RSS

2 Mart 2011 Çarşamba

VINCENT Van GOGH, Theo'ya Mektuplar

Laeken, 15 Kasım 1878


Tam o saat sokak süpürücüleri yaşlı kır atların çektiği çöp arabalarıyla dönüyorlardı. İskele yolunun başında, sözüm ona Çamurlar Çiftliği boyunca bu arabalardan uzun bir kuyruk vardı. Bu ihtiyar beygirlerin bazıları aquatinta ile yapılmış eski bir gravürü andırıyor, belki bilirsin, büyük bir sanat değeri yoksa da, çarpar, sarsar beni bu gravürler. Serinin son gravürü «Bir Atın Hayatı» adını taşır. Anlatmak istediğim asıl o. Yük taşımaktan, bir ömür boyu ağır işler görmekten bitkin düşmüş, zayıflamış, kadidi çıkmış bir kır at görülür bu gravürde: zavallı hayvan kuru ottan başka bir şey bitemeyen alabildiğine ıssız bir ovada korkunç bir yalnızlığın içine gömülmüştür; şurda burda kasırgadan eğilmiş, bükülmüş, kırık yamru yumru bir ağaç, yerde bir kafatası ve uzakta, arka planda rengi solmuş bir beygir iskeleti, hayvan leşlerinin derilerini kemiklerinden yüzmekle hayatını kazanan bir adamın oturduğu kulübenin yanı başında. Hepsinin üstünde fırtınalı bir gök, insafsızca sert bir gün, koyu kapkara bir hava.

İnsanın yüreğine işleyen, ruhunu karartan bu manzara, günün birinde bizim de ölüm denilen badireden geçeceğimizi ve «insan ömrünün ak saçlar ve göz yaşları» ile sona erdiğini bilen ve duyan kişiyi derinden etkiler. Bunun ötesinde olan yalnız Tanrının bildiği bir sırdır, ne var ki Tanrı ölülerin dirileceğini bildiren sözü ile bu sırrı çürütülemez kanıtlarla açıklamıştır bizlere.

Zavallı beygir, insanın sadık uşağı, sabırlı ve edilgen bir tavırla durur orda, «muhafız ölür de teslim olmaz» diyen ihtiyar muhafız gibi son saatini beklemektedir o da. İşte bu akşam, Çamurlar Çiftliği’nin orada çöp arabalarının atlarını görürken bu gravürü hatırladım birdenbire.


Ya arabacılar, kirli paslı iğrenç giysileriyle, de Groux Usta'nın «Yoksullar Sırası» nda çizdiği o uzun yoksullar alayında, daha doğrusu kümesindeki figürlerden daha da çok sefalete dalmış, sefaletin içine kök salmış gibiydiler. İşte böyle anlarda, dile gelmeyen, sözle anlatılamayan bir çaresizlik karşısında - yalnızlık, yoksulluk, bahtsızlık, her şeyin sonu… bitimi… işte o anda Tanrı düşüncesi doğar birdenbire kafamızda. Başkaları değilse de ben bunu duyarım.

Babamız da öyle demez mi: «Hemcinslerime mezarlıkta seslenmekten hoşlanırım, çünkü orada hepimiz toprağa basarız, aynı toprağa basmakla kalmayız, aynı toprağa bastığımızın bilincine varırız.»

Müzeyi seninle birlikte gezebildiğimiz çok iyi oldu, de Groux'nun, Leys'in eserlerini ve Coosemans'ın o peyzajı gibi dikkate değer bunca tabloları birlikte gördüğümüze sevindim.

Bana verdiğin iki gravürden çok memnumum, ama sen de benden «Üç değirmen» adlı o küçük ofortu kabul etmeliydin. Oysa onu sen kendin satın aldın - hem de yarı fiatına değil, benim istediğim gibi. Onu koleksiyonuna katmalısın, çünkü çok güzel yapılmış değilse de dikkate değer bir parçadır.

Bilmiyorum ama bence onu Kadife Breughel değil de Köylü Breughel çizmiş olsa gerek. Bu mektupta «Kömür Madeninde» adlı küçük krokiyi ekliyorum.

Yolda giderken gözüme çarpan sayısız şeylerin kaba taslak krokilerini çizmek isterdim, ama bu beni asıl işimden alıkoyar korkusuyla hiç girişmiyorum. Eve döner dönmez «Kısır İncir Ağacı» üstüne (Lukka İncili, XIII, 6-9) hazırladığım vaıza başladım.

«Kömür Madeninde» adlı küçük desen pek o kadar önemli değil, ama hiç düşünmeden çiziverdim işte onu, çünkü madende çalışan bir sürü adamlar görüyorum burda, belli niteliği olan bir topluluk bu. Gördüğün evceğiz iskele yolunun üstündedir, büyük bir atölyeye bitişik küçük bir kahvehanedir aslında, işçiler paydos saatinde oraya ekmeklerini yemeğe ve bir bardak bira içmeye gelirler.

Bir zamanlar, İngiltere’de maden ocaklarının işçileri arasında papaz olmak için dilekçe vermiştim, ama kabul edilmedi, en azından yirmi beş yaşında olmam gerektiği ileri sürüldü. Bilirsin ki, yalnız İncil’in değil, bütün Kutsal Kitabın en köklü, en esaslı gerçeklerinden biri «Karanlıkta Parlayan Işıktır».

Karanlıktan varılır ışığa…

Ama kim gerçekten gereksinir bu hakikati, kim kulak verir ona? Tecrübeler gösterdi ki maden ocaklarında çalışan maden işçileri gibi yerin dibinde karanlıkta çalışanlar İsa'nın sözüne asıl kulak verenler, ona asıl inananlardır.

Belçika’nın güneyinde, Mons çevresinde de, Fransız sınırında da Hainaut denilen bölgede, giderek onun daha da ötesinde Barinage adlı bir bölge vardır, orada çeşitli maden ocaklarının işçileri yaşar; değişik, meraklı bir topluluktur bu. Küçük bir coğrafya elkitabına baktım, şöyle anlatıyor bu madencileri:

«Borin'ler (Mons'un batısında, Barinage'da oturanlar) yalnız kömür madenciliğiyle uğraşırlar. Toprağın üç yüz metre derinliğine kadar açılan bu kömür madenleri görülecek yerlerdir: saygımızı, sevgimizi hak eden bir alay madenci her gün oralara inip çalışır.

Kömür madencisi Borinage'a özgü bir tiptir, gün diye bir şey yoktur onun için, pazar günleri dışında gün ışığından hemen hiç faydalanmaz. Solgun, ölgün bir lâmbanın ışığında, daracık bir galeride, bedeni iki büklüm, kimi zaman yerde sürünerek çalışır; ne kadar yararlı olduğunu hep bildiğimiz o madeni yerin dibinden koparmağa uğraşır; hep yenilenen bin bir tehlike arasında çabalar durur, ama Belçikalı madenci neşeli, iyi huylu insandır, bu çeşit hayata alışıktır ve başlığının tepesinde, ona karanlıkta yol gösterecek olan küçük bir lâmbayla dibe inerken, çabalarını görüp kendisini, karısını ve çocuklarını koruyan Tanrısına güvenir.»

Borinage bölgesi, taş ocaklarının bulunduğu Lessines'in güneyindedir demek.

Oraya İsa'nın öğretisini yayan bir papaz olarak gitmek isterdim. Bay de Jong ile Pastör Pietersen'in benim için uygun gördükleri üç aylık staj sona eriyor. Aziz Paulus Paganlar arasında Hıristiyanlığı yaymak için uzun yollara dökülmeden üç yıl Arabistan’da kalmış. Ben de böyle bir bölgede kendi kendime çalışabilsem iki üç yıl, çevreme baka baka bir şeyler öğrenebilsem, dönüşümde söyleyecek bir sözüm olurdu, hem de gerçekten duyulmaya değer bir söz. Bunu tam bir alçak gönüllülükle, ama inanarak söylüyorum.

…………………………


O gün Forest'in ötesine kadar gezindim ve sarmaşıkla örtülü küçücük bir kiliseye varan bir kestirmeye saptım. Parkta gördüğümüz ıhlamur ağaçlarından daha da çapraşık, daha da gotik diyebileceğim ağaçlar gördüm; mezarlığa giden çukur yol boyunca da Albert Dürer'in «Atlı, Ölüm ve Şeytan» gravüründeki gibi birbirine girmiş, yamru yumru, acaip gövdeler ve kökler.

Carlo Dolci'nin «Zeytin Bahçesi» tablosunu ya da onun fotoğrafını hiç gördün mü? Orada Rembrandt üslûbunda bir şeyler var; geçenlerde gördüm.

Ya Rembrandt'a göre aynı konuda çizilmiş kocaman, kaba ofort, iki kadın ve bir beşikli «Tevratı okurken» gravürün karşılığıdır, onu bilirsin herhalde.

Corot babanın gene bu konuda yaptığı tabloyu gördüğünü bana söylemiştin, ben de o zaman hatırladım bunu, ölümünden bir az sonra eserlerinden açılan bir sergide görmüştüm onu, çok etkilemişti beni bu tablo.

Ne çok güzellik var sanatta! İnsan gördüğünü aklında tutabilirse, her zaman yapacak düşünecek bir iş bulur kendine, yalnız kalmaz hiç, gerçekten yalnız sayılmaz.

Hiç yorum yok: