi 'Şak şak' fotoğraflarımızı çekiyordu.

Hiç yorum yok: