RSS

30 Ağustos 2012 Perşembe

BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU / GENE PİCASSO




GENE PİCASSO


Geçenlerde gazeteler Picasso’yu öldürdüler, sonra gene dirildi. Bir ara karısından ayrıldığı yazmışlardı. Daha önce bir film çevirdiğinden bahsolunmuştu. İlk resimlerinden tutun da en son yaptığı işlere kadar hepsini renkli bir filmde görecekmişiz.

Hangi dilde olursa olsun hiçbir dergi, hiçbir günlük gazete hatırlamıyorum ki, bir biçimine getirip ondan bahsetmesin. Yalnız ressamlar arasında değil, çeşitli sanat kollarında alevlenen tartışmalardan bir tanesini hatırlamam ki, adı anılmasın.

Avam Kamarasından mahalle kahvesine kadar, en ağırbaşlı siyasî başmakalelerden tutun da en cıvık mizah dergilerine kadar, hepsi o dan birkaç kelime ile olsun bahseder.

Son yarım yüzyıl içinde resim sanatı üstüne yüz sayfa yazı yazılmış ise bunun en aşa elli sayfası ona veya azmanlarına ayrılmıştır.

Zamanımızın en iyi romancılarının birkaçı da adına ve eseri üstüne söylenmiş sözlere rastlarsınız. Adına kafiye bulan şairler de vardı Arasıra sinema perdesinde de görünür. Öteden beri siyasi bir partiye bağlı olduğu için sanat politika konularında adı geçer. Otomobilinin rengi, markası, karısının mayosu, yaşı, çocukların gözü kaşı, İspanyol olduğu için doğduğu şehrin şarabı, boğası, toreadoru dillere destan olur.


Resim yapmadığı zaman heykele çalışması, heykelden bıktığı zaman çanak çömlek boyaması, bundan usandığı zaman sinema objektifinden faydalanması, opera, tiyatro, bale dekorlarına girişmesi. Kütüphaneler dolusu kitap resimlemesi bakır üstüne, taş üstüne yaptığı oymalar, sırasıyla dünya basınında kendini gösterir.

Kısacası sanat tarihinde kendinden bu kadar bahsedilen başka bir sanat adamı görülmemiştir. Bugün yalnız bizim akademide değil, bütün dünya akademilerinde kabul edilecek öğrencileri tartmak için yapılan yoklamalarda; «Hangi ressamların eserlerini gördünüz?” sorusuna verilen cevapların yüzde doksan dokuzunda Leonardo, Rafael*, Mikelanj adlarının yanı başında muhakkak onun adına da rastlarsınız.

Son yarım yüzyıl içerisinde kendisinden bu kadar uzun boylu bahsettiren bir sanat adamı daha varsa o da Şarlo’dur. Ama Şarlo ne de olsa sadece kendi çöplüğünde öter. Bize bir gün,

“Şarlo resim yapmaya başlamış!” deseler hepimiz şaşırır kalırız. Ama,

«Picasso film çeviriyormuş» havadisi kimseyi şaşırtmaz.

Picasso’nun şöhreti daha 1930’da Paris’te yolları kesmişti! Resme ait yeni basılmış kitapları teşhir eden vitrinleri hatırlıyorum. Dört kitaptan bir tanesi ona dairdi. O aralık onun isminin yanı başında Matisse’in ismine sık sık rastlamak mümkündü. Konuşmaların çoğunda bu iki ismi bir arada duymak mümkündü. Bazı Fransızlar Picasso’nun İspanyol oluşundan huylanıyor, başa Matisse’in geçmesinden hoşlanıyorlardı. Fakat tanıdığım Fransızların çoğu da;

“Picasso’nun yanında Matisse’in sözü mü olur?» deyip geçiyorlardı. O zamanlar atölyesinde çalıştığımız A. Lhote ikisi arasında mekik dokuyor, tablolarında bazen birine, bazen ötekine selamlar sarkıtıyordu. Hocanın bu ikisinden birisini seçmemiş olması talebe üzerinde de belli oluyor, atölyede çıkan işlere de bazen Matisse, bazen de Picasso kokusu siniyordu.

Çağımızın en kudretli ressamlarından ikisi arasında daha o zamanlar başlayan yarış bugüne kadar sürüp geldi. Bu yarışa yer yer Braque, Bonnard, F. Leger de katıldılar. Ama Matisse’le Picasso arasında benzer noktalar bulmak daha kolaydı. Bir defa her ikisi de gayet kolaylıkla resimden heykele geçebiliyorlardı. Her ikisinin de elinden çıkan bazı heykeller karşısında bazı seyirciler haklı olarak;

“Acaba bunlar resmi bıraksalar da heykele çalışsalar daha iyi olmaz mı?” diye düşünüyorlardı.

Çeşitli halk sanatlarını ciddiye almaları, ortaçağ ve Rönesans ustalarına gösterdikleri saygıyı, adı sanı belirsiz nakışlardan esirgememiş olmaları, iptidai kabilelerin nakış ve heykellerini çok iyi bilmeleri, giriştikleri yarışı kızıştırıyordu.

Matisse’in daha yaşlı ve son zamanlarda yattığı yerde çalışmaya mecbur oluşu, buna karşılık İspanyol ressamının yeni bir gençliğe kavuşmuş gibi, daldan dala atlaması birçoklarına yarışı kazandığı fikrini verdi. Fakat bu yarış henüz bitmiş değildir. Matisse’in, her şeyden evvel sükûn ve huzur duygusunu birinci plana alan Fransız tarafıyla, Picasso’nun her ne pahasına olursa olsun boyuna yepyeni peşinde koşma arzusu, dinamizmi ve macera sevdasıyla yüklü İspanyol tarafı daha uzun zaman çatışıp duracak.

Resme on üç yaşında başlayan, kaşı gözü, ağzı burnu yerinde portreler yapan Picasso’nun bugüne kadar kaç renge boyandığını, kaç türlü resim yaptığını bir sergide değil ancak bir filmde görüp anlamak mümkün olacak.

Delikanlı denecek yaşta Paris’e gelen Picasso, o zamanlar kendinden çok bahsettiren ressamların tesiri altında kalıyor, o güne kadar iyi kötü eski İspanyol ustaları yolunda portreler yaparken birdenbire Degas gibi, Lautrec gibi desenler çizmeye başlıyor. Arkasından sırayla Cezanne, Gauguin, Van Gogh gibi resimler yapıyor. Bu tesirlerden en ağır basanı Cezanne oluyor. Bu büyük Fransız’ın, “Tabiatı geometrik biçimlere çevirerek incelemek mümkündür. Bir baş biçimi her şeyden önce bir küredir. Bir kol biçimini bir üstüvaneye, silindire benzeterek incelemek lazımdır” iddiası, sadece kuru bir teori olarak kalmamış, eserlerinde belli olmuştu.

Picasso bu kapıyı zorladı, eşyayı geometrik düzene bağlamaktan kübizm doğdu. Bu konunun elebaşıları arasında Matisse, Braque, Leger de bulunduğu halde en cesur denemeleri yapmaktan çekinmediği için kübizm der demez evvela Picasso’nun adı anıldı.

Cezanne tesirinden sonra Picasso’yu saran en önemli tesir vahşi kabilelerin elişleri olmuştur. Heykelleri, çeşitli nakışları, pişmiş toprak işleri karşısında duyduğu heyecan en son işlerinde bile kendini gösterir. Vahşi işlerine gösterdiği ilgiyi çocuk resimlerine de gösterdiği muhakkak.

Bu belirli tesirlerden başka zaman zaman gezdiği bir müzenin, bir serginin tesirlerini de eserlerinde gördük. Genç yaşta ölen Pascin, gene çok genç ölen Modigliani’nin bazı eserlerine alıcı gözüyle baktığı belli olur. Henüz büyük hareketlerden sakınan ilk Yunan heykelleri Picasso’nun biçim dünyasında bir durak olmuştur.
Eğer Picasso’yu bir tek cümleyle anlatmaya mecbur olsak,

“Tesir altında kalmaktan korkmayan ressam ...” derdik.

Bize resim yapma arzusunu veren herhangi bir şey karşısında,

«Ama, ben bunu yaparsam acaba nasıl karşılanır?” tasasını yabana atmamak lazım.

Bu tasa yüzünden kaç tane kıymetli ressam olduğu yerde demir atmıştır. Sen gel ömrünün yarısını şu şekilde resim yapmaya ayır. Sonra bütün bunlara bir sünger çek, bütün acemiliğine katlanarak yeniden bir yol seç, sonra onu da bırak başka türlü resim yapmaya başla. Bir ömre bir tek değil bir sürü resim yapma tarzını sığdırmanın mümkün olabileceğini ispat eden ressamların başında Picasso geliyor. Her konunun emrine bambaşka bir zenaat, bambaşka bir tezgahla çıkmak mümkünmüş demek. Bunu ispat edenlerden birisi de P. Klee olmuştur. Şu son dört beş sene içerisinde ondan da boyuna bahsediliyor. Ne yazık ki o da çok genç öldü.

Bir Picasso’nun, bir Klee’nin tek resmini görerek onların daha önce ve daha sonraki eserleri hakkında bir fikir edinmek imkansızdır. Üslûp aynıyla insandır sözü, öteden beri 10 numara alan sözlerdendi. Picasso’nun bir sanatkarın bir sürü üslubun hakkından geleceğini ispat etmesi, yalnız resim alanında değil kardeş sanat kollarında da yeni bir çığır açmış oldu.


*Rafaello



DELİFİŞEK'ten

Hiç yorum yok: