RSS

4 Temmuz 2010 Pazar

CAHİT SITKI TARANCI / ARKADAŞLARINDAN...

SABAHATTİN KUDRET AKSAL

1976 / Milliyet Sanat



Öyle günler vardır ki bizde onlardan belirgin çizgileriyle resimler kalır. Denilebilir ki, o resimler sadece çizgiler de değildir, yansıttıkları zamanın renklerini, kokularını, seslerini de korurlar. Cahit Sıtkı'yı tanıdığım akşamdan da usumda böyle bir resim kaldı, hiç de solmadı. Bunun bir nedeni, belki de, o resmin" benim çocukluk günlerimin geçtiği görünümleri kapsamasıydı. Çocukluğumuzun mahallelerini, sokaklarını, o gün için çok olağan buluruz, ama uzun bir zaman geçtikten sonra görürüz ki onlar masalsı bir kimliğe bürünüvermişlerdir. Şimdi uzaktan bakıyorum da, Cahit Sıtkı'yı ilk gördüğüm 1938 ilkyazının bir akşamında Beşiktaş çarşısı bana öyle görünüyor. O gecenin Beşiktaş çarşı meydanından bende kalan izlenim yoğun bir aydınlıktır. Balıkçıların, manavların, sebze ve meyve tezgahlarının kümelendiği çarşı meydanı, loş köşelerden, sokak aralarından bakılınca bol ışıklı bir tiyatro sahnesi gibiydi. Kuşkusuz bu aydınlık ne sokak lambalarıyla, ne de vitrinlerden yansıyan ışıklarla sağlanmıştı. Satıcılar, dükkanlarının önünde, tezgâhlarında yaktıkları sayısız mumla, karpit lambalarıyla çarşının gecesini gündüze çevirmişlerdi. Bir de oracıkta, kapısıyla camları açık, dar, uzun bir meyhane. Dışarıya, sokağın ortasına dek insanın içini bayıltan bir anason kokusu vuruyordu. Uzaktan vuran bu anason kokusunu çocukluğumdan beri sevmiştim. Rakıların baygın kokusu on metre öteden duyulurdu.

Rakılar daha bozulmamıştı: Daha sonra, bir bozulma döneminin başladığını Oktay Akbal bir kitabının adıyla ne güzel vurgulayacaktı: Önce Ekmekler Bozuldu.

Meyhanenin önünde duran Cahit Sıtkı'yı hemen tanıdım. Üstünde bir pardesü vardı, yakasına da bir papatya iliştirmişti. O gün Cumhuriyet'te Papatya adlı bir öyküsü yayınlanmıştı. Benim hısımım, onun da Mülkiye'den sımf arkadaşı olan ortak bir tanıdığımız bizi tanıştırdı. O, ünü günden güne yayılan genç bir ozan, bense sadece bir şiir okuruydum. Şiir yayınlamaya yeni yeni hazırlanıyor, özeniyordum. Nitekim birkaç ay sonra da ilk şiirim onun aracılığıyla yayınlanacaktı. O gece Cahit Sıtkı'yla kırk yılın tanışığıymışız gibi söze girdik. Zaman geçtikçe, yeni tanıdığı genç ozanlara gösterdiğini saptadığım yakın ilgiyi gördüm.


Konuşmamızdan anımsadığım, şiirde yoğun bir anlatımın, dizeyi düzgün söylemenin üstünde durduğuydu. Sözü döndürüyor dolaştırıyor, bu kavramlara getiriyordu. Dize, sözcüklerin sıkıştırılmış bir düzeni olmalı bir solukta söylenmeli, diyordu. Orhan Veli'nin, Melih Cevdet'in, Oktay Rifat'ın ölçüsüz uyaksız, imgeden arınmış, yalın bir anlatıma yönelmiş şiirleri yeni bir aşamaydı şiirimiz için, ne düşündüğünü öğrenmek istedim. O şiirleri ilginç buluyordu ama benimsediği birimlere uymadığını saklamıyordu. Kısa bir süre sonra bu ozanları çok seveceği de bir gerçektir. Cahit Sıtkı için o yıllarda biçim, ölçünün uyağın sınırlamasıyla vardı. Ondokuzuncu yüzyılın Fransız şiiriyle kişiliğini oluşturmuştu. Aradan bir kaç yıl geçicince, o da ölçüsüz uyaksız yeni bir anlatımı şiirinde denemek istedi. Ama bu denemeden kazançlı çıktığını da söyleyemem. Diyebilirim ki Cahit Sıtkı ölçüyle uyağın yasağından yararlanarak . duygusallığını önleyebilen, ancak bu yasaklarla, yoğun dizeye ulaşabilen ozanlardandı. Bu yargıyı bir kınama sözü gibi anlamamak gerektiğini, ozanın kendine özgü bir tutumunu belirtmekten başka bir anlama gelmediğini eklemek isterim.


Kendisi de bunu anlamış olmalı ki, bir serüvenlik zamandan sonra, şiirini ölçüyle uyağın sınırlarının ardına çekti. Gerçekten de öyle, Cahit Sıtkı'yı ölçülü uyaklı şiirleriyle düşünmek gerekir. Şimdi, aradan bunca zaman geçtikten sonra, en özgün, en yoğun, alışılmış duyarlıkların uzağında kalan, güçlükleri yenmeyi en çok denemiş şiirleri hangileridir diye düşünüyorum? Şiirimizden seçmeler yapsaydım ondan hangi şiirleri alırdmi.? Söyleyeyim: Sanatkarın Ölümü, Allah’ı Ararken, Şubat Günü , Gençlik Böyledir İşte, Serenad, Nedim'e Dair, Mezarlık adlı şiirleri olurdu.


Ayrılırken, “Avni Atasoy'u tanıyor musun ?” diye sordu. "O da Beşiktaş'ta oturuyor. Hikayeci,"Avni Atasoy'u tanıyordum ama hikaye yazdığım bilmiyordum. Bize bir aşırı sokakta oturuyordu. Bildiğim sadece, serkeşçe bir çocuk olduğu ve öğrenimini yarıda bıraktığıydı. Sonra "Serseri" adlı bir öykü kitabı çıkardı. Çok erken, birkaç yıl sonra da öldü. İki üç gün sonra, bir pazar sabahı, Avni bana o gün Vişnezade parkında Cahit Sıtkı'yla buluşacaklarını, benim de gelmemi istediklerini söyledi. Öğleden sonra üçümüz buluştuk. Çok ılık bir nisan günüydü. Ara sokaklardan Ihlamur yoluna indik. Dikilitaş, Mecidiyeköyü' nün Beşiktaş'a bakan arka sırtları fulya tarlası ve dutluklardı. Pazar günleri, ilkyazda, buralarda gezmeye çıkılırdı. Eski İstanbul'un küçük, tahta evlerinin sıralandığı sokaklardan geçtik. İki üç ev arayla gene büyük bahçeler vardı. O sokakların apartmanlarla dolduğunu görmek için en azından daha yirmi beş yıl beklemek gerekiyordu. Yangın yerleri bile biraz salkım, erguvan kokardı. Dikilitaş'a, fulya tarlasına, dutluklara doğru yöneldik. Ağır, basınçlı hava üçümüzü de yormuştu. Dönüşte bizim evegeldik, oturduk. Söz, o gün nerden açılırsa açılsın, şiirde düğümlendi. O güne dek, kısa bir süre için okulda öğretmenim olan ve sık sık ders dışı, edebiyat üstüne soru• lar sorup yanıtlar aldığım, bir öğrenci özlemiyle küçücük tartışmalara girdiğim Ahmet Hamdi Tanpınar'ı bir yana bırakırsanız, bir ozanla konuşmamıştım. Cahit Sıtkı da genç kuşağın önde gelen adlarından biriydi. Hangi ozanları beğendiğini merak ediyordum. Sordum. Düşünmeden Ahmet Muhip'in adını söyledi. Sonra, tümcesine bizim arkadaşlardan da diye başlayarak bir iki ad daha saydıysa da o anımsamaların, bir dostluk yansıması olduğunu sezdim. Ahmet Muhip'in "Vakit Dar Olsa Gerek" adlı şiirini okudu. O şiiri bilmiyordum, çok sevdim. "Daha eskilerden de, Ahmet Haşim, elbette Yahya Kemal." dedi.


Yahya Kemal'in adını duymak beni şaşırttı. On sekiz yaşındaydım. Şiirin sadece yeni imgeler, gerçeğin değiştirilmiş bir düzeninin yansıması, önerilen yeni dünyalar, belki de ne adına olursa olsun yenilik ardında koşmak olduğunu sanıyordum. Biçim benim için bir kavram değil, bir sezgi, bir sağduyuydu. Yahya Kemal'in şiiriyse olağan bir gerçeğe yaslıydı. Şiirimizin yüzyıllarından bu yana süzdüğü, yenileştirerek sunduğu sesi duyamıyordum. Düşüncemi Cahit Sıtkı'ya söyledim. Cahit Sıtkı biçim kavramına erken ulaşmış bir ozandı. Bana Yahya Kemal'in şiirinin biçim yetkinliğinden söz etti. Böylece zaman yitirmeden benim usumda da biçim kavramının bir soru olarak belirmesine, kendi kendime bu soruya yanıtlar aramama yardım etti. Şiirin bir sorununu çözebilmek için çoğu kez soyutlama yetmiyor, kendi şiirimizden bir örnek gerekiyor. Cahit Sıtkı'nın uyarısıyla Yahya Kemal gerçeğini anladım, Yahya Kemal'le de biçim kavramı somutluğa kavuştu.

Her ozanın şiirinin kendine özgü nitelikleri vardır. Şimdi Cahit Sıtkı'nın şiirinin niteliklerinden en belirgininin hangisi olduğunu düşünsem ne diyebilirim? Öyle sanıyorum ki, önce, o şiirin doğanın gerçeğiyle uyumlu olduğunu, bu nedenle mantığın düzenini koruduğunu söylemek gerekir. Gerçeğe büyük bir duyarlıkla öykünür, böyle olduğu için de okurunu şaşırtmaz. Ahmet Haşim'le başlayan bizim yenilikçi şiirimizde bu türden bir ozan ya yoktur, ya da çok azdır. Ama Batıda da, bizde de, özellikle yenilenme döneminde, şiirin okurunu şaşırtması, sarsması diyelim dilerseniz, ondan beklenen bir nitelik değil midir? Cahit Sıtkı'nın şiirinin gene de şaşırtıcı bir niteliği vardır. Bence o, başarıya en çok ulaştığı şiirlerinde, yukarda adlarını saydığım, şimdi adlarını anımsayamadığım kimi şiirlerinde erdiği yetkinliktir….

Hiç yorum yok: